Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Mart '10

 
Kategori
Anılar
 

Hayat, gerçek bir tiyatro! – II

Hayat, gerçek bir tiyatro! – II
 

Bize biçilen role terleyen yürek gerek...


Tiyatro zevkini nasıl, ne zaman elde ettiğimi; tiyatronun insana kattığı derinliğe ne kadar ulaştığımı ve hayat tiyatrosunun insanı hangi boyutlarda terletebileceğini, bende kalan tortularını, layıkıyla, bilmiyorum… Fakat şunlardan eminim: Zevki, birikimi ve "tuzu" nerede almaya başladım? Ankara’da, üniversite yıllarımda… Zevki, birikimi ve tuzu nereye aktardım ya da aktarmak istedim? Ankara dışındaki şehirlerimde, içinde İşitme Engelliler İlk Öğretim Okulu da bulunan, adım attığım her okula…

Profesyonel tiyatro eğitimi aldım mı? Hayır! Tiyatro oyunu nasıl sahnelenir, konusunda bir eğitim?.. O da, hayır! Tiyatro ile ilgili –bir yazı türü olması dışında- teknik bilgim var mı? Tamamen var denemez; tamamen de yok denemez… “Ne demek şimdi bu?” diyeceksiniz… Şu demek ki: Başlığında veya içinde “tiyatro” sözcüğü geçen her kitabı, her ansiklopedi maddesini, her dergi makalesini ya da internet maddesini, ulaştığım anda okumak/elde etmek gibi bir tutkum var. Fakat, bu tutkumun daha da ötesinde, - her ne kadar, küçük ve orta ölçekli şehirlerde zaman zaman yakalaması zor olsa da- ; çocuk tiyatrosu, orta oyunu ve karagöz de dahil, şehre gelen her tiyatroyu seyretme tutkusu da beni alıp götürüyor/götürdü yıllardır… Bence bu tutku, ( profesyonelleşmektense amatör ruhla bir şeye duyulan yürek yangını) diğerinden daha yakıcı, iz bırakıcı… Yani tiyatro seyircisi olmak; seyretme tutkusu…

Gençliğimde, Ankara’da tiyatroya giderdim… (Şimdilerde de, gitmeyi planlıyorum ama daha gitmek nasip olmadı…) Hatta, sonrasında da, mesleğimin ilk şehri Nevşehir’den de, tam iki buçuk sene her haftasonu mutlaka, Ankara’ya, tiyatro izlemek için gittim… Bununla da kalmadım; beni çok etkileyen oyunların hem matinesine hem de suaresine girmiş buldum kendimi… Bilmem ki kaç tane oyuna da, birkaç ay sonra yeniden gittim?..

Nevşehir’den sonra, “tiyatro seyretme” eyleminden giderek uzaklaşmaya başlayınca; neden “seyirci kalmak”la ya da “seyretmeyi özlemek”le zaman öldüreyim ki, dedim… Tiyatro, hayatın kendisi ise tiyatroyu yaşarım da yaşatırım da… Belki de, bu tutku daha da deliciydi…Çünkü; hayatımın rolünü oynarken terleyecektim ama tuzu “benim olacaktı”… Nevşehir ilinin ardından Maraş’ta buldum kendimi:”Kahramanmaraş”… Kendi irademle Anadolu Öğretmen Lisesi’ni bırakarak, kendi irademle seçtiğim “Maraş”… Bu şehre ayak bastığım sıralarda şehirde Anadolu Öğretmen yeni açılmıştı ve on yedi öğrencili okulun yeni bir öğretmeni de vardı. Bu yüzden, bana Çukurova Elektrik Anadolu Lisesi’nde çalışmak düştü… İyi ki, yolumda karşıma çıktın “okulum”…Ve iyi ki, bu güzellik bana, iradem dışında nasip oldu… Yaşamın tuzu, beni susatmıştı; ve tam vaktinde o suya yanaşmış, yanaştırılmış olmalıydım… Hissediyordum bunu…

Beni tam anlamıyla “terleten”; “sorularıyla”, “sorgulamalarıyla”, “kültüre ve sanata olan ilgisinin yanında, yürek kıpırtısına açlığıyla” beni her daim sınava sokan, bir Edebiyat Sınıfına derse girmeye başladım… Tam iki yıl sımsıcak bir fırındaydım sanki…Ve iyi piştim o fırında, iyi de terledim…

Şöyle bakıyorum da şu öğretmenlik rolüme; elimde ders kitabı gibi Ötüken Yayınlarının Büyük Türk Klasikleri olduğu halde her gün derslerine girdiğim tek sınıf, tek “tiyatro sahnesi”, o, 5 Edebiyat A sınıfıdır. Hala, o edebiyat ansiklopedisinin içindeki şiirlerin yanında beyit beyit, bent bent o sınıftaki öğrencilerimin –kurşun kalemle- adı ya da numarası duruyor… Büyük Türk Klasikleri, sınıfımızın ders kitabı, hayat tiyatrosunun ana metni, oldu adeta… Özellikle, altı saatlik “Edebî Metinler” dersinde her döneme ait beyitleri, bentleri, dörtlükleri, üçlükleri ayrı ayrı - tek tek görev alıp da- az mı “şerh etmiş”; az mı yorumlarımızla tatlı tartışmalara girmiş, az mı şiirlerin, öykülerin hayallerimizde canlanan simalarını mimiklerimizle "gerçekten" resmetmiştik?!.

Öğrencilerim, on dört yüzyılı içine alan koskocaman dünyayı bana taşıtarak beni terletti diye(!); Cemil Meriç’in “Jurnal 1”inden, önce üç ay fişleme tekniği ile not tutturduğum gençleri “bir kitaptan yazılı yapmayı”, yine ilk defa o sınıfta denemiştim… Sonraki yıllar, bu rolü de sevdim… Simyacı’lardan, Pembe İncili Kaftan’lardan, Dokuzuncu Hariciye Koğuş(u)”larından ve diğerlerinden onlarca yazılı yaşadım(!)…Yazıyı, yazılıyı yaşadım ve yaşattım…

Jurnal’i bütün sınıfın sayısınca, İstanbul’dan, o zamanın şartlarında, “getirtebilmem” de ayrı bir maceraydı, aslında…(“Getirtebilmek”, diyorum; öğrenciler, veliler, okul idaresi, PTT, yayınevi, meslektaşlarım, bütçem ve şehir imkanlarına karşı seçebildiğim tek doğru kavrayış, bu kelime de ondan: getir-t-e-bilmek…)

Yapılan, yazılan, yaşanan o ilk kitap yazılısını da unutmam: Üç ay boyunca, kitaptan kimi öğrencilerimin otuz, kimisinin yüz tane çıkardığı fişleri kastedip de, sınıfa dönerek:

“Koyun masanın üstüne, onlara bakarak yazılı olacaksınız!” dediğimde, öğrencilerimin şaşkınlıklarını ve gözlerinin dillendirdiğini, hala dün gibi hatırlıyorum:

“Kesinlikle, hocamız aklını yitirmiş olmalı: Bize, resmen kopya çekin, diyor.”

Hemen ardından soru kağıtlarını dağıttığımda, ikinci bir şaşkınlık: “Sorulan soruların cevabı, acaba hangi fişteydi?”

Büyük bir telaş… Fişleri aramak, aramak, aramak… Ancak, birkaç öğrenci; birkaç fişi, aklını, birikimini, ve de en önemlisi cesur yüreğini bir araya getirince “soru bilmecelerini” çözebileceğini anladı, sınav süresinin tam orta yerinde… Belki bir, belki de iki öğrencim de fişlerinin üzerine “alıntı” dışında “kendi yorumlarını” da, daha sınava gelmeden yüreklice ekleyebildiklerinden, süresi içinde ve isabetli cevaplarla sınavı bitirmişlerdi…

O sınavın yapılışı/yaşanışı sırasında beni eleştiren çok branşdaşım olmuştu… Cemil Meriç’i büyükler bile anlamayabilirdi ve bu kitap, gençlere sormak için, oldukça ağırdı…

Aslında, onlara da yıllar önce verdiğim cevap gibi; “sınav” kavramı geniş kapsamlıdır ve sınavın ağırlığı yaşa ve deneyime göre ayarlanmalıdır, bunu bilir herkes… Önemli olan, öğrencilerimin “okuma” ve “olanı yaşama” yüreğini gösterebilmeleriydi benim için… Ve yürekliler ipi göğüslerdi; göğüsledi… Kaç metre koştukları önemli değil, koşmaları yeterdi; yetti… “Yaşamın güzelliğini” anlamak ve “an”ı yakalamayı bilmek, bulmaktı işimiz; terledik, çabaladık…Yaşama seyirci kalmadan, yaşamda terleyebilmekti anlamlı rolümüz; yüreğimizi koyarak bize biçilen rolü oynadık …

Şimdi, düşünüyorum da; o Jurnal sınavında, öğrenci ve öğretmen için en tatlı olan: ”aramak”, ”aramak”, ”aramak”; “terlemek”, ”terlemek” ve nihayetinde “susamak”, “susamak”tı…Marifet; ”Perde” demekte değil; “perdeyi aralayabilmek”teydi, yüreklerin koşusunda… Koştuk…Koştuk ve hayatımıza tat veren hayat tuzunu bulduk...O ne müthiş tattı?...Hissettim bunu...

Neyse; sınavın yorumu hayattaki rollerimize ve beklentilerimize göre değişir, elbet… Ama yine de itiraf edeyim, o gün öğrenciler epey terlediler… Fakat eminim, en geniş anlamlarıyla kullandığım “kitap okumak” ve “yorumlamak” denince; bu yürekli işi en iyi öğrenenler de Çukurova Elektrik’in 93-94 Edebiyat sınıfı mezunları oldu…

Öğrencilerim beni, Ansiklopedi taşıtarak yormuştular(!); bense, onlardan acımasız(!) rövanşımı onlara Cemil Meriç kitabı çözdürerek(!) ve onlardan "parçaları bularak "resimlerini tamamlamalarını" (Yorumlamalarını) istemek"le, onları terleterek(!) almıştım ya; artık, işi tatlıya bağlamak gerekiyordu…

Edebiyat sınıfımın Lise sona geçtiği ilk ay içinde, sene sonunda beraberce bir tiyatro oyunu sergilemeye karar verdik. Hem de başrolde, beni geçtiğimiz bir yıl boyunca hiç dinlemeyen- ya da "sorgulamadan dinlemeyen" demeliyim- ve beni en fazla yoran, üzen Vehbi olacaktı…

Tiyatromuzun açılışı; görebileceğimiz, yaşayabileceğimiz günlerde… Davetlisiniz, efendim… Lütfen seyirci kalmayınız…Ve unutmayınız; hayat gerçek bir tiyatro: Rolü için terleyenlere…Terlemeye susayanlara… Yüreğinin rolünü arayanlara…Hayatı tadanlara...Hissediyorum bunu...

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..