Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Temmuz '11

 
Kategori
Öykü
 

Hayatın ta kendisi 18. Bölüm

Hayatın ta kendisi 18. Bölüm
 

resim alıntıdır. "Ayrı hayatlar, farklı insanlar...bir gün bir yerde yolları kesişen..."


ANTALYA 

Ateşler içinde yanıyordu Haydar. Yatağa yapışmış kalmış gibiydi. Geldiğinden beri toparlayamamıştı kendini. Hava değişimi olarak yorumlamıştı dünü ama bugün vücudu daha da ağırlaşmıştı. Boğazında yanma hissediyordu. Üşütmüş olmalıydı. Tuvalete gitme ihtiyacı duydu. Zorla kalktı yerinden. Lavaboya güçlükle varabildi. Eklem yerleri şiddetle ağrıyordu. Binlerce ton yük taşımış gibiydi. İşini bitirdi hemen. 

“Bir duş alabilsem ne kadar da terlemişim” diye düşündü. Ama hali yoktu. İçeri gitti gersin geriye. Valizini açtı. İç çamaşırını aldı. Hiç değilse ıslak çamaşırlarını değiştirmeliydi. O da ne çıplak tenine dikkatlice bakakaldı. Tenini kaplayan döküntünün neden olduğunu anlamaya çalıştı. 

“Aşkım ne zaman görüşeceğiz bir daha?” 

“Ararım ben seni.” dedi Kemal, Tijen’in elini dudaklarına götürürken. Arabadan indi Tijen el sallaştılar liseli aşkılar gibi. Komikti belki de paylaştıkları şey çoğu insana göre. Yargsız infaz ederlerdi ahali. Ağızları torba değildi ki büzülsün. Acımasız olurlardı böylesi durumlarda. Kendi yaşamak isteyip de yaşayamadıklarının acısını çıkarırlardı kendilerinde hak görürcesine. Üstlerine vazife olsa da olmasa da konuşurlardı vara yoğa. 

Aşkın yaşı yoktu belki de. Belki de tek fark… Onlar aşkın değerini biliyordu gençlerdendaha fazla. Bazılarının yaşamına uğramadan geçiyordu aşk. Bazıları ise geç de olsa yakalayabiliyordu bir yerlerinden. Buldukları zamansa kaçırmamak için dört elle sarılıyorlardı sevginin tılsımlı gücüne. 

Gaza bastı Kemal. Uzaklaşan arabanın arkasından “Bir daha seni ne zaman görebileceğim aşkım.” diyerek baktı Tijen. 

“Ne mi var ?” diye geveledi Türkan. Toparladı sonra kendini. 

“Ne olacak canım her zaman giydiğin ceket…” 

Üstelemedi neyse ki Özgür. 

“Çıkıyorum ben.” 

“Nereye oğlum daha kahvaltı bile etmedin.” 

“Geç kaldım anne.” 

“Hasta mı olacaksın acaba vitamin al bari. Önce bir şeyler ye ama.” 

“Tamam, anneciğim, endişelenme sen.” diyerek küçük bir öpücük kondurdu kadının yanağına. 

…………………… 

Sabahı sabah etmişti Güler. Daha ne kadar dayanabilirdi ki bu zulüme. İğrenerek baktı horlayan kocasına. İstemeye istemeye de olsa kalktı, çay suyunu koydu. Elini yüzünü yıkamak için banyoya gittiğinde gözlerinin altında oluşan mor halkaları fark etti. Gece boyunca gözünü kırpmamış, gözyaşı dökmüştü. Gözünün altında oluşan morlukta koyulaşmıştı olabildiğince. Eliyle dokudu usulca. Canı yandı. 

“Allah belanı versin Hasan “diye yuvarladı cümlesini dişlerinin arasında. 

“Şöyle uyurken alıverse ya canını. Ben de rahat etsem. Yıllardır böyle. İçki bir yandan dayak bir yandan. İçime ata ata tansiyon hastası oldum. Senin hediyen bana yüksek tansiyon” diyerek aynadaki aksiyle konuşuyordu Güler. 

“Ne kadar çok istyedim seni terk edip gitmeyi. Bir sabah kalkınca yanında olmamayı ama belimi büken çocuklar. Ne yaparım ben iki erkek çocuğuyla bir başına. Gerçi iskele babasından farksızsın ama yine de babasısın onların. “ diye homurdanarak çocukların odasına kıvrıldı. 

……………….. 

Oğlunun arkasından kahvaltı sofrasına baktı Türkan. Gece yine yalnız uyumuştu yatağında. Ne kadar zamandır bu kadar yalnızdı. Arap Bacı gözünü açana kadar hayatlarında başka bir kadın olabileceği ihtimali gelmemişti aklına. Kocasının kendisiyle değil de mesleğiyle evli olduğunu düşünmüştü hep. Sevgisizlikten hep yakınırdı ama bunu kocasının iş kolik olmasına bağlardı. Başka bir kadın fikri kızgın bir alev toğu gibi dolşatı yeniden damarlarında. Özgür de çıkıp gitmişti işte. Tek başınaydı evde. Bir anda iştahının kaçtığını duyumsadı. Kaldırmalıydı sofrayı. Anlamsızdı zaten her sabah hazırlamak ve tek başına oturup birkaç lokma olsun yutmaya çalışmak. Bir fincan çay alıp oturdu her zamanki koltuğuna. Gazeteleri aldı eline. İri punto başlıklaır okumaya çalıştı kafasını dağıtmak için. Yok okuyamayacaktı. Kafasının içi çıfıt çarşısı gibi kalabalıktı. Bir türlü boşaltamıyordu zihnini. 

…………………… 

“Ben açarım.” diye seğirtti Handan. Dün gelen adamla karşılaşınca şaşırdı. Ne istiyordu bu adam. 

“Merhaba Handan” dedi Bekri. 

“Kim geldi kızım.” diye seslendi Yusuf içeriden. 

“Adınız neydi sizin?” 

“Bekri.” 

“Bekri Bey babacığım.” 

Kalktı yerinden Yusuf. 

“Hoş geldin Yusuf. Gel dışarıda görüşelim”dedi askıdan ceketini alırken. 

Çıktılar bahçeye. Oturdular oradaki masaya. 

“Çok güzel evin var abi.” dedi sırıtarak. 

“ Hayatta sahip olduğumuz tek mal varlığımız. O da anca emekli olduktan sonra…” diyerek çenesini sıvazladı Yusuf. 

“Bak Bekri. Lafı dolandırmayacağım. İstediğin parayı bulmam mümkün değil. Diyeceğim o ki… Paraya sıkıştıysan… Memleketteki bağlardan satsak… “ 

İrkildi Bekri. Beklemediği bir cümleydi bu. 

“Yıllardır karışmadım sana. Dilediğince ektin, biçtin, ürünleri sattın. Hak iddia etmedim. Hepsi Handan içindi. Yine de bir şey sormuyorum, hak iddia etmiyorum. Şimdi gelip benim, bizim huzurumuzu bozma.” 

Onca mal varlığından elinde kala kala tek bir bağ kaldığını nasıl itiraf edebilirdi ki abisine. Renan bir taraftan kendi bir taraftan kumara teslimiyetlerinin bedelini dedelerden kalma bağlara ödettiklerini. 

“Peki Ayşe… Handan’ı görmek istiyor. Çok hasta O.” 

Düşünceli düşünceli baktı adamın yüzüne Yusuf. 

“Handan bir süre için senelik izin kullanıyor. Sen şimdi git. Ben bir yolunu bulup ziyaret ederim sizi. Ona bir amcası olduğunu, yıllardır görüşmediğimizi ama yengemizin hasta olduğu haberini alınca görmek istediğimizi söyleyip ailece geliriz birkaç gün kalıp döneriz. Ama… Ayşe ‘ye tembih et… Şadan’a ve Renan’a da… Ağızlarından herhangi bir şey kaçırmasınlar…” 

Kalktı ayağa Bekri. 

“Ayşe çok sevinecek.” 

“Anlaştık değil mi Bekri?” 

Evet, anlamında başını salladı Bekri. 

…………………….. 


Kapının ziliyle irkildi Türkan. Kemal’di gelen. Yıllardır anahtarını kullanmaz hep zili çalardı. Eve gelince karşılanmak isterdi. İlgi beklerdi kendi gösteremediği halde. 

Kapıyı açtı Türkan. Ama her zaman ki eğilip terkliklerini vermedi, hoş geldin demedi. Geri dönüp az önce kalktığı yere oturdu. Çayından bir yudum aldı. 

“Türkan… Günaydın.” 

“Günaydın “dedi zorlayarak kendini. 

“Neyin var, hasta mısın yoksa?”derken yatak odasına geçmişti bile Kemal. 

“Keyfim yok biraz, hepsi bu.”deyişini duymadı bile karısının. 

Üzerini değiştirmek için uğramıştı zaten eve. Aceleyle duşa girdi. Her zaman alıştığı üzere ütülenip hazırlanmış kıyafetlerini giydi. 

“Özgür çıktı mı?” diye seslendi olduğu yerden. 

“Evet.” dedi kısaca Türkan “evet”. 

“Ben de çıkıyorum.” 

Kalkamadı uğurlamak için Türkan. Olduğu yerden sordu. 

“Akşam… Gelecek misin eve?” 

“Bu ne biçim soru? İşim çıkmazsa geleceğim.” 

“İş… İş… İş… “ diye sokrandı kadın. 

“Ne dedin sen?” 

“Duydun… Ben hizmetçiniz değilim sizin.” diyerek kahvaltı sofrasını gösterdi. 

“Akşam yalnızım bu sofrada… Sabah yalnız… Gece yatakta yalnız…” 

“Nankörlük etme Türkan. Ben sizin daha iyi bir geleceğe sahip olmanız için çalışıyorum.” 

“Nankörüm değil mi?” derken gözyaşlarını tutamadı Türkan. Bu ikini ağır lafıydı Kemal’in. “Hazır yiyici, nankör. Ben kimin için saçımı süpürge ediyorum o zaman “diye düşündü. Gözyaşlarından nefret ederdi Kemal. Acizlik olarak nitelendirirdi. O yüzden yıllardır içine akıtmıştı gözyaşalrını Türkan. Hiç bir şey söylemeden kapıyı çarpıp gitti Kemal. 

……………….. 

“Günaydın Güler…” diyerek gülümseyerek odaya girdi Sibel. 

“Efkârlar dağıldı güne hızlı başlayalım dedim. Aldım kahvemi geldim.” 

“Günaydın.” diyerek kaldırdı başını Türkan. 

“Hhiii. Ne oldu yüzüne?” 

“Şey… Kapıya çarptım.” 

“Kapıya mı? Bu pek kapıya çarpma işine benzemiyor Güler. Ne oldu canım? Yine el mi kaldırdı sana kocan olacak o adam? ” 

Hiçbir şey söylemedi Güler. Her şey ortadaydı işte. Sırdaşı, can arkadaşı Sibel anlayıvermişti şıp diye. 

“Eli kırılasıca, nasıl kıydı sana?” 

Hıçkırığını yuttu Güler. 

“Daha ne kadar çekeceksin bu adamı böyle? 

“Gücüm kalmadı Sibel. İnan çocuklar olmasa bir dakika kalmam o evde.” 

“İyi de çocuklarında ruh heli bozuluyor bu durumda.” 

“Aklım çok karışık, bilemiyorum.” derken yeniden gözyaşlarına boğuldu Güler. Çaresizce bakakaldı arkadaşına Sibel. “Ben de bu yaşıma geldim hala evlenemedim diye hayıflanıp duruyorum bekârlık sultanlık gerçekten de…” diye geçirdi içinden. 

…………….. 

Meraklı gözlerle baktı Yusufuna dikiş makinesinin başındaki kadın. 

“Yarın Keşan’a gideceğiz yavru ceylanım.” 

Soru soran gözlerle baktı Züleyha. 

“Ayşe çok hastaymış. Eğer kızını görmeden ölürse kendimi hiçbir zaman affedemem.” 

“Handan’a ne söyleyeceğiz, gerçeği mi?” 

Hayır. Konuştum Bekri ile. Amcanı ziyarete gidiyoruz, yılllardır görüşmemiştik ama yengemizin hastalığını haber alınca görmek istedik. İşte söyleyeceğimiz bundan ibaret.” 

“Ya çocuklar… Onlar kaçırırsa ağzılarından.” 

“Tembih edecek Bekri.” 

“İyi o zaman.” 

……………………….. 


Neden sonra kalktı yerinden. Kahvaltı sofrasını topladı. Yatak odasına geçti. Odayı havalandırdı. Yatağı topladı. Baktığı he köşe hassas olan ruh halini sarsıyordu derinden. Banyoya geçtiğinde kirli sepetinin içinde gördü kocasının mavi gömleğini. Aldı, burnuna yaklaştırdı, kokladı. Aradığı bir bayan parfümü müydü? Belli bir koku yoktu. Ama o da ne? Kırmızı bir ruj izi vardı yakasında. Hayatında hiç kırmızı ruj kullanmamıştı Türkan. Zaten doğru dürüst makyaj da yapmazdı. Üstelik gece eve gelemeyen kocasının iş yerinde olmadığını geceyi tam da düşündüğü gibi geçirdiğinin bir kanıtı değil miydi bu iz? 

“Bana bunu da mı yapacaktın Kemal?” diye haykırarak buruşturduğu gömleği sepete attı. 

KEŞAN 

“Hadi anne hiç değilse sütünü bitir.” 

“İçim almıyor Şadan. Israr etme.” 

“Yemezsen iyice güçsüz kalacaksın ama. Hem Handan gelince seni böyle görmesini mi istiyorsun?” 

“Gelecek değil mi kardeşin? “ diye sorarken gözleri parıldadı Ayşe’nin. 

“Aradı mı baban?” 

“Gelecek bugün. Yarın da amcamlar gelecekmiş… Öyle söyledi.” 

“Sütlaç da yap Şadan. Handan çok severdi küçükken.” 

by PAPATYA 

 

 

 
Toplam blog
: 71
: 569
Kayıt tarihi
: 25.11.08
 
 

1969 doğumluyum. evliyim, iki çocuğum var. Kitap okumayı ve şiiri severim. ..