Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Temmuz '10

 
Kategori
Öykü
 

Hayali Cihan Değer

HAYALİ CİHAN DEĞER

“Babam ölmüş…”

Babam ölmüş, babam ölmüş. Babam Ölmüş! Kulaklarımda kendi iç sesimi duyuyorum. Telefonun ahizesi yapışıp kalmış elime. Ne onu bırakabiliyorum ne de hattın diğer ucunda önce kesik kesik ağlama sesini duyduğum ve sonrasında derin bir iç çekişle beraber bir çırpıda söyleyeceğini söyleyen ve topu bana atan kız kardeşimle konuşabiliyorum.

İlk söylediğim sözcüğü bugün bile hatırlıyorum: “Neden?”

Saçma ve hiçbir şey ifade etmeyen bir sözcük o anda. Ama insanoğlu pek tuhaf. O an tek düşündüğüm bir felakete kurban gitmemiş olması. Ne bileyim, korkunç bir trafik kazası, cinayet, yangın…

İnsan ölümün bile güzel olmasını istiyor. O gün bunu öğreniyorum. Neyse ki yüreğime sular serpiliyor. Çok şükür – bu da o an aklıma gelen ama kardeşime dillendirmediğim bir ünlem- sadece bir kalp krizi!

Sabahın ilk ışıkları ile beraber havaalanındayım. İzmir henüz uyanmamış. Karşıyaka’ya kadar gözümü kırpmadan izliyorum etrafı. Babam ölmüş… Öğle namazından sonra toprağa emanet edilecek. Yorgunum. Üzgünüm ve ağlamak istiyorum.

Ağlayamıyorum. Ta ki Naldöken’den Alaybey’e girip, anıtı görünceye kadar. Evimdeyim… Artık ağlayabilirim.

Çocukken de bu böyleydi. Ne zaman karşı tarafa geçsem, içimde anlam veremediğim bir huzursuzluk. Her daim bir dönme isteği, ne yaparsam yapayım, ne kadar çok eğlenirsem eğleneyim bir an önce Karşıyaka’ya ayak basayım isteği…

Ağlıyorum. Karşıyaka sahili boyunca giderken, o çok bildik, o çok bana ait benim olan her binaya, her ağaca, her sokak başına göz bebeğim değdikçe ağlıyorum…

Cenaze, kabristan, okunan dualar, taziye sözleri, eş dost ziyaretleri… Gecenin geç bir vakti en sonunda sabahtan beri aklımda olan odanın kapısını aralıyorum.

Ürkek adımlarla babamın çalışma odasından içeriye giriyorum. Oda babam kokuyor. Terasa açılan kapıyı açıyorum. İçeriye Karşıyaka kokusu doluyor. Hanım eli, yasemin, sardunya çiçekleri ile meltemin taşıdığı yosun kokusu. Ama bu kadarla sınırlı değil. O kokunun içerisinde öylesine bir efsun var ki işte o Karşıyaka’nın kokusu…

Küçük bir oda burası. Pencerenin hemen önünde büyükbabamdan kalma antika bir çalışma masası. İki duvar tabandan tavana beyaz renkli camlı kütüphane ile kaplı. Masanın hemen yanında okuma koltuğu. Koltuğun yanındaki sehpada bir defter, okuma gözlüğü ve yarım bırakılmış bir kadeh kırmızı şarap. Gözlüğünü öpüp kokluyorum. Şarap kadehini bir süre dudaklarımda tutup küçük bir yudum alıyorum. Bunları saklayacağım…

Şok ile başlayan bir önceki akşamdan beri uykusuzum. Gün boyunca yaşadıklarım yüzünden yorgunum. Gözlerimin önünden güne ait kareler geçiyor, gusülhane, cami, mezarlık, eve gelenler… Yüzlerce insan yüzü…

Koltuğa uzanıyorum. Babamın sıcaklığını arıyorum ve sanırım buluyorum da… Sessiz dingin bir bahar gecesinin kollarına teslim olmuş kent. Hüzzam makamında şarkılar geçiyor içimden. Hiç birinin sözlerini hatırlamıyorum.

Deftere ilişiyor gözüm. Dolma kalem ile zarif bir el yazısı eşliğinde yazılmış sayfalar. Mürekkebin vakur duruşu. Gözlerim babamın kalemini arıyor. Bir an bulamayacakmışım gibi geliyor. Yere düşmüş. Derin bir iç çekiyorum. Bunu da saklayacağım.

