Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Hayatın ta kendisi

Hayatın ta kendisi
 

4.bölüm

“ Hayır, ağlamıyorum “ diye yazdı inatla. Kimsenin onu ağlarken görmesini veya bilmesini istemiyordu. Güçlüydü o, inatla ayakta duracaktı. İnsanlar onu üzemediğini görecekti. Arkasından gülmelerine izin vermeyecekti. Bu düşüncelerle kendine güveni gelmişti Handan’ın. Elinin tersiyle sildi gözlerini ve yine o sahte gülümsemesini yapıştırdı görüntüsüne. Tam tekrar bir şeyler yazmaya hazırlanıyordu ki, duyduğu sesle irkiliverdi:

_ Handan Hanım!

Buz gibiydi bu ses. Sabahın bu saatinde öfke doluydu. Bir yandan da keyifliydi. Sanki “İşte, senin açığını yakaladım” dercesine. Handan sessizce selam verdi adama.

_ Günaydın Müdür Bey.

_ Ne günaydını Handan Hanım! Öğlen olacak nerdeyse.

_ Efendim saat daha 9.00 ama…

Müdürün yüzü daha bir öfkeyle kızarmıştı şimdi.

_ Ben size saati mi sordum acaba? Kolumda saat var çok şükür. Başınızı kaldırırsanız karşı duvarda da var bir tane.

Handan ne diyeceğini bilemiyordu, az önceki kendine güven yerle bir olmuştu birden. Bu adam bunu nasıl becermişti şimdi.

_ Özür dilerim efendim, öyle demek istemedim…

_ Handan Hanım!

Adam tekrar gürledi, sesini bütün çalışanlara duyurmak istercesine. Şöyle bir etrafına göz gezdirdi, beni izliyorlar mı, etkimi görüyorlar mı gibi. Sonra gözlerini tekrar genç kıza dikti:

_ Handan Hanım, sizin mesainiz kaçta başlıyor acaba?

_ 8.30 efendim.

_ O halde… Neden hala chat yaptığınızı bana nasıl izah edeceksiniz. Ben bu işyerinde bu programın kullanılmasını yasaklamadım mı sizlere?

_ Yasakladınız Müdür Bey… Gerekmedikçe kullanmıyorum zaten.

_ Bu sabah çok mu gerekliydi, erkek arkadaşınızla görüşmeniz?

_ Müdür Bey, erkek arkadaşım değildi o. Hem benim… Erkek arkadaşım… Sizi ilgilendirmez...

Handan’ın sesi gittikçe alçaldı, son kelimeleri nerdeyse duyulmaz olmuştu. Müdür hindi gibi daha bir kabarıverdi bu durumda.

_ Haa, kabul ediyorsunuz demek chat yaptığınızı. O halde hakkınızda soruşturma açılacağını size memnuniyetle bildiriyorum hanımefendi… Burdaki herkes şahit.

Hışımla arkasını dönerek odasına yöneldi adam. Handan, kalbi gümbür gümbür atarken arkadaşlarına baktı belli belirsiz. Hemen hemen herkes kıs kıs gülüyor, birbirlerine manalı manalı bakıyorlardı. En çok onlar chat kullandığı halde, kabak genç kızın başına patlamıştı.

“Aferin Handan, kırk yıllık kuralını boz. Tanımadığın bir adamın iletisini kabul et, onunla sohbet yap. Al sonra boyunun ölçüsünü” diyerek kendi kendine söylenerek yerine oturdu. Poyraz ise hala açık ekranda uyarılar gönderiyordu, cevap istiyordu. Hışımla engelleme butonuna basarak, kapadı konuşma penceresini. Hepsi senin yüzünden oldu zaten. Poyraz’mısın, Lodos'musun, ne idüğü belirsiz şey… Dedi sinirle.

Keşke başka bir seçenek olsaydı, başka bir yerde, daha iyi şartlarda. En azından çok daha anlayışlı insanlarla çalışma imkânı bulsaydı. Ya da bir mucize olsa ve ben şu an emekliliğimi verseydim diye düşündü. Bu üzüntünün içinde yüzünde bir gülümseme oluştu düşündükleriyle. Uzun dalgalı saçlarından bir lüle aldı eline ve oynamaya başladı. Karşı masada ki çalışma arkadaşı hayretle bakıyordu ona. Biraz önce yerin dibine sokulan Handan değildi sanki.

