Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

13 Şubat '20

 
Kategori
Öykü
 

Haylazca Sevmek

Gece, koynundakileri gün ışığına çıkarmaya hazırlanıyor... Az sonra ortalık biraz ağarınca gavur- Müslüman belli olacak. Herkes gördüğünün kim olduğunu seçebilecek. Şafak sökmesinin, gecenin sonunda herkesin herkesi tam olarak tanımasının ölçüsü buydu...
 
Ne geceyi, ne gündüzü seven, insanların arasında olmaktan hoşlanmayan, hayallerini gerçek gibi yaşayan biri vardı. Şafağın sökmesini en çok isteyenlerden biri... Uykuya uzak beyninde hayallerine tutsak biri...
 
Asıl adı Mehmet'ti. Ama mahalleli neredeyse doğduğundan beri yaptığı yaramazlıklardan dolayı kendisine haylaz derdi. Hemen herkes gerçek adını unutmuş, 'haylaz!' diyerek seslenir olmuşlardı.Zaman içinde kendinden küçükler bile yersiz yere korkudan 'Haylaz Abi' diyerek saygıda kusur etmemeye çalışırlardı. 
 
Mehmet'in iç dünyasını kimseler bilmezdi. Onun ufaklığından beri yaramazlık sanılan yanları, aslında ilgiyi üzerine çekme taktikleriydi. Babası küçük yaşta ölmüş. Anası, çocuğun karnını doyurmanın sevmekten daha değerli olduğunu sanmış durmuş. Çünkü o da kalabalık ailesinde öyle görmüş... 
 
Haylaz yüreğindeki eksiklikleri kimselere demez, diyemezdi. Dese bile kim halden anlayıp, hak verecekti. "Besmelesiz olmuş, bir fırlama" deyip duruyorlardı ardından...
 
Oysa o kimseye durduk yerde çatmaz, kimsenin kadınına, kızına yan gözle bakmaz, kimsenin ardından dedikodusunu yapmazdı. Genelde kendi iç aleminde yaşayan, anasıyla birlikte babasından aldıkları dul aylığıyla geçimlerini sağlayan, temiz kalpli, mert yürekli bir insandı. Kara yağız, yaşı kırkına yaklaşmış, ama halen işsiz ve bekar genç bir adamdı.
 
Yalnız olduğu bir gün çok uzaklarda kalan ve yaşamını çok etkileyen çocukluk hayallerine daldı Haylaz. Bu hayali hiç unutamadığı yaşamının en güzel parçasıydı. Her şeyden uzak bu eşsiz ânı kusursuz ve eksiksiz, hayal ederek tekrar yaşıyordu... Aslında kafasının içinde tamamen gerçek olan olayı şöyle hayal ediyordu...
 
"Çocukluğumda evimizin duvarında bir resim asılıydı. Siyah beyaz bu resimde Mısır prensesi ve İran kraliçesi güzeller güzeli Fevziye'nin Mahsun halleri vardı. Bu resme zaman zaman gözüm kaydıkça uzunca bakmışımdır. Bir derginin kapağından kesilip asılmış çerçevesiz resmin duvardan indirildiğini hiç farketmedim. Lakin bu fotoğraf yıllar geçmiş olsa bile duvarda asılı durduğu gibi aynen gözümün önündedirler...Özellikle dünyalar güzeli prensesin göğüslerinin üst tarafının açıklığı, mermerimsi parlaklığı, kusursuz kabarıklığı ve beyazlığı, boynunda dizili pembemsi değerli taşlardan yapılmış boncuk dizisi ve saçlarının özgürlüğünü anlatan arkaya doğru taranışı, bu saçlara asılı parlak tacın takılışı gözümün önünde aynen duruyor..."
 
Haylaz, yaşamını altüst eden bir gerçek olayı daha hayaller içinde yaşıyordu.
Hayalde yaşanan bu güzel, Mısır prensesi ve İran kraliçesi güzeller güzeli Fevziye'nin duvara asılı olan fotoğrafı değil, Mehmet'in ölene kadar hiç çıkarmayacağı ve kalbine sökülmemecesine yerleştirdiği Yasemin idi. Yasemin, aslında çocukluğunda bir düğünde süslü elbiseler içinde gördüğü kendinden yaşça büyük bir komşu kadınıydı...
 
Yasemin'de en az Fevziye kadar güzeller güzeliydi. Belki de Fevziye'nin can bulmuş haliydi. Haylaz'ın Yasemin'e  karşı tutkusu bir başkaydı. Ruhu, beyni, bedenindeki her bir noktası Yasemin doluydu. Bunu her zaman ispatlamıştı. Esasında ispata da gerek yoktu.Çünkü sevgisinden şüphe edilmeyecek kadar Yasemin'i seviyordu. Yasemin'e belli etmiyordu ama bu sevgi bir çılgınlık derecesindeydi. 
Hiç beklenmedik bir anda bir yerlerde sevgi sözü geçtiğinde Haylaz'ın aklına düşen Yasemin oluyordu. Zaten Yasemin'siz bir dünyayı, hiç bir hayat belirtisi olmayan gezegene benzetiyor, böyle tahayyül ediyordu...
 
Bir gün Haylaz yine hayallere dalıp gitti. Zaten hayal diye de bir şey olmasa yaşamın hiç bir anlamı, hiç bir değeri olmayacaktı... Hayalinde de olsa Haylaz Yasemin'e sımsıkı sarılıyor, narin ellerine hiç bırakmamacasına sıkıca yapışıyor, Yasemin'in varlığını yaşamının, aşkının ve sevginin vazgeçilmez gücü olduğunu kabul ediyor, bu güzelliğe ölümsüzlük olarak bakıyordu...
 
Buna rağmen prenses Fevziye'ye benzettiği Yasemin'in kendisine, sevgisine ve aşkına nasıl baktığı hiç mi hiç onu ilgilendirmiyordu.. Aslında Yasemin evlenmiş, çocuk sahibi olmuş bir kadındı. Evli bir kadından başkasına aşk namına beklenilenin üzerinde bir beklentide bulunmak elbette beklenilemezdi. Haylaz bunun için her şeyi nehirler gibi akışına bıraktı. Oluruna bıraktı. Aşkın ve sevginin böyle devam edeceğini, böyle güçleneceğini düşündü kendince...Fakat beynine söz geçiremiyor, Yasemin'i düşünmeden edemiyordu. Anası öğütledi: "Git bir doktora görün" dedi.
 
Doktorların aşk derdine deva olduğu nerde görülmüştü?
Anasının içi rahat olsun, üzülüp, dert sahibi olmasın diyerekten bir  ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanına gitti Mehmet. Halini, beynine çakılmış vaziyetteki sevdasını üstünkörü de olsa anlatmaya gayret etti. Bir dolu ilaç yazdı doktor. "Bu ilaçları üçer adet al, saplantıyı beyninden sal" dercesine... Lakin Mehmet, beynindeki aşkının ilaçla kazınacağına inanmıyordu. Doktora dedi ki:" Ben hapı mı evde de atarım. İstediğim hap değil, aşkıma kavuşmak. Eğer yavukluma kavuşturmayacaksanız beni, beynime elektrik verin beni eden deli. Gücünüz varsa gurudun sevmelerimi..."
 
Doktor ne diyeceğini bilemedi. Reçeteyi Mehmet'in eline tutuştururken, anlamsız bir ifadeyle bakmakla yetindi. Mehmet doktorun yanından çıkar çıkmaz reçeteyi yırttı. Avuçlarında buruşturduğu kağıt parçalarını havaya savurup, kimselere görünmemeye çalışarak evine ulaştı. Anasıyla da konuşmadan sığınağı olan odasına kapandı. Mutlu olduğu hayallerine daldı. Sanki gerçek gibi yaşıyordu her bir ânı...
 
Haylaz hayallerindeki hayatında bir defasında Yasemin'in kapısına gitmiş lakin kibarca kovulmuştu. Arkasına dönmeden"Hoşçakal" dedi ama"Güle güle, sonra buyur." yanıtı alamadı...
 
O gün akşama kadar kendi kendine söylendi. "Ben hata mı yaptım? Bu tepkinin sonu acaba nereye varır?" diye düşündü durdu...Bir ay kadar evden dışarı çıkamadı...
 
Yine bir gün sabahleyin erkenden, yanında götürdüğü hediyelerle Yasemin'e gitti. Bu defa buyur edilerek içeriye girdi. Her iki tarafta bir şey olmamış gibi davrandılar. Önceki gelişinde kibarca kovulmuş olmayı hiç konuşmadılar. Kahvaltı hazırlandı. Sofraya kuruldular. Kaymak, peynir, ve süt sofranın öncelikli yiyecekleriydi. Bu gıdalar evde üretildiğinden aynı zamanda Mehmet'in bu yiyecekleri çok seviyor olmasından mutlaka sofraya konmuş olmalıydı. Ayrıca börek ve katmer de yapılıyordu...
 
Bir ay önce kırgınlığından sonraki gidişinde ortamın normal olması, Yasemin'in yine eskisi gibi davranması, Mehmet'i yeniden ümitlendirdi. Yalnız kaldıklarında Yasemin'e laf dokunduruyor, bu defa düşüncelerini dolaylı yollardan söyleyerek niyetini hem tartışıyor, hem de anlamaya çalışıyordu.
Haylaz lakaplı Mehmet yine hayallerinde yalnız kaldıklarında yeniden aynı şeyi tekrarladı. "Boşan kocandan evlenelim. Karım olmanı istiyorum" diyerek, Yasemin bu söze bu defa daha da kızarak cevap verdi. "Böyle konuşacaksan bir daha gelme." dedi. Ayrıca komşular söz eder, diye de ilave etti. Bu durumda Mehmet bir daha gitmemek üzere Yasemin'in evini terk etmeyi düşünüyordu.
 
Aradan üç ay geçtikten sonra Mehmet yine gitti Yasemin'in evine... Bu defa Mehmet baskın çıkmaya çalıştı. "Kovulduğum eve yine geldim" diyerek... 
Aralarında kısa tartışmalar oldu.
-Niye geldin?
-Burada sen olmasan gelmem. Beni buraya çeken, beni buraya getiren bir güç var. O güç sensin ben kendiliğimden gelmiyorum. 
-Hadi gördün, git artık. Güle güle. dedi Yasemin...
 
Eve her gelişinde ilgi göstermeye hatta birlikte görünür işler yapmaya başladılar. Hatta bazı zamanlar komşuların ne diyeceklerine aldırış etmeden bahçe işleri yaptılar. Mehmet bu beraberlikte çok samimi sözler söyleyip Yasemin'i etkilemeye devam ediyordu...
 
Mehmet konuyu çok aşırıya kaçırdı. Yasemin'e " Hayatım" diye hitap edince küçükte olsa yine bir tepki gördü. "Bir daha bana öyle deme" diyerek...
Mehmet işin peşini bırakmadı. Ve konuyu espriye getirerek "Tamam, tamam bir daha hayatım demem hayatım" deyip lafı bağladı. Bu söz bu defa