Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '12

 
Kategori
Öykü
 

Hayat mı tesadüflerden ibaret? Tesadüfler mi hayattan?

Hayat mı tesadüflerden ibaret? Tesadüfler mi hayattan?
 

internetten alıntı


 

 

 

Yoksa!!!

Her bir insanın hayatı mı roman?

Soluktu fotoğraflar, zamana karşı direnememiş, sararmış ve yer yer silik. Belli ki yılların izlerini, toz zerrecikleri gibi yüklenmiş, yıpranmışlar… Belki de oradan oraya atılıp, mahzun kalmışlar.

Gözünden sessiz sedasız bir yaş süzüldü. Fotoğrafın siyah, beyaz solgun bedenine usulca. Bir zamanlar dipdiriydi insanlar, fotoğrafta yansıyan suretleri kadar.

İlkokulun bahçesinde; öğretmenin etrafında hepsi de; sıralanmışlar, kimi ayakta, kim çömelmiş. Hepsinde masum, yalın, yalansız, ümit dolu yüzler ve umut taşıyan yüreklerinden akseden gülücükler. Simsiyah önlükleri, bembeyaz yakalı minik civcivler.

Tek tek anımsamaya çalıştı Füsun, her birini birer birer…

Kimi, derin izler bırakmıştı silinemeyecek kadar, kalbinde ve zihninde, kimini ise hayal meyal hatırlıyordu.

Yine gözü, Nurten’le, Filiz’e takıldı. İçini yine tarifsiz bir hüzün kapladı. Yanyana idiler. Nurten’in kınalı saçları iki örgü, Filiz’in gülen yüzünde; derin bir mana vardı sanki.

Ah!!! O, Cüneyt ne yaramazdı. Sınıfı kırar döker, sonra süt dökmüş kedi gibi bir köşeye sinerdi, o haşarılıkları kendi yapmamış gibi. Gören katiyen ihtimal vermezdi.

Tamer, her teneffüs mandolin elinde, nağmeler döktürürdü tellerinden… Tüm sınıfça dinlerlerdi zevkle.

Bir de Pakistanlı kız vardı sınıfta. Babası, Hariciye de görevliymiş, onlarla beraber okudu birkaç sene. Adını bir türlü hatırlayamadı. Daha önce de hatırlamaya çalışmıştı ama nafile. Oysa ne güzel bir kızdı, kara gözleri, esmer yanık teni, ipek saçları ve de melek gibi huyuyla.

Nermin, gizli saklı haset duygularını, hissettirmemeye çalışır ama herkesin, imtihanlardan aldığı notu, kızların saçlarına taktıkları kurdelaları, çizdikleri resimleri vel hâsılı gizliden gizliye her bir şeyi kıskanırdı.

Gülseren, her ders ağlardı. Dersimi yine başaramadım, soruları cevaplayamadım diye gözyaşları ile tüm sınıfı bayardı. Her gün salya sümük, berbat olurdu simsiyah önlük.

Nejat, sımsıkı Galatasaraylı, Fatma ise Beşiktaşlı. Her hafta pazartesi günü kavga kıyamet, sınıfı birbirine katarlardı. Öğretmenin kızılcık sopası, başlarının üzerinde kavisler çizer ama bir yerlerine inmezdi de onlar çekişmekten vazgeçmezlerdi.  Öğretmen, YETER diye sınıfın orta yerinde; bas bas bağırsa da! Sınıftakiler ikiye ayrılır, onlarda bu meydan muharebesine katılırlardı. Sulh!!! Bir daha ki haftaya. Bakalım kim galip gelecek, savaş ona göre devam edecek! Korkusuz kahramanlar gibiydiler ikisi de…

Asude, defterlerinin her bir yaprağına eşsiz resimler, kenar süsleri çizer, bir de onları kuru boyalarla renk renk boyardı. Kitaplarının her bir sayfasının arasında da renkli çikolata yaldızları, kurutulmuş çiçekler saklardı. Sarı yapraklı defterlere müsvedde yapar, akşam özene bezene tüm notları temize çekerdi. En güzel defterler onundu. Kitap gibi çevir çevir oku…

Zaman su misali akıp geçti. Mevsimler tükendi. Yıllar tükendi. İlkokul, ortaokul derken, her biri hazan yaprakları misali bambaşka diyarlara savruldular. Kimi kırıldı, kimi kayboldu gitti…

&&&

Füsun, lise, üniversite derken epey müşkül ve zahmetli uğraşlardan sonra, eczacı oldu. Memur babasının, yoktan var ettiği birkaç kuruşun desteği ile kenar semtlerden birinde zor zahmet bir eczane açma şansına erişti. Var gücüyle çalışıyor, tüm semt halkı ile kaynaşmaya çalışıyordu.