Omzunu silkti Handan. Bana ne dercesine… Müdür Haydar’da ulaşsın emeline. Attırsın beni burdan. Zaten bu işyerine geldiğinden beri onunla uğraşıyordu. Adam kart zamparanın tekiydi, büroda çalışan genç ve güzel kadınların baş belasıydı. Bir bahane ile odasına çağırır, iş yaptırır gibi görünür ama eli kolu hiç rahat durmazdı. Ben yüz vermedim ya, bunlardan hoşlanmadığımı söyledim ya, uğraşır tabii dedi Handan. Eeee, adam haklıydı zaten. O kazulet gibi karısı varken, canı böyle piliçleri çekmezmiydi? Bunları düşününce yüzündeki gülümseme daha bir genişledi genç kızın.

Hayat o kadar da kötü değildi canım. Keyifli yanları da varda bazen. Öffff, ağlamak yoktu artık. Daha sakin olmalıydı. Niye böyle bırakmıştı ki kendini? Bu durumla karşılaşan ilk kendisimiydi sanki. Böylemi yetiştirmişti ailesi onu… Ailesi… Alışkanlık içinde düşündüğü kelime. Züleyha onu doğurmamıştı ama gerçek bir anneden farklımıydı? Daha mı az sevmişti onu? Şöyle bir düşününce bu soruya cevap bulmaya bile gerek duymadı. Annesi de babası da üstüne titremişlerdi bu yaşına kadar. Gerçek ailesi her kimse, istememişti onu. Oysa bu iki insan nasıl sahiplenmişti.

_ Ah canım yaa… Müdür Haydar’ın ettiğine bak. Sabah sabah aklımı başıma toplamaya ne güzel yardım etti. Kaç gündür kendimi perişan etmeme ne gerek vardı sanki. Başımdaki ampul daha önce niye yanma dıki?

Mırıldanarak, büyük bir hevesle önündeki dosyaları açtı. İşleri bir an önce bitirmeliydi. O müdür işi kim yaparmış görmeliydi. Sonra koşa koşa eve gitmeli, sarılmalıydı evdekilere. Züleyha annenin yüzü canlanıverdi gözlerinde. Nasıl da başını eğmiş, nasıl mahcuptu kaç gündür. Sanki suç işlemiş gibi. Ne suçu canım! Onlar olmayasaydı, kimbilir nerde, ne halde olacaktı? Ya Yusuf baba? O gözlerine yalvarırcasına bakmamışmıy dı. Benim Yavru Ceylanımı üzme dercesine. Evet, evet. Bir an önce bitirmeli işleri ve eve koşmalı….

Bu düşüncelerle dosyaları teker teker inceledi, tablolarını hazırladı, yazılarını yazdı. Öğle tatili geldiğinde işlerin yarısından fazlasını bitirmişti zaten. İyice acıktığını hissetti. Zaten sabahın köründe yediği kuru simitle duruyordu bu saate kadar. Çaycı Hamdi’nin o canım çayını bile içememişti. Pis Haydar dedi yine, ne hale soktu beni. Lak lak yapanları görmezde, benim gibi çalışkan karınca ile uğraşır. Görsün o ağustos böcekleri. Handan öyle kolay kolay pes edermiydi hiç?

Saat 12.30 olduğunda sıcacık bir ses duydu karşıdan..

_ Handan canım… Atom karıncam benim, hala çalışıyormusun sen?

Başını kaldırınca Sibel’i gördü. Ofiste en iyi anlaştığı dünya tatlısı arkadaşıydı. Gülen gözleri, kıvır kıvır saçları vardı. İçten hareketleri, kocaman yüreği ile kısa sürede kaynaşmışlardı. Sibel tıpkı bir Papatya gibiydi. Sapsarı saçları ve beyaz teniyle. Yine gülen yüzü ile görünmüştü işte..

_ Hadi bakalım, küçük karınca. Yemek vakti…

_ Hıııı, ne karınca ama… Karıncayiyende Haydar Müdür oluyor galiba değilmi?

Sibel küçük bir kahkaha attı.

_ İlahi küçüğüm, nerden bulursun bu lafları. Doğru söze ne denir. Kalk hadi, kalk…

Sibel’in teklifi ile işyerine yakın bir cafeye gittiler. Handan açık büfe yemeklerden koca bir tabak hazırlamıştı kendine.Sibel yine güldü kızın bu haline…

_ Handan’cım sen mi yiyeceksin bunca şeyi, ben ordu falan sanmıştım ama…

_ Yiyeceğim tabii, kaç gündür aç bi aç dolaşıyorum ortalıkta…

_ Hayatım, kızıyorum sana. Anlatsan diyorum, rahatlarsın diyorum. Abla sözü dinleyen kim?

_ Anlatırım Sibel abla ama daha zamanı değil.

Sibel muzip muzip bakışlarla süzdü Handan’ı…

_ Kız, yoksa sen âşık mı oldun?

Handan şaşkınlıkla, gözlerini iri iri açıverdi bu sözlere…

_ Hiiiii… Ne aşkı ablacım yaa. Benim o taraklarda bezim yok…

_ Duyanda üç otuzuna geldi sanır seni… Yavrucum sen daha kaç yaşındasın, en doğal şey bu senin için.

_ Yok, valla, ben almayayım. Daha büyümem lazım benim, uğraşamam şimdi o baygın baygın duygularla.

Keyifle yenen yemek, güzel sohbetten sonra döndüler ofise tekrar. Yeni kararların üstüne, Sibel’in yakınlığı daha bir iyi gelmişti Handan’a. Sabahki hırsın üstüne katlanarak tekrar azimle çalışmaya devam etti.

Öte yandan Müdür odasının camekânlı kapısından Haydar Bey sessizce izliyordu. Handan’da ki bu ani değişime anlam veremiyordu. O kadar rencide edici laf söyledim, herkesin içinde rezil ettim. Ama kıza bak, sanki fitilini ateşlemişim gibi koşturuyor ortalıkta diye söyleniyordu. Dur sen dedi içinden, sana yapacaklarım daha bitmedi... Öyle kolay kurtulamazsın benden.

Paydos saati geldiğinde sanki kaçacakmış gibi koşarak servise gitti Handan. Bir an önce annesinin sıcaklığına kavuşmak istiyordu. Yollar bitmeyecek gibiydi. Bu duraklar bu akşam daha mı çoğalmıştı ne?

Nihayet evinin önüne geldiğinde kalakaldı öylece. Uzun uzun eve baktı, çiçeklerle süslü bahçesine göz attı. Küçük, tek katlı evin yuva görüntüsüne daldı gitti bir süre. Ne güzel günler yaşamışlardı bu evde, bu bahçede. Şu çardağın altında ne güzel kahvaltı saatleri geçirmişlerdi. Züleyha Anne, onu kapıda el sallayarak kaç defa uğurlamıştı. İlk işe başladığı gün, ilk maaşı aldığı gün nasılda koşmuştu Yusuf Babanın kollarına. Yine yapabilirmiydi? Yine aynı sıcaklığı bulabilirmiydi?

_ Denemezsem bilemem ki? Dedi. Ayaklarına değen yumuşak bir şey hissedince eğilip baktı. Minnoş kedi, ilgi beklercesine sürtünüyordu bacaklarına.

“ Sen bile ilgi bekliyorsun değilmi? Oysa en çok benim ihtiyacım var şu anda buna. O kadar çok özledim ki annemin kucağını. Başımı dizine koysam, yine okşasa saçlarımı. Hatta çocukken bana söylediği ninniyi bile söylese. Yine bana Yavru Kuşum dese.”

_ Yapabilir miyim Minnoş… Yine eskisi gibi olur mu sence?

Kedi sadece “mmiiyaaavvvv” diyerek yalanmaya başladı. Handan tebessümle baktı ona.

_ Zaten bir şey söylesen şaşardım kedicik. Senden hayır bekleyende kabahat. Hadi bakalım Handan, cesaret…

Yavaş adımlarla kapıya geldi. Anahtarını çıkarmayıp zili çaldı bu defa. Kalbi yerinden çıkacaktı sanki sinirli sinirli ellerini çimdiklemeye başladı. Neden açılmıyordu kapı? Niye bu kadar geç kalmıştı? Tekrar bastı zile, bekledi, bekledi… Ama hala cevap yoktu…

_ Handan kızım…

Yan tarafa döndüğünde komşu evde ki Zehra Teyze’yi gördü. Merakla baktı kadına…

_ Kızım sana haber veremediler… Züleyha’yı… Anneni hastaneye kaldırdı Yusuf Efendi… Yine kalbi tuttu herhalde…

Handan, kaskatı kesilmişti. Hiçbir şey söyleyemiyor, düşünemiyordu… Benim yüzümden, ben sebep oldum dedi sonra…

_ Anneciğim… Ben ne yaptım sana?

 
Toplam blog
: 71
: 569
Kayıt tarihi
: 25.11.08
 
 

1969 doğumluyum. evliyim, iki çocuğum var. Kitap okumayı ve şiiri severim. ..