Nice sonra… Kendimle, odayla, kitaplarla ve elbette babamla yaptığım uzun sohbetin sonunda elimde kırmızı deri kaplı defter odama çekiliyorum. Gençliğimin odası… Yeşil kırmızı büyük bayrak hala kapının ardında asılı. Duvar boyunca eski Karşıyaka fotoğrafları. Çoğu orijinal. Büyük babamın emaneti.

Kırmızı renkli defter şöyle başlıyor.

<ı>“Büyük ağabeyimi ilk ve en çok kıskandığım anı hatırlıyorum. Ben doğmadan on beş, on altı yıl evvel yaşadığı bir hadisedir bu. Neredeyse ölümüne kadar, her fırsatta bu anısını anlatıp durdu. Ve ben şimdi rahatlıkla ifade edebilirim ki onu her anlatışında kıskandım. Bunlardan ilki 1922 senesinin sonbaharına aittir. Ağabeyim Şükrü ve onun kadim dostu deyim yerindeyse bebeklik arkadaşı rahmetli Şadıman Hanım Teyze’nin tek evladı Erol; neredeyse yedi sekiz yaşlarında iken, bir son bahar günü, bayramlık elbiselerini giyerek büyük bir heyecanla buluşurlar. O zamanlar elbette ki Karşıyaka böylesine gelişmiş değil. Dağlarda, tepelerde ev yok. Herkesin birbirini çok iyi tanıdığı, geceleri kapıyı, bacayı açık bırakıp yatabildiğiniz dönemler. Hatta Karşıyaka Polis Karakolu dahi iskelenin yanında küçük bir kulübeden ibaret. Anlayacağınız, ‘asayiş bel kemal’…

<ı>Efendim bizim Şükrü ile afacan arkadaşı Erol, Karşıyaka Yalısı’ndan çıkıp kafalarında kasketleri ile koştura koştura çarşının içinden geçip, tren istasyonuna, oradan da istasyonun hemen arkasında kalan büyük bahçeli köşke varırlar. Bu ilk gidişleri değildir. Onlara sorarsanız günlerce oraya gidip, bahçe duvarına tüneyip beklemişlerdir. Nihayet şanslı günlerinden birinde sonunda gayelerine ulaşırlar. Ağabeyim şöyle anlatır o anı; “Aklım evde bıraktığım yarım salçalı ekmekte ama bu işi yapmam şart. Başarılı olamazsam büyük hayal kırıklığı yaşayacağım. Biz Erol ile günlerdir oturduğumuz duvara tırmanmışız. Erol, elinde kasketi heyecandan kıpkırmızı olmuş beklemekte. Nihayetinde bizimkinde görülmemiş bir telaş, ‘kapı açıldı. Oğlum orada işte. Geliyor!’ Benim gözlerim fal taşı gibi açılmış, kapanmak bilmiyor. İlk yaptığım şey el sallamak. Karşı kapıda yanındakilerle beraber tekerlekli sandalyesinde, anneanneme benzeyen; başında beyaz tülbendi ile o duruyor. Ben bağırıyorum Erol ile beraber, ‘Anne, anne…’ diye. Sonunda sesimizi duyuyor. Bize doğru bakıp el sallıyor gülümseyerek. Tutamıyorum kendimi var gücümle bağırıyorum, “Anne, anne… Büyüyünce <ı>ben de Kemal Paşa’nın askeri olacağım” diye.

<ı>Anlayacağınız odur ki Zübeyde Hanım’ı görmüştür hergele… Hem de Atanın annesi ile el sallaşmışlardır. İkinci hadise daha da vahimdir. Elbette vahimliği tamamen benim serzenişimdir.

<ı>Ağabeyim Şükrü bir gün bizim kalfanın- bana yetemedi ömrü rahmetlinin- bin kere ricası ile istemeye istemeye, neredeyse ayakları geri giderek çarşıya ulaşır. Ona verilen görev, Tütüncü Haydar’ın dükkânına gitmek ve bir gün önce ısmarlanan siparişi almaktır. Ancak Karşıyaka Çarşısı’na gelince bir hareketlilik, bir telaş, bir sevinç… Zannerdersiniz delinin biri herkese para dağıtıyor. Şöyle anlatırdı: ‘Çarşıda herkesin yüzünde güller açmıştı. İnanın bana öyle! Sevimli bir telaş içerisinde; kadınlar, genç kızlar ellerinden tutup adeta çekiştirdikleri küçük bebekleri, çarşı esnafı, genç ağabeyler hepsi hızlı adımlarla ve üstlerine başlarına çekidüzen vererek, saçlarını düzelterek iskeleye doğru yönelmişti. İşin ilginç tarafı karşı yönden gelen kimse yoktu. Bende daldım aralarına. Bir acayip durum var. Tüm Karşıyakalıların ağzı kulaklarında. Birkaç adım attım, dayanamayıp önümde yürüyen birinin ceketine yapıştım, ‘Ne var? Ne oluyor?’ diye. Dedi ki, ‘Mustafa Kemal Paşa gelmiş, Halkevi’nde kahve içiyormuş!’ Nasıl ok gibi fırladım yerimden, o kalabalığı aştım, Halkevi’nin önüne geldim, hatırlamıyorum. Ama onu gördüm. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Karşıyaka’daydı. Gözümle gördüm onu. Gerçekti ve müthiş yakışıklıydı.’”

‘Babamın yazısına dokunuyorum eline dokunurmuşum gibi; parmaklarım parmaklarına dokunuyor, bir kez daha şaşırıyorum o ellerin uzunluğuna.

Henüz sekiz, dokuz yaşlarında olmalıydım. Bir pazar sabahı, geleneksel uzun kahvaltının ardından: “Hazırla bakalım atkını, bayrağını, maça gidiyoruz bugün, ” demişti. Heyecandan yanaklarım ala bulanmıştı. Öğleden sonra statta, onlarca kalabalığın içerisinde, yeşil kırmızı bir denizde bulmuştum kendimi. Kazanmıştık. Babam ve arkadaşları benim uğurlu geldiğime kanat getirmiş, bu da beni çok gururlandırmıştı. Şarkılar söyleyerek stattan çıktığımızı, vapura bindiğimizi şimdi dudaklarımın kenarına kondurduğum mahzun bir gülümseme ile hatırlıyorum.

Vapur Karşıyaka İskelesi’ne yanaşırken babam, “Ne diyorlar duyuyor musun?” Güvertedeki genç ağabeyler, ellerinde bayrakları bir sağa bir sola sallıyor ve bir ağızdan bağırıyorlardı, ”Biz Karşıyakalıyız!” Evet, anlamında başımı salladım. “Peki, bu sözün nereden geldiğini biliyor musun?” Alt dudağımı dışarıya doğru sarkıtıp, kafamı iki yana salladım o devam etti, “ Karşıyaka Spor Kulübü, milli mücadele öncesinde kurulmuş bir takım. Yani Kurtuluş Savaşı sırasında hâlihazırda bir futbol takımı vardı. Ama savaş başlayınca tüm takım cepheye gitti. O zamanlar Kuvayi Milliye evlerine girerken parolaymış, böyle söylerlermiş, ’Biz Karşıyakalıyız!’ ta o zamandan kalma bu slogan” Hoşuma gitmişti bu hikâye. Sonra devam etti babam, “Biz de şu çocuklar gibi gençken, maçı kazanıp yuvaya vapurla dönerdik. Ama o zamanlar adetti. Kaptan başlardı canavara asılmaya, ‘Vuuut Vuuut!’ o zaman daha biz körfezin ortasındayken, tüm Karşıyaka anlardı kazandığımızı.”

Gözlerim doluyor. Bedenim yorgun ama uyku çoktan benden vazgeçmiş. Defterin sayfalarını rast gele çevirmeye devam ediyorum. Daha dingin bir zamanda sindire sindire baştan sona okuyacağım bu anıları ama şimdi değil. Şimdi sadece babamla yaşamak istiyorum.

“<ı>İlk rakımı babamla birlikte içtim. Bu gelenek benden önceki iki ağabeyimde de birebir uygulanmıştı. Babam keyfine düşkündü. Hafta sonları mutlaka bir rakı balık sofrası kurulurdu evin bahçesinde. Bunun sinyali de öğleden önce verilirdi. Annem bize seslenir, ‘koşun balık yakalayın, ’ derdi. O zamanlar öyleydi… Balık çarşıdan, pazardan alınmazdı. Sahilde demirli tekneye atlar, artık Allah ne verdiyse, yakalar getirirdik mutfağa. Birkaç yeşillik – şöyle üzerine bolca zeytinyağı dökülmüş – mangalda pişmiş balık, birkaç kadeh rakı…Değmeyin keyfimize. Annem dört erkekle beraber yaşadığı o evde sadece özel günlerde bir kadeh içerdi. Namazında niyazındaydı ama yaz ayları geldi mi kendi eliyle ördüğü mayosunu giyer atardı kendini Karşıyaka’nın sularına. Balık gibi yüzer, saatlerce çıkmazdı sudan.”

‘Hımm…’ diyorum kendi kendime. ‘Demek ki bu alkol alma durumu ve deniz sevdası genlerimizde varmış!’ diye düşünerek gülümsüyorum. Annem geliyor aklıma aniden. Cenazede ve sonrasında dimdik duruşu. Kara gözlerindeki kederi herkes gördü ama o belli etmediğini zannetti. Bu değildi onların planı hiç kuşkusuz. Biz çocukken onların birbirlerine olan sevdalı kaçamak bakışlarını hatırlıyorum. Bir çocuk için ne kadar da önemlidir anne ve babanın birbirlerine olan ilgisi ve sevgisi… Babamı, annemden kıskandığım zamanları anımsıyorum, bam telim en incesinden titriyor.

Onlu yaşlarıma gidiyorum. Annem hafta sonları arkadaşları ile buluşuyor. Annem kapıdan çıkar çıkmaz babam odasına kapanıyor. Tırın mırın müzik sesleri geliyor. Haftalarca bu böyle sürüp gidiyor. Kız kardeşimle ben kulaklarımız kapıda babamı dinliyoruz kıkırdayarak. Çalamadığı için kendi kendine sövmesi hoşumuza gidiyor. Annemin geliş saatine yakın dışarıya çıkıyor ve işaret parmağını dudaklarına götürerek bize, ‘sus’ işareti veriyor. Babam, annemden gizli bir şeyler çeviriyor ve babamla sırdaş olmak hoşumuza gidiyor.

Birkaç hafta sonra evde, bir aile dostları ile buluşuluyor. Annemle babamın evlilik yıldönümü, şenlikli bir hıdrellez akşamı. Sanki tüm Karşıyaka onların evlenişini kutluyor. Sokaklarda rengârenk insanlar. Dümbelek sesleri, kemana, şarkı sözleri birbirine karışıyor. Her sokak başında bir çoban ateşi… Gül ağaçlarına dilekler bağlanıyor, deniz kutsuyor Karşıyakalıları, öylesine dingin ve sevecen okşuyor kıyıyı…

Yemeğin sonlarına doğru, babam masadan kalkıp odasına gidiyor az sonra boynunda kırmızı bir akordeonla geliyor ve başlıyor çalmaya. Akordeonun büyülü sesine masadaki herkes eşlik etmeye başlıyor. Annemin yanakları kızarıyor gözleri doluyor ama o da katılıyor şarkıya, “İpek siyah mantolu, beyaz beyaz yakalı… Ne yaman şeysin ne yaman şeysin Karşıyakalı…”

Anıların arasından kırmızı deftere geçiyorum. Babam oradan bakıp anlatıyor bana çocukluğunu ve gençliğini. Sanki benim için bırakılmış bir hediye bu. Merakla son sayfalara göz gezdiriyorum. En son ne yazmış? Ölüm onu çağırmadan önce zihninde ne varmış?

“<ı>Büyük kızımın yanına Amerika New York’a gittim. Evlat sayesinde Amerika’yı görmek de varmış. Sevgili karım ve ben üç gün içinde bunaldık. Kızım olmasa, onun bizimle beraberken yüzünün aldığı o çocuksu heyecan ve sevinç olmasa hemen ilk uçağa binip kaçacağım. En sonunda bir gün bilmem ne müzesini ziyarete gitmek için kızın arabasına doluştuk. Baktım dikiz aynasında Karşıyaka logolu bir anahtarlık, dayanamadım öptüm, ‘ Burada da buldun ya beni! Ben sana kurban olmaz mıyım? “ dedim. Vallahi de öptüm. Billahi de. O sırada kızım gözleri dolu dolu, adeta burnunun ucu titreyerek, ‘Ah baba! Sorma ben her sabah yapıyorum bunu…’ demesin mi? Sonrada boynuma sarılıp ağlamasın mı? O an öleceğim zannettim. Böyle bir şey işte Karşıyakalı olmak dostlar… Nerede, ne zaman olursanız olun evinizi özlemek, çocuk olmayı özlemek gibi bir şey Karşıyaka’yı özlemek. O <ı>gün bir kez daha çok şanslı olduğumu anladım.”

Artık dayanamıyorum. Koy veriyorum içimde saatlerdir tuttuğum haykırışı. Boğazımı yırtarak çıkıyor hıçkırıklar. Gözüm kapıda asılı bayrakta, göğsüme sımsıkı bastırıyorum kırmızı deri kaplı defteri. Sanki babamın başı düşüyor omzumun ucuna. Sanki…

 
Toplam blog
: 8
: 567
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

1995 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni bitirdim. 10 yıl boyunca İzmir'de aktif olarak g..