Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ekim '07

 
Kategori
Anılar
 

Hayıt tohumları

Bazı yıllar taşardı, Kapız Deresi. İki kızıl kayanın arasından coşar gelirdi, bazen kış bazen bahar aylarında. Tomruk, odun, kökünden sökülmüş ağaççıklar getiren sularla çıkardı yatağından. Yıkardı çoğu kez sınırına giren seraları, kırardı umudunu gencinin, yaşlısının. Önüne geleni kucaklar ve taşırdı onları denize doğru. Bulandırırdı masmavi tuzlu suyu.

Bu yıla dek cılız da olsa akardı suyu derenin. Bir şeyler olmuştu ona, kurumuştu bu yaz. Dişetleri çekilmişti adeta. İrice topak taşların kökü görünüyordu. Küçücük böğetlerde, çamurlar kurumuş, kaysaklanmıştı yüzeyleri.

Sonbahar gelmişti gelmesine ama havalar serinlememişti bir türlü. Kara bulutlar gezinmiyordu gökyüzünde. Dere boyundaki bitkilerin kimi dökmüş kimi dökmekteydi çiçeklerini. Frenkincirlerinin dalları da pörsümüştü. Kuraklık hat safhada duyumsatıyordu kendini.

Oysa ne güzel bitkiler yetişirdi Kapız boyunca. Zakkumlar, hayıtlar, kargılar… Şimdi hepsi suya hasret. Dudakları çatlamış, kulakları düşmüş bekliyorlar, umutlarını kaybetmeden derenin kenarlarında.

Yoldan geçerken birini gördüm kuru derede, bir ağaççığın yanındaydı, sanki bir şeyler devşiriyordu. Çektim arabayı yolun sağına. İndim araçtan. Baktım kim diye. Horoz Apıl’dı. Beni görünce el salladı gel dercesine. İnmeye başladım. Kurumuştu, eşekdikenleri, azganlar, aptesbozanotları. Ayakkabım bu yürüyüşe uygun değildi, düşerim diye korkuyordum ama yine de vardım Horoz’un yanına. Kısa boylu, tıknaz, badem gözlüydü. Altmış yılı geride bırakmıştı. Kimi Horoz kimi Karabatak derdi ona. Bir görünür bir kaybolurdu. Ortaya çıktığı zamanlarda da durmadan kadından, kızdan söz ederdi. Yapsa da yapmasa da vardı anlatacak bir şeyleri her zaman.Yapmadım demek, ününe yakışmazdı onun. Çapkına çıkmıştı adı bir kere.

-Merhaba, Apıl. Ne yapıyorsun? Yoksa sepet örmeye niyetlendin de hayıt dalı mı kesiyorsun?

-Merhaba, Ağam. Sepetle ne işim olacak bu yaştan sonra. Tohum topluyorum.

Horoz Apıl, hayıt denilen, çalı görünüşlü, kokulu bir bitkinin yanındaydı. El şeklinde yapraklar vardı ince uzun dallarında. Yaz sonu kimi beyaz kimi mor çiçek açardı. Sonbahardaysa kahverengi, küçük tohumlar alırdı bu çiçeklerin yerini. Duyardım eskiden buğday böceklenmesin diye çuvalın içine hayıt yaprağı konulduğunu. Bir de sepet örenler kullanırdı dallarını.

Bir dal tutuyordu, Horoz. Ucunda biri sağa, biri sola, diğeri de dikine gitmiş, solmaya yüz tutmuş, mor sümbülü andıran çiçekler vardı. Dikine gideninin alt kısmı iyice solmuş ve kahverengi, karabiberi andıran, küçük tohumlara dönüşmüştü. Horoz Apıl, bunları toplayıp dolduruyordu cebine. Birkaçını da çiğniyordu. Bana da uzattı. Merak ettim nasıl bir şey olduğunu. Birini aldım ve attım ağzıma. Sertti. Zor kırdım. Baharatlı bir koku salıverdi ağzıma.

-Neden topluyorsun, hayıt tohumunu?

-Gördün nasıl olsa. Artık saklamaya ne hacet? Geçenlerde birinden duydum, bu tohum ateşliyormuş adamı, duvara tırmandırıyormuş. Belli bir yaştan sonra ihtiyaç duyuyor insan. Malum ya, dişimize göre turistler, bu mevsimde düşer.

Bakışım ve gülüşümden tedirgin olmuştu Apıl.

-Neden öyle bakıyorsun sonra gülünecek ne var ortada?

-Yok, be Apıl! Yok bir şey elbette. Ama yanlış yapıyorsun gibi geliyor bana.

-Nasıl yani?

-Bildiğim kadarıyla hayıt tohumu, kadınların hormon dengesizlikleri ile ilgili rahatsızlıklarına iyi gelir. Adet göremeyen ya da yetersiz adet görenler kullanır bunu. Ayrıca adet öncesi sancılara da iyi geldiği söylenir. Erkeklerin cinsel tembelliğini giderici özelliğe sahip olduğunu sanmıyorum. Bir yerlerde okumuştum. Ortaçağda, manastırlarda seks yapma isteğini düşürsün diye papazlar, hayıt tohumu çiğnermiş. Ayrıca kocası savaşa giden Romalı kadınlara da hayıt tohumu yedirilirmiş. Ben, hayıtın ateş tutuşturucu değil tam tersine söndürücü olduğunu biliyorum. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayasın.

Horoz Apıl, elini cebine soktu ve avuçladığı gibi tohumları fırlatıverdi uzaklara.

-Gerçekten bir de ters tepki yapsaydı, ne olurdu benim hâlim. Kendi ellerimle külleyecektim feri kaçmakta olan kömürümü. İşte o zaman biter tükenirdim, mahvolurdum, vallahi ben. İyi ki de karşılaştık, Ağam.

Gülüşerek çıktık yola, kuru dereyi arkamızda bırakarak. Arabada Apıl ısrarla soruyordu:

-Doğruyu söyledin değil mi, Ağam?

-Ben bildiklerimi söyledim. Ama son zamanlarda, dozuna göre hayıtın cinsel gücü arttırıcı özelliği olduğunu da yazanlar yok değil. Dozu nedir, kim ayarlayacak, bilemem orasını. Boş ver sen bunları. Takma kafana. Bakarsın ters tepki yapar.

-Ağam, yine de bir ümit var yani. İndiriver sen beni şuracıkta. Bakarsın azıcığı iyi gelir. Dur da ineyim, ben.

-Beni dinle, Apıl. Tekrar söylüyorum: Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayasın.

-Boş ver, be Ağam. Pirinç fiyatlarından haberin yok galiba senin? El yakıyor, el. Bulgur da zaten mideme dokunur oldu.

-Sonucunun ne olacağını bilmediğin şeyi niçin denemeye kalkıyorsun? Hapı çıkmış bunun. Onu al. Hiç olmazsa, sonucu garanti bunların.

-Güldürme beni, Ağam. Benim gibi biri, nasıl gider eczaneye? Nasıl ister dediğini? Gülerler sonra bana. Utancımdan kızarırım. Adımı kirletmem, ben. Durdur arabayı da ineyim. Şansımı az da olsa, denemeliyim. Öldürecek değil ya!

Kararlıydı Apıl inmeye. Çektim arabayı yolun sağına. Durdum. Apıl kapıyı açtı, bir ayağını yere bastı ve dönüp baktı bana.

-Aramızda kalsın olur mu?

Başımı salladığımı görünce indi arabadan ve hızlı adımlarla yürümeye başladı kurumuş dereye doğru…

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..