Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Şubat '10

 
Kategori
Anılar
 

Hayat, gerçek bir tiyatro - I

Hayat, gerçek bir tiyatro - I
 

Hayatı görenlere...


(Ya da; Tiyatro, Gerçek Bir Hayat!..)

Bunca yıl, birçok okul gezdim. Neden mi? Türkiye’nin farklı şehirlerindeki ve farklı türlerindeki okulları merak ettiğimden değil, açıkçası… Her yeni okuluma gelişimde, bir şekilde, yeni görev yerime geliş sebebimi soranları, -herhalde, son beş on yıl içindeki söylemlerim için, böyle bir açıklama daha geçerli olacak- hayal kırıklığına uğrattığımı gördüm… Hatta, son iki üç okulumda ise, vereceğim cevabın insanlara şaşırtıcı geleceğini bilerek; huzur içinde, daha cevabı açıklamadan muzipçe güldüm…

Evet! Bana, “Bu okula neden geldiniz?” diyenlere ya da “Hoca Hanım, bu kadar okul dolaşana da rastlamadım” diye, kendince dokundurmada bulunduğunu sanan okul memurlarına, hep güldüm. Bu gülümsememin dışa taşmasına engel olabildim mi? Emin değilim… Fakat, içtenlikle tebessüm ettiğimden ve gönül rahatlığı ile sarf ettiğim, “benlik” cümlelerimden eminim:

“Bu okulu neden tercih ettiniz?”

“Bütün tayinlerim, ya anne ve babamın yer değiştirmesine ya da çocuklarıma göre oldu…”

“Efendim?”

“Yani, bir okuldan başka bir okula gidiş sebebim; daima ailem, aileme yakın olma isteğim. Ve biliyor musunuz? İlk iki tayinim dışında, bütün yer değiştirmelerimi kendim istedim.”

“Yaa?” (Bu anlamlı nidanın içindeki, binlerce anlamı, anlamaya hiç uğraşmadım yıllarca…)

Ve her yeni okulumda; yeni sahne, yeni dekor, yeni çevre, yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni öğrenciler, yeni yaşantılar gördüğüm, tanıdığım için yepyeni enerjiyle; yepyeni “abece”yle, “hayata merhaba” dedim.

Şöyle bir düşündüm de - her ne kadar, son yıllarda, özellikle yirmi yılı devirdikten sonra, çok sık dillendirmeye başladıysam da-; “Kaç yıllık öğretmenim?” gibi bir sorgulamaya dahi girmedim, doğrusu… Şu son yılların vurgusu, aslında, kendime değil de; herhangi bir okul içi ve okul dışı girişimde “Ben, çok gencim bana ne!” ya da “Benden geçmiş, gençler yapsın!” diyenlere – veya bunlara benzer şeyleri, söylemeseler de, düşünenlere- bir tariz oluyor herhalde…

Okullarımın hiçbirinde; yıl, kıdem, fildişi kulede öğretmenlik, haksız rekabetle bir yer edinme, en gencim, en yaşlıyım, çok iş var, bana mı düşmüş, ona mı düşmüş, ortadayım; oh ne ala gibi takıntıları yaşamadım…

İki üç yıllık öğretmenken; “Daha pek toysun, genç hanım; şimdi koşarsın, sonra oturursun bir kenara!” diyen on yıllıklarla çok karşılaştım… Şimdilerde ise; “Okul böyle Hocanım, ilk yıl çalıştırırlar; sonra alışırsın!” diyen beş yıllıklar bana akıl veriyor… “Akıllı olalım” öğüdüyle boş boş oturan “akıllılar”dan, çok yakın bir zamanda oldukça bunalmış olacağım ki; ”Merak buyurmayınız Hocam, ben zaten yılların alışkanlığını yaşıyorum” deyivermişim… İnşallah, fazla kırıcı ya da ukala olmamışımdır…

Benim öğretmenliğimde, iki derdim var; hatta, belki de üç: Birincisi, öğrencilerime bir şeyler öğretmeli, onlara yenilikleri ve güzellikleri yaşatmalıyım; ikincisi, kendime yeni yeni şeyler öğretmeli, yenilikleri ve güzellikleri yaşatmalıyım; üçüncüsü de, edebiyatın hayatla bağlantısını yaşadığım çevredeki herkese anlatabilmeli ve “beraberce” hayatın yeni tatlarına ulaşmalıyız… Edebiyatı 45’lık zaman duvarlarından, beş seçenekli testlerden, papağanların niye ezberlediğini bile düşünemeden ezberledikleri üç beş kelime yığını olmaktan kurtaralı, hayli zaman oldu benim için… Ya da ben, öyle sanıyorum… En azından, bir toplulukla, neşeli ve bereket getiren bir hareketlilik içinde olduğumun farkındayım… Gülen gözleri de görüyorum, şükür…

Bundan tam on beş yıl evvel; Anadolu Ticaret Meslek Lisesi’nde öğretmenlik yaparken -daha okula gelişimin ilk aylarıydı- Hazırlık Sınıfı Türkçe derslerine giriyordum. İlk şaşırdığım şey; ders kitabı oldu. Karşımda bir Lise ders kitabı duruyordu; içinde ilkokul üç hikâyeleri vardı. Tabii, o kitaba tam bir yıl katlandım… Önceden seçildiği için, kitaba yapılacak bir şey yoktu, o an için. Ne de olsa, o da bir kitaptı; mutlaka, bize bir şeyler öğretecekti. Sınıfımıza, bir yıl dayanabilen o kitaptan küçük bir yazı, tek bir yazı parçası; bana öğretmenlik hakkında önemli bir ipucunu miras bıraktı…

Okuma parçasının başlığını ya da parçanın alındığı eseri ve eserin yazarını hatırlamıyorum… Yalnız, o yazı parçasının yüreğimdeki izi; üzerimdeki tesiri büyük oldu. Parçada diyordu ki; ”Bir öğretmen, öğretmenliği süresince yüzlerce öğrenciye bir şeyler öğretmeye çalışır. Eğer öğretmen, meslek hayatı boyunca, en azından beş ya da on öğrencisinin yeteneklerini keşfedip de onların hayatını değiştiremiyorsa, kendini öğretmen saymamalıdır.”

