Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '08

 
Kategori
Anılar
 

Havalimanındaki küçük kız

18.Temmuz.2004

İzmir Adnan Menderes Havalimanının terminalinde uçağımızın kalkış saatini bekliyoruz. İstanbul’a gidecek uçak, saat sekizde; ama işlemler için iki saat öncesinden gelmemiz gerekiyordu. Evimiz, epeyi uzak olduğundan sabah dörtte kalkıp hazırlandık, bavullarımızı alıp yola çıktık. Havalimanına vardığımızda saat altıya gelmek üzereydi. İşlemler çabuk bitti ve içeri alındık.

Dış hatlar terminali küçücük. İstanbul’da yürümekle bitiremediğimiz uçsuz bucaksız yeni dış hatlar binasından sonra burası kasabaların otobüs terminalleri gibi geldi bana. Bir kaç içki ve parfüm satan gümrüksüz mağaza dışında küçük bir büfesi var. Birer kahve alıp uykumuzu açmaya çalışıyoruz.

Pasaport işlemlerinden sonra bu bölüme girildi mi bir daha dışarı çıkılamıyor. Oysa burada gazete satan yer bile yok. İki saat nasıl bekleyeceğiz? Sıkıntıyla dolaşıyor eşim. Alana bakan geniş camlardan dışarıyı seyrediyor. İlerde pistin kenarına çekilmiş birkaç uçak dışında alan bomboş. İnen – kalkan uçak da yok ki oyalanalım.

Gece bir iki saat uyuyabildiğimiz için ikimizin de uyku akıyor gözlerimizden. Kahve bile açamıyor. Küçücük salonda uyuklayacak yer de yok. İçeriye yeni yolcular geliyor sürekli. Çocuklar ortalıkta koşuşturuyor. O sırada Antalya’dan gelen bir uçağın yolcuları dolduruyor salonu. Çoğu Rus… Tatillerini bitirmiş dönüyorlar.

Bir ara tuvalete gidiyorum. Yandaki kabinde bir anne ile kızı… Kız sürekli ağlıyor, anne bağırıp duruyor. Arada çocuğa inen tokat seslerini duyuyorum. Çocuğun çığlıkları daha da artıyor. Rusça konuştuklarından annenin ne dediğini anlayamıyorum; ama kapının çarpılması ve ardından uzaklaşan ayak seslerinden, bir de çocuğun korku dolu çığlıklarından annenin kızı tuvalette bırakıp gittiğini anlıyorum. Kendi kabinimden çıkıp kızın kabinine geliyorum. Belli ki annesinin kendisini terk ettiğini sanan kız, korkuyla feryat ediyor. Kabinin kapısını usulca itip açıyorum. Alafranga tuvaletin üzerinde oturan, üç- dört yaşlarında bir kız… Sapsarı kıvırcık saçları yuvarlak yüzünü çevreliyor. İri mavi gözleri korkuyla açılmış; boncuk boncuk yaş dökülüyor yanaklarına. Öylesine güzel ki, nasıl kıyar insan bu kıza?

Beni görünce daha da korkuyor kız. Gülümseyip en yumuşak sesimle bir şeyler söylüyorum; ama ne yazık ki anlamıyor söylediklerimi. Daha beter çığlığı basıyor. Niyetim onu korkutmak değil yatıştırmak; ancak başaramıyorum. Daha fazla korkutmamak için onu orada bırakıp dışarı çıkıyorum. Annesini arıyor gözlerim. Daha önce salonda otururlarken görmüştüm bu aileyi… Bakıyorum küçük kız kadının umurunda bile değil. Babayla öpüşüp koklaşıyor. O zaman kızın üvey annesi olabileceğini düşünüyorum. Hiç bir anne bu denli kıyıcı olamaz bence… Ruh hastası değilse… Tuvalette atılan dayağın ne ilk ne de son olduğunu düşünüyorum. Küçük kızın ruhunda ne büyük yaralar açılıyor… Bütün yaşamı boyunca izlerini taşıyacağı yaralar… Küçük kızın sesi salona kadar geliyor. Neden sonra baba yerinden kalkıp gidiyor ve kızı getiriyor. Kucağına aldığı kıza, okşar gibi usul usul bir şeyler söylüyor. Kız sakinleşmiş; ama ağlamaktan kıpkırmızı olmuş yüzü… Yumuk yumuk elleri ile şiş gözlerini ovuşturuyor. İçim acıyor onu böyle görünce. Kadının umurunda bile değil. Kocaman bir sandviçi ısırıp bira içmekte… Karar veriyorum gerçek annesi değil bu kadın.

Uçağımız gelmiş. Binmemiz için duyuru yapılıyor. Hemen bir sıra oluşturuyor yolcular. Biz de sıraya giriyoruz. Küçük kız ile ailesi arkalarda olmalı. Onu göremiyorum. Artık ağlamadığı için sesini de duyamıyorum. Babasının kucağında yatışmış olmalı.

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..