Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '12

     
    Kategori
    Aile
     

    Hayal

    Yapmak istediği hiçbir şeyi, bu gün böyle hissetmek için hayal etmemişti. Çok güzeldi o hayaller, avuntusuydu onun. Çocukluğu ve genç kızlığında onu bağlayan zincirlere meydan okumasıydı, görürsünüz siz demekti. Ailesinden ve toplumdan farklıydı. Evlendirilmek için yetiştirilen kız evlat olmak istemiyordu, hırsı vardı bu konuda. Ailesi ise onun aksine, kızlarının bir kocanın beğeneceği kadar hamarat, güzel, başı önünde, itaatkar olmasını, görücülerinin böylece çok olmasını, beğene beğene, hangisine versek acaba diyecek kadar alıcısı olmasını istiyordu. Evlendirecekler, sonra da unutacaklardı kızlarını. İsterse dayak yesin, isterse el üstünde tutulsun, mutluymuş, değilmiş çok da önemli değildi. Bütün yatırım erkek çocuğa yapılmalıydı. Erkek çocuğu soyun devamıydı neticede. İstediği kızı alırlardı ona, erkek adam olunca hovarda da olsa fark etmezdi. Karısının olurdu suç, ailesi düzgün yetiştirmemiş, oğlumuzun kıymetini bilmedi deyiverirlerdi.

    Hikayemizdeki esas kız, anne ve babasının kadın erkek ayrımcılığına çok öfkelenir, her zaman asabi bir görüntü arz ederdi karşısındakine. Kimseye anlatamazdı derdini. Geceleri hayal kurardı o da. Hayalleri evlilik üzerineydi. Hayallerinde çok güzel bir evi olurdu, kendine ait bir ev, kendine ait eşyalar, onu ziyarete gelen misafirler, en güzel hayali ise çocuklarıydı. İki belki de üç çocuğu olmalıydı. Erkek veya kız olmaları önemli değildi. Ona anne diyecek, onun yüreğinde biriken sevgisine ortak olacak çocuklar istiyordu. Kim bilir, belki de çocukluğunda oynayamadığı oyunları, çocuklarıyla oynardı. Tuhaf olan, bu hayalde bir erkek yoktu. O evin içinde bir koca, çocukların baba diyeceği bir adama yer vermemişti hayalinde. İhmal mi etmişti bunu ya da erkeklerden mi korkuyordu bilinmez. O kendi başınaydı hayallerinde. Çocuklarına renkleri öğretirken hayal ederdi kendini. İlkbaharda yeşili, sonbaharda sarıyı, kırmızıyı, turuncuyu, geceleri laciverti, gündüzleri maviyi anlatacaktı çocuklarına. Hep sarılacaktı onlara, öpüp koklayacak, saçlarını okşayacaktı. Söyledikleri her sözü dinleyecek, ağladıklarında onlardan fazla ağlayacaktı. Annesinin onu özel sopasıyla döverken, gözlerinde gördüğü haz ve öfke karışımı kıvılcımları, onun çocukları görmeyecekti. Öğretmen olacaktı zaten. Çok başarılı, çok sevilen bir öğretmen hem de. Hep okuyacak, okuduklarını anlatacak ve yazacaktı. Hiçbir öğrencisine kızmayacaktı, aksine her birine gülümseyerek bakacaktı. Sadece kendi çocuklarına değil, başka çocuklara da dağıtmalıydı sevgisini, çok biriktirmişti çünkü. Verecek insan çok, alan hiç kimse yoktu. O öğretmen ve anne olana kadar daha da birikirdi. Patlardı bu kadar sevgiyle. Çok çabuk geçsindi yıllar, o öğretmen olsundu, anne olsundu.

    Yıllar çok çabuk geçti gerçekten de. Hayal ettiği gibi öğretmen olamadı. Babası okumuş kız çocuğu istemiyordu. Güvenmiyordu kızına. Üniversitelere gönderirse kızı tek başına kalır, yoldan çıkardı. İşe sokacaktı babası. Çalışsın kendi parasını kazansın, benim gibi koca eline bakıp da rezil olmasın diyordu ev hanımı olan annesi. Her gece annesiyle babası onun bir işe yerleştirilmesi için konuşup tartışırlardı. Görücüler de geliyordu bir taraftan. Ailesi değerlendirir, karar verirdi. Böylece günler aylar geçti. İşe başladı. Babası onun adına hangi işte çalışacağına karar vermiş, o işe kızını yerleştirmişti. Evindeki tek aktivitesi ev işleri olan, annesinden başka kimseyle görüşemeyen bu genç kız, sudan çıkmış balık misaliydi ilk günlerde. Çalışma hayatı başkaydı. Erkeklerle konuşmaya korkuyordu. Babası görürse bacaklarını kırardı, öyle demişti babası. Ürkek, yalnız başına gidip geldi işine. İlk baştaki ürkekliği iş yaşamındaki sosyalliği gördükçe imrenmeye dönüştü, imrenerek baktığı arkadaşlarınıysa kıskanmaya. O da gezip dolaşmak, istediği kıyafeti giymek istiyordu, ama izin yoktu. Babası her sabah giysilerini kontrol ederdi. Kaç defa üstünü değiştirmek zorunda kalmıştı. Mesai biter bitmez eve gitmek zorundaydı o. Arkadaşları ise çarşı pazar dolaşır, parklarda lokantalarda yer içer, eğlenirlerdi. Hayalinin birini gerçekleştirememişti, öğretmen olamamıştı ama evlenebilirdi. Birisi onu sevebilirdi. Onu eşi olarak kabul edebilirdi. Kabul edilir olmak bile ne büyük bir haz olurdu kim bilir… Önce nişanlanır, nişanlısıyla el ele tutuşur gezer tozardı. Hiç erkek arkadaşı olmamıştı o güne kadar. Erkek kuzenlerinden bile kıskanırdı babası. Bir erkek arkadaşı olması imkansızdı. Nişanlanmaktan başka çaresi yoktu. Ve o sıralarda görücüler geldi. Ailesinin beğenmediği bu görücüler onun çok ilgisini çekti. Hemen, bir an önce nişanlanmalıydı. Görücüler de çok ısrarcıydı, oğlan peşinde dolanıp duruyordu, çok etkilenmişti bundan. Kabul görmek, beğenilmek ne kadar güzeldi. Üstelik oğlan seviyor beni, diye düşündü, o günlerin akıl yoksunluğuyla. Babasını ikna ettiler, kızı o aileye verdi ailesi. Söz, nişan derken, bizim kız nişanlısıyla gezip tozmaya başladı. İşe birlikte gidiyor, birlikte dönüyor, parklarda oturup sohbet ediyorlardı. Güzelsin diyordu oğlan, seni seviyorum diyordu. Sarhoş gibiydi, mutluluktan uçuyordu. Nihayet onu seven biri vardı bu dünyada. Değer görüyordu, saçlarını okşuyordu nişanlısı. Birkaç ay sonra hayallerinde bir erkeğe yer vermediğinin farkına vardığında, tokat yemiş gibi oldu. İşte, hayallerindeki evde, aynı yastığa baş koyacağı erkek saçlarını okşuyor, onu öpmeye çalışıyordu. Çok çirkindi, çok iğrençti. Sevmemişti bu öpüşme işini. Zaten oğlan da onu zincirlerinden kurtarmayı değil, yeni zincirlerle sıkı sıkı bağlamak derdindeydi. Bunu anladığında, nur topu gibi bir hayal kırıklığı oldu. Sevildiğini zannetmişti, sevilmiyordu; anlaşılacağını zannetmişti, hiç anlamıyordu nişanlısı; değer gördüğünü zannetmişti ama erkeğine hizmet edecek bir eş arıyordu nişanlısı. İnsan olarak hiç değeri yoktu. İffetli, temiz tertipli, çalışıp para kazanan, kocasına boyun eğecek bir eş olması isteniyordu ondan. Bütün bunlar olurken yirmi yaşındaydı.

    Yirmi tane kış eskitti, belki kırk, belki de seksen. Yaşadığı her günün gecesi uzundu çünkü. Dört mevsimi yaşayamadı, hep ayaz hissetti yüreğinde. Kırk yıl olmuştu dünyaya geleli. Kırk yıldır itilip dışlanmıştı. Yalnızlığıyla arkadaştı şimdi. Bir hikayede okumuştu, bir kuşçu vardı hikayede. Bir kuşu yakalıyor, tüylerini renk renk boyuyor, arkadaşlarının yanına salıyordu. Boyalı olduğundan habersiz olan kuş, arkadaşlarının yanına neşeyle döndüğünde arkadaşlarının saldırısıyla neye uğradığını şaşırıyordu. Diğer kuşlar onun farklı bir kuş olduğunu sanıyorlar, sürülerinde istemiyordu. Onlardan biri olduğuna arkadaşlarını inandıramayan boyalı kuş, bu saldırılardan sonra düşüyor ve bir süre sonra ölüyordu. O hikayedeki boyalı kuş gibi hissediyordu kendini. Hayal ettiği gibi olmamıştı hiçbir şey. Şimdi bunları düşünüp hüzünlenmekten başka yapacak bir şey yoktu. Pencerenin camından sokağa bakıp, evlerine koşan insanları gıptayla seyretmek vardı kaderinde. İki kez evlenmiş, ikisinde de hayal ettiklerini bulamamıştı. Yüreğinde biriktirdiği sevgiyi yeterince dağıtamamıştı. Hala verecek çok şeyi vardı, ama alacak birilerini de hala bulamamıştı. Bir tek anne olmayı başarabilmişti. Oğluyla mutluydu bir tek. Tek başına üstlendiği hayat kavgasında, oğlunun yara almadan başarması için mücadele ediyordu. Ona sevgisini sunmak en büyük keyifti. Renkleri öğretememişti oğluna ama yaşadığı her tecrübeyi oğlu için biriktiriyordu. Onun adımlarına refakat edecek, yanlış adım attığında omuz başında bitecekti. Oğlunu acı büyütmesin, o hep genç kalsın diye kullanacaktı tecrübelerini. Oğlundan başka kimsesi kalmamıştı yanında. Bir tek o terk etmemişti annesini. Ama hala sevgi istiyordu işte. Hani şiirdeki gibi; “İçimde ikinci bir insan gibidir, seni sevmek saadeti.” İçindeki ikinci insana, seni seviyorum deme saadetini tatmak istiyordu. Ona yaşadığı her şeyi unutturacak bir sevgiyle sarılacak biri yok muydu bu dünyada.

    O hep sevdi. Herkesi, her şeyi sevmekten yorgun düştü. Hiç yılmadan sevilmeyi bekledi. Hırpalanmış yüreğiyle baş başa kalsa bile umudu vardı. Hayalini kurduğu eve, eşyalara sahipti. Tıpkı hayallerindeki gibiydi evi, içinde bir erkek yoktu. Gece olunca eve daha çok siniyordu yalnızlık. Oğlu yatıp uyuyor, o sabaha kadar düşünüyordu. Yaptığı hataları, pişmanlıklarını, aldatılmışlıklarını, sevgisizliğini, kullanılmışlığını... Hangisini nereye koyacağını bilemeden, boğazındaki yumruğu yutamadan yaşadı. Artık hayal de kuramıyordu. Oğlunun geleceği üzerine hayal kurmaya kalksa, boğazındaki yumruk daha da büyüyordu. Oğlu büyüyüp gidecekti, yalnızlığı en yalın haliyle tadacaktı o zaman. Bencilce bir korkuyla, oğlu üzerine de hayal kuramıyordu. Yastığına sevgiliye sarılır gibi sarılıp uyumaya çalışıp, ağlamamak için direnirken böyle geçti günler ve geceler.

    Kırk beşinci yaşının bir kış sabahında oğlu uyandığında kahvaltının hazır olmadığını gördü. Nişanlısı bekliyordu, hemen yola koyulmalıydı. Niye uyandırmadı ki annem, geç kaldım diye söylenerek, kızgınlıkla gitti annesinin yatağına, hala uyuyordu. Omzundan tutup salladı, “Anne kalk geç kaldım” dedi. "Oğlumun evlenip mutlu olduğunu görmeden ölmek istemiyorum" diye dua eden annesinin yüreği o gece dayanamamıştı. Hep ayakta, hep dimdik, hep mücadele eden annesinin, bir gün gelip de öleceğini hiç düşünmeyen oğlu inanmadı önce, salladı durdu omzunu. Sarstı, sarstı, bağırdı, haykırdı ama uyanmadı annesi. Yalnız başına uyuduğu yatağında, yine yalnız başına ölmüştü. Kime haber vereceğini düşündü. Annesinin ölümünden onun kadar acı duyacak birileri olmalıydı. Hiç kimse gelmedi aklına. O anda anladı işte annesinin acısını. Ve bir anlık mutluluk hissetti, artık yalnız olmayacaktı. Onu seven bir varlığın yanına gitmişti.

     
    Toplam blog
    : 1
    : 117
    Kayıt tarihi
    : 26.05.08
     
     

    1973 doğumluyum. Bahar isimli, 16 yaşında bir nazlı gelinciğin annesiyim. ..