O kitabı okuttuğum yılın ertesinde okul müdürüne, “Lise Hazırlık sınıfının Türkçe derslerinde, sırf hikâye okuyarak vakit geçirmemizi istemiyorsanız, bu ders kitabını değiştirelim” dedim demesine ama; bu kitabın bana verdiği öğüdü aylarca uzun uzun düşündüm…

“Bir öğretmen, meslek hayatı boyunca, beş on öğrenci keşfedip de onlara yeni ufuklar açmıyorsa…”, ”onları tanımıyorsa…”

Altı yıllık öğretmendim… Geçirdiğim altı yılı gözden geçirdim; hafızama kayıtlı öğrencilerim ve onların gülümseyen gözleri var mı, diye… Eh, sayı altı olmasa da; vardı…

Sonra ileriye baktım… Bilgi öğretmek –yok, daha öğretmek aşamasında değildim galiba-, bilgi aktarmak; evet! Ya keşif? İnsanı keşfetme… Otuz kişilik bir sınıfın otuz ayrı insanına ayrı ayrı eğilmek; onları anlamak; onlara yol göstermek; onları tanımak! Demek ki; öğretmenin sınıfa -sınıf da ne canım-, insana karşı duruşunu gözden geçirmesi gerekiyordu… O günden sonra, yeni bir sınıfa ilk adım atış; ya da bana yeni verilen sınıfın “benimle” ilk bir iki ayı, benim için çok daha önemli oldu… Öğrencilerimin farklılıklarını tespit etmeliydim… Ve öncelikle ele alacağım “insanlar”; göze batmaktan çekinenler, kendini tanıtmaya yeltenmeyen / yeltenemeyenler olmalıydı… Ya da “bulunduğu yerden rahatsız olanlar”, “nerede bulunduğunu göremeyenler”… Sonrasında; her insanın bir özelliğine, daha yakından eğilmeye çalışmalıydım…

Sınıfın “Hikâye Kitabını” değiştirdiğim yılda, bu amaçlarıma uygun, güzel bir gelişme yaşadım: ”Mehmet Görgülü”…

Anadolu Ticaret Meslek Lisesi Hazırlık sınıfındaydı… Güzel bir Türkçesi vardı; hitabeti kuvvetliydi; akranları günlük kelimeleri dahi bilemezken yazılı ve sözlü kompozisyonlarında “geniş bir yelpaze içinde“ Türkçe kullanıyordu. Şiir yazıyor, münazaralara katılıyor; yaşıtlarına göre hacimli kitaplar okuyordu…

Günler geçtikçe Mehmet’le konuşma isteğim artıyordu…

Mehmet’le bir saatlik bir konuşma, “bize” yetti…

”Bak Mehmet! Senin iyi bir Edebiyatçı olacağına inanıyorum. Daha yaşın küçük. Üstelik, burası Hazırlık sınıfı. Kaybedeceğin pek bir şey yok. Hem insan, seveceği bir şeye kavuşacaksa; bir iki yıl kayıp bile sayılmaz. Okul değiştir; Düz Liseye git. Türkçe Matematik ya da Sosyal Bilimler bölümünü seç. Bu, senin için daha iyi…”

O yılın ikinci döneminin sonunda, Mehmet, gözleri ışıl ışıl, koşarak bana geldi:

”Hocam, müjdemi isterim. Babam kabul etti. Düz Liseye gidiyorum. Edebiyat Fakültesini kazanacağım, hocam. Size söz veriyorum.”

“Bundan büyük müjde olmaz, Mehmet. Başaracağına inanıyorum…”

Aradan, yedi ya da sekiz yıl geçti… Anadolu Ticaret Meslek Lisesi’nin tek bayan Edebiyat Öğretmenine bir posta geldiğini söylediler. Hoca Hanım, kendisine gelen Dergi’ye önce anlamsız gözlerle baktı…”Marmara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden kimi tanıyorum acaba?” diye düşündü… Bir taraftan da, derginin sayfalarına göz gezdiriyordu. İki şiir buldu, sonunda. Şiirlerin altında aynı imza vardı: Mehmet Görgülü…

“Senin başaracağını biliyorduk, Mehmet!..”

Mehmet’ten, iki üç yıl öncesinde aldığım en son haber; onun İstanbul’da bir dershanede Edebiyat Öğretmenliği yaptığıydı. Şimdi, kim bilir; Edebiyat’ın hangi güzel mekanındadır, meslektaşım Mehmet Bey…

Hayat, bir gerçek: Hayatı yakalayanlara… Hayatın hangi rolünün ona bahşedildiğini “görenlere”…" gördüğünü yaşayabilenlere..."

Demek ki; hep yeni okullara, hep yeni ufuklara, hep yeni yüreklere kucak açmak gerek; yüreklice! Ama, yürekleri ve gözleri unutmadan; onları kırmadan…

......................

Önümüzdeki dönem, "hayat boyu" öğrenci kalabilenlere hayırlı olsun...

Yegah Elf Mirzade

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..