&&&

Günlerden bir gün, bir sabah vakti;

‘’ Yeni gelmiştim eczaneye; etrafı toparladım. İçerideki kapalı bölmede çay hazırlığına girişmiştim ki, eczanenin kapısından, üzerinde okul forması, elinde çantası olan bir kız çocuğu girdi içeri.

Süklüm püklüm, omuzları çökük, yeşil gözleri belli belirsiz yaşlı. Saçları belki rüzgârdan dağılmış, belki?

-Çok başım ağrıyor, bana bir ilaç verir misiniz?

-İyi de başın ağrıyor ise doktora gitmen gerek. Öyle bilip bilmeden ilaç içilmez.

-Abla, ne olur… Şimdi doktora falan gidecek halim yok. Bana bir ilaç ver lütfen. Çok başım ağrıyor çok…

Yan etkisi en az düzeyde olabilecek bir ilacı verdim, titreyen ellerle ki ellerinin titrediğini o an fark ettim. Parasını uzattı. Sessizce geldiği gibi sessizce gitti. Ardından bir süre bakakaldım. Sanki pek bir telaşlı hali var gibiydi. Ya da bana öyle gelmişti.

Tabii bu meslek hayatımda bana büyük bir tecrübe oldu. Ve de… Ders!

Çayımı demledim, içtim. Gelen gidenin reçetelerine göre ilaçlarını verdim. Farkında değildim. Birkaç saat geçmişti ki mahalleden birkaç kadın, endişeli halleriyle içeriye girdiler. Pür telaş…

Ne oldu? Ne var? Dememe kalmadan!

-Eczacı hanım, koş gel ne olur! Bizim evin kapısının önünde; bir kız çocuğu ağlıyor, hem de hıçkıra hıçkıra… İlgilenelim dedik.’’ Ben ölmek istiyorum!’’ Diye hıçkırıyor. Ne olur gel bir bak!

-Valla, ne yaptıksa fayda etmedi. Ne derdini söylüyor, ne de ağlamaktan vaz geçiyor.

-Bir de sen baksan!

Hızla eczaneden çıktım, kadınların peşine takıldım. Onlar önde ben yanlarında koşmaca, soluğu evin kapısında aldık.

Baktım ki! O da ne? Bu, birkaç saat önce başım ağrıyor diye ilaç alan okullu kız.

Yavaşça yanına sokuldum. Dağınık olan saçları daha da dağınık, tarumar olmuş. Yeşil gözleri ağlamaktan kan çanağı. Hıçkırmaktan nefesi tıkanmış. Saçlarını hem düzelttim, hem de usul usul okşadım.

-Ağlama! Ağlamakla bir şey çözülmez! Gel eczaneye gidelim. Dedim.

Epey bir uğraştan sonra ikna ettim. Titreyen ellerini,( şimdi daha da bir zangır zangır titriyordu)avuçlarımın içine aldım. Birlikte eczaneye geldik. ‘’O’’ aldığı ilaçlardan, Allah’tan ki korkmuş da bir iki tane içmiş. Niyeti hepsini yutmakmış da cesaret edememiş. Bu da Allah’ın bir lütfu işte. Hem ona hem de bana!

Sandalyeleri birleştirip oturttum, sırtına şalımı örttüm.

-Sen şimdi otur ortalık sakinlediğinde; konuşuruz. Tabii ki istersen! Dedim.

Kadınları da, hadi siz evinize gidin, ben hallederim diye, evlerine gönderdim. Uzunca bir süre sonunda; sakinledi, yüzüne dingin bir ifade yerleşti. Sandalyemi yanına çekip oturdum ve yine ellerini tuttum.

-Anneni ve babanı aramamız lazım. Seni merak etmişlerdir.

-Babam yok benim!

-Peki, anneni arayalım.

-Annem işte. Hem bana kızar şimdi!

-Olsun. Biz de akşamı bekleriz zaten az kaldı. İstersen evinize beraber gideriz.

-Peki… Dedi, boynunu bükerek.

-Neden bu kadar üzgünsün? Neden ağladın bu denli? Neden intihar etmek istedin? Neden bu saate sokaklardasın? Neden okula gitmedin?

Soruları art arda sıraladığımı fark ettim. Sustum!

O da sustu… Sadece sustu. Belli ki çok üzgündü, yıkık ve acılı… Belki başından kötü bir olay geçmişti. Ya da ne bileyim… Bilemedim zaten, ne o gün ne de sonra hiçbir şey anlatmadı. Ne bana ne de annesine. O gün yaşadığı belki de büyük bir kasırgaydı.

Akşam eczaneyi kapatıp, birlikte evlerine gittik. Kapıyı kınalı saçlı, uzun boylu incecik bir kadın açtı. Şaşkın ve garip bir ifadeyle bakarak.

Nurten’di O… İlkokul arkadaşım Nurten. Bir an donduk, ikimizde kapının ağzında. İlk şaşkınlığı üzerimizden atar atmaz deliler gibi sarıldık bir birimize. Yıllardan sonra…

İçeriye buyur etti. Biz bu arada Aylin’i bile unutmuştuk. O da şaşmıştı. Nereden nereye?  Hasret, muhabbet derken geçen yılları anlattık. Neler yaptık? Nelerle karşılaştık? Nerelerden nerelere geldik?

Nurten, liseyi bitirince çalışmaya başlamış. Ve… Bir delikanlı ile anlaşmış. Evlilik hayalleri kurarken, delikanlı karnında bebeği ile onu yüz üstü, ortada bırakmış. Kaçmış! Ailesi de biz böyle bir durumu kabul etmeyiz diyerek onu dışlamış. ‘’O’’ da geçen seneler içerisinde; hayat mücadelesini tek başına vermiş ve kızını büyütmeye gayret etmiş. Çok sıkıntılı günler geçirmiş. Hem anlattı, hem ağladı. Aylin de bir köşe de sessiz sessiz annesini dinledi.

-İyi de siz, nasıl buluştunuz da beraber buraya geldiniz? Diye sormak geldi sonunda aklına.

Aylin’le bir birimize baktık bir an ve aramızda anlaşmış gibi, hiçbir olandan bahsetmeden olayı geçiştirdik. Zaten Nurten beni görmenin heyecanı ile daha fazla soru da sormadı.

O günden sonra, Aylin ikimizin de kızı oldu. Zaman zaman tahsilini tamamlaması için elimden geldiğince, yardım ettim. Elbette yolu yordamınca.

Sevmiştim hem de çok sevmiştim ve evlenmiştim ama evlendiğim insan, evliliğimiz süresince sadece kendi ve kendi zaaf ve zevkleri için yaşadı. Allah bana sevgi denen duyguyu verdiğinde bir de sonsuz bir sabır bahşetmişti. Ve… Sınıyordu sabrımı fazlasıyla. Ne yazık ki çocuk sahibi olamamıştım. Doktor, hastane gezmediğim yer kalmadı ama olmadı. Olmadı…

Aylin, benim sahip olamadığım çocuğun yerine, bana gelen bir mucizeydi sanki.

Şimdi…

Üniversiteyi bitirip, öğretmen olan ve mutlu yuvasında eşi ve iki çocuğu ile yaşayan kızım/ımız ve torunlarım/ımız ile Nurten’le birlikte kâh eski günleri yâd ediyor, kâh mesut bir halde yaşıyoruz. Belki acı bir tesadüftü bizi yıllar sonra bir araya getiren belki de Allah’ın bir armağanı? Kim bilir?’’

&&&

Fotoğrafları, yine usulca bıraktı aldığı yere. Yüzüne acı bir tebessüm yerleşti. Yıllar ne çabuk geçmişti. Nurten’i bulduktan sonra ilkokul arkadaşlarının bazılarını aramış, bir kısmını bulmuş, bazılarının ise onlardan tamamen ayrılmış olduklarını öğrenmişti üzülerek.

Filiz, babası okuldan almış. Kendinden hayli büyük bir adamla evlendirmiş. Beş çocukla, her gün dayak, eziyet derken Filiz’in bedeni bunca işkenceye dayanamamış ve veda etmişti hayata. Beş çocuk, per perişan. Onun bunun elinde kalmıştı.

Tamer, ünlü bir müzisyen olmuş, şarkıları dillerde.

Cüneyt yurtdışına gitmiş.

Nermin öğretmen olmuştu. Acaba şimdi de öğrencilerin aldığı notlara mı hasetleniyordu?

Pakistanlı kızın adını halen hatırlayamıyordu!

Nejat'la Fatma şu an bile futbol kavgasındalar... Zira evlenmişler. Çocukları kendi taraflarına çekmek için çekişmekteler;)

Gülseren daha ağlıyor muydu? Bilinmez!

Asude, bu kez resimleri tuvale yapmakla meşguldü.

Füsun, herşeye rağmen mutluydu. Sevgi dolu. Olsun!!! Aylin vardı ya... Can arkadaşı Nurten ve torunlar... Onların sevgisi her türlü zorluğa göğüs germeye değer.

Yıllar sormadan, anlamadan geçmişti. Kimine huzur, mutluluk kimine de acı ve hüzün. Kimisi de sonsuzluğa yol alıp gitmişti. Hayat işte…

 

 

Ayşen Arslangiray Kura

 

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 533
: 1375
Kayıt tarihi
: 14.11.10
 
 

Aydoğdu; kızgın güneşinde Ağustos'un, sararmıştı altın sarısı başaklar. Kırlangıçların göç dansın..