Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Nisan '12

 
Kategori
Eğitim
 

Hayal ve gerçek

Yazarı: Mahmut Makal

“Hayal ve Gerçek” kitabı, Mahmut Makal’ın bundan önce yayınlanan “Bizim Köy” kitabının bir devamıdır.

Mahmut Makal’ın bu ikinci kitabına “Hayal ve Gerçek” adını vermiştir. Ama verilen ad hiç de kitabın içeriğine uymamaktadır. Zira bu kitapta her şey acılıdır, sızılıdır ve hayal denen bir şeyden iz bile yoktur.

“Hayal ve Gerçek” 42 ufak konudan oluşmuştur. Konuların her birisi ayrı bir gözleme dayanır.

Kitabın belli bir konusu yoktur. Fakat kitap bir bütünlük arz etmektedir. Çünkü kitabın genel bir yönelişi vardır: Anadolu köyünün gerçeği… Daha doğrusu Orta Anadolu köylerinin durumu… Ama bu gerçek hemen hemen bütün Anadolu köylerinin de manzarasıdır.

“Hayal ve Gerçek” anı biçiminde ele alınmıştır. Bir tür anı kitabıdır. Kitabın her başlığı ayrı bir konucuktur.

Yazar, kitabın ’Köy’, adlı bölümünde şunlardan bahseder:

Köy oldukça geri kalmıştır. Köy halkı sefil bir hayat yaşamaktadır. Köylüler yırtık pırtık elbiseler içinde ömür sürmektedirler. Babadan, dededen kalan şey, renk renk yama edilerek kullanılır. Sonra da başka eşyalara yamalık olurlar. Yazar bizzat köy içinde pantolonunu yamamak için bir yama, bir parça bulamadığını ve ancak bir kadın onun da başka bir renkte bir yama ile pantolonun yamadığını anlatır… Pantolon renkli bir hal alır, giyilemez. Köylüler için bu doğaldır; ama ne de olsa Mahmut Makal bir öğretmendir. Sefalet ve çaresizlik, onlarda sefalete alışkanlık psikolojisi yaratmıştır.

Köy, pislik içindedir. Köylünün yediği tek şey yufkadır. Köy kömür, odun görmemiştir. Yakacağı tezektir. Evler is, duman içindedir.

Köyden her gün iki tabut çıkmaktadır. Köylünün doktor falan gördüğü yoktur. Cehalet oturmuş kafalara. Köyün doktoru sekiz yaşındaki İsmet’tir. Dudak kıpırdatıp hasta yere el sürer. “Şifalı” eli vardır ama ölüm yine her kapıyı çalar.

Orta Anadolu köylüsü bu şartlar içinde yaşamak zorundadır. Devlet hiçbir yardımda bulunmaz. Köylüler seçim denen şeye karşı pasif ve ilgisizler. Gelen giden kötüdür, bunu anlamışlar.

Köylüyü korkutan bir şey varsa, o da tahsildar ile köy katibidir. Köy muhtarı bile korkmuştur. Nicesine don giydirmiştir o.

Bir de dükkancıdan aman demişlerdir. Çünkü malı iki üç misliye satarmış…

Yazar, “Dünya Görüşü” adlı bölümünde şunlardan bahseder:

Köylülerin görüşleri dinsel ve din öncesi putperest hurafelerle doludur. Böceklerin insanvari ruha malik olduklarına inanılır. Karıncaya, evine bereket getirir, sayarak dokunmazlar. Neticede evler bit, karınca, böcek, örümcek ağına dönmüştür. Her şeyin kadere bağlı olduğuna inanarak onların ne kadar yaşayacağına fakir veya zengin mi olacağına dair kitap açtırırlar, binlerce yıl önceki gibi yıldızına baktırırlar. Üfürükçülük, tütsü yaptırmak, muskaya başvurmak çok yaygındır.

Düşünceyi saran dinsel bir görgü haline gelen bu Tanrısal görüşle, köylülerin gözü hep çöptedir. Oralarda dersler “gavurca” okutulur. Yeniliğe, yeni okullara ve bilgilere karşıdırlar. Hep Kur’an dersi istemişlerdir. Bütün sefalete, cehalete, ilkelliğe, bağnazlığa karşın yenilik yavaş yavaş köye girmeye başlamıştır. Mahmut Makal bu yeniliği köylülerin gaz lambası almasında, soba kullanmaya başlamasında, radyo edinmesinde görür.

Yazar “Evlenme Konusu” ve ”Nişan” bölümünde de şunları anlatır:

Topluluğun düzenli yaşayabilmesi için en başta gereken şey, evlenme düzenidir. Hareketsiz, sessiz köy yaşamının tek hareket kaynağı evlenmelerdir. 13-14 yaşlarında gerçekleşen evlilikler sonunda çıkmaza girip acı sonuçlanmaktadır. Yarım yamalak temeli atılan aileler hafif bir yelle sallanan derme çatma yapılara dönüşmektedir. Bu evlenmelerin hiçbirisinde resmi nikah yoktur. İki karılı erkeklerin sayısı 20 kadardır.

“Şerbet içmek” köyde nişanın adıdır. Nişanlandıkları vakte kadar birbirlerini ancak ağzı yüzü sarılı olarak geriden gören nişanlılar, pek olağandır ki yakından görüşüp tanışmayı isterler. En uygun yol ise oğlanın fıstık-şeker alıp bazı geceler evlerine gidip sevdiğini ana-babasının yanında yoklamasıdır.

Yazar daha sonra köydeki düğün merasimlerinden ve gerdek gecesinden bahseder. Buralarda törelere uyulur. Töre hiçbir zaman terk edilemez.

“Çay-Kahve” bölümünde ise köyde kahvehane yoktur. Kahve ve çay köylüye göre lüksten başka bir şey değildir. Bu iki nesne kadınlar tarafından hiç bilinmez. Yazar, anısında köylünün çay içmeyi bilmediklerine de şahit olur. Kahve genelde düğünlerde bol içilir.

“Sinema” faslında ise yazar köyün en çok okur-yazarı olduğunu belirterek en çok sinema görenin de kendisi olduğu belirtmektedir. İlçede bir sinema vardı: Halkevi’nin salonu. İnsanlar yılda ya da altı ayda bir kez yolları sinemaya uğruyor. Köyde sinemayı akla getiremeyenler çok olduğu gibi ona inanmayanlar ve korkanlar da görülür.

Tiyatroya gelecek olursak yazar, köylünün iki ortaoyunu olduğundan ve ayrıntılarından bahsetmiştir.

Yazar, “Köysel Yargı” başlığında ise köylünün bir sorunu olduğunda hemen hocaya koştuklarından bahseder. Davanın konusu ne olursa olsun iki dakika içinde hüküm verilir. Suçlu da suçsuz da gık demeden hocanın elini öpüp çıkarlar.

Yazar, “Vaiz” bölümünde ise şunlara değinir:

Köylünün kafasını bekleyen Ocak camidir. Cuma günleri hocanın verdiği vaizin ve hatibin okuduğu hutbenin etkisi köylünün yaşamına biçim verir denebilir. Bazı Cuma günlerinde ya da bayramlarda daha büyük hocalar da vaiz vermek için gelirler ki bu da işe bir yenilik katar. Bu yıl köyün camisini hem hoca hem de hatip olarak Molla Sıddık yönetir. Özellikle Cuma günleri kuşluk vakti başlar cennet cehennem işlerini anlatmaya. Hoca efendi ne hüküm verirse toplum ona uyar. Caminin kapısı önüne bir kilim serilir ve çıkarken keseyi çeken kilimin üzerine hocanın hakkını atar.

Yazar, “Hacı Babalar” bölümünde de bu olay için okuldaki sıraların durumundan bahsetmiştir. Okul için yaptırılmak istenen sıraların yerine kavak çıtaları gelmiştir. Karşı taraf anlaşmaya uymadığı için birtakım sorunlar yaşar öğretmen. Daha sonra haksızlık anlaşılır. Ancak sıralar öğrencilere layık görülmez. Öğretmen ilgililerden sıraları istese de köylülerin vermiş olmasından ötürü bir şey yapılamaz. Üç yıl sonra okulun ise şöyledir: Öncesinde iki sınıf varken şu an beş sınıf oluşmuştur. Sıralar doğdukları gün batmış olduklarından bugün de okul yine sırasızdır.

Yazar bu arada bir de köyün doktorundan bahseder. Doktor da öğrencilerden sekiz yaşındaki İsmet’tir. Çocuğu köy halkı ve dışarıdan gelenler bir türlü rahat bırakmıyorlar. İsmet hastayı önüne oturtur, ellerini hastanın başına, omuzlarına, dizlerine koyup kaldırır ve bir yandan da dudaklarını kıpırdatır. İçinden dualar okur. Bu yüzden özel bir ilgiye mazhardır. Öğretmen İsmet’in doktorluk hikayesini şöyle anlatır: İsmet altı aylıkken hastalanır ve derdine derman aranır. Günün birinde ilçedeki doktora götürürler. İlaç, hap derken iyileşir yalnız böğründen bir delik açılır ve oradan 3-5 solucan çıkar. Buradan çocuğun hastalığının yılancık olduğu söylenir. O günden sonra İsmet, yılancık ocağı derken her şeyin ocağı olur. Öğretmenin bu söylediklerine kimse inanmaz ve bu devran böyle sürer girer.

Yazar aynı zamanda köydeki diş doktorlarının uygulamalarından da bahseder. Halk, kendi ve arkadaşları da dahil olmak üzere dişçilerin işkenceli yaklaşımlarından çekiniyorlardır. Ancak diş ağrısına dayanamayan öğretmen bütün işkencelere rağmen dişini çektirmiştir. “Ne yaparsın, denize düşen yılana sarılır.” misaliyle…

Köylünün her şeyi masrafsızdır. İlaçlar, köyde en çok bulunan maddelerdendir. Dıştan etkisi olmayınca “iç ağrısı var bunda” diyerek yine parasız tarafından etler metler hazırdır. Yalnız sonunda pahalıya mal olur. Dert büyür, derman güçleşir. Bu köy bir de tütsü yöntemi vardır… Ölenlerin kefeni biçildikten sonra kıyısından pek az bir parça kesilerek yakıp hastanın bununa tüttürülür. Hem derdi kesermiş hem de çok sevapmış!!! İnanılıyor işte…

Yazar, “Mesafe” adlı bölümünde ise İstanbul’da okuyan ve köyü ziyarete gelen bir arkadaşından bahseder. Arkadaşı köyün haline çok şaşırır, insanların cahiliyetlerinden söz eder. Kısacası beğenmediğini ve öğretmen için üzüldüğünü dile getirir. Öğrenim hayatlarıyla buradaki yaşamı kıyaslarlar.

Yine yazar bir bölümünde uyuz hastalığına yakalanmış köylünün durumunu ele alır. İçler acısıdır. Bu uyuz hastalığı özellikle çocuklarda daha fazladır. Ailenin köküne yayılmıştır artık. Çözüm bulan öğretmen için köylünün maddiyatı yetmemektedir.

Yazar Eski-Yeni sorununa da değinir. Eskiden söylenilen sözlerin, öğütlerin alınmadığından yola çıkarak şu an ki eğitimin seviyesini karşılaştırmalar yaparak anlatır. Çevrelerdeki mahalle mekteplerinin başarısını öne sürerek kendisini geri plana itmektedir. Bilimle birtakım sorunların açıklığa kavuşmasıyla mutluluğu tanımlamaya çalışır.

Yine yazar köydeki doğum sorunundan bahseder. Hamile olan gelinin evdeki ebelerle doğum yapmaya çalıştığından ve birtakım rahatsızlık sebebiyle hastaneye gitmesi gerektiğinden bahsedilir. Maddi durum köylüyü zorlasa da ilçeye gitmek için yola çıkılır. Yoldayken ebe doğumu yaptırır bebek ölü doğar. Anne ise köye döndükten 2 gün sonra vefat eder. Bu tür vakalar da köylünün vazgeçilmez sorunlarındandır.

Köyde avareliğin kışı, yazı belli değildir. Yazın avarelerin birikip de sırtüstü uzanıp yattıkları ve canları sıkılınca da işi kumara döktüklerinden eski “Koca oda”ya şimdi “Millet Hastanesi” denilmektedir. Boşta kalan köyün erkekleri soluğu burada almaktadırlar. Kahvaltı faslı yapılır ardından kumara geçilir. Yaşlılar bir tarafta gençler bir taraftadır. Mevsim kıştır ve ortam pek nezih değildir. Bu oyunlar gecelere sabahlara kadar sürmektedir. Bahar gelir gelmez ise köylüler dam başlarına, duvar köşelerine çekilip kumara devam ederler. Köyde başka işlerle uğraşanlar da vardır: Avcılık gibi… Köyde gerçekten hayat boştur.

Daha sonra yapılan yeniliklerle köy yavaş yavaş değişmeye başlamaktadır. İnsanların rahat edeceği ihtiyaçlar gösterilince köylünün de hayata, yaşamaya karşı bakış açısı değişmektedir. Köye dikiş öğretmeninin gelmesiyle kılık-kıyafette köyde devrim gerçekleşmiştir. Yamalı giysiler yerini hoş kıyafetlere bırakmıştır. Yine öğretmenin çatal-kaşık kullanmasıyla yeme-içme usulüne yenilik gelmiştir. Artık köy ve köylü değişmektedir. Soba kültürü insanlar tarafından kabul görmüştür ve yerleşmiştir. Yine radyo bağlantısıyla dünya o küçücük kutunun içine girmiştir. Dünyadan bihaber olan köylüler radyoyla iletişime geçmiştir ve radyo cazibesini artırmaya devam etmiştir. Her geçen gün değişen ve gelişen köy ve köylü köklü yeniliklerle cazibeli hayata kendilerini kaptırmaya başlamıştır.

Sonuç:

Mahmut Makal’ın Aksaray’daki yaşadıklarını, “Hayal ve Gerçek” adlı kitabında anlatmasıyla, hayatın hayal ve gerçeklik kısmını öğrenmiş olduk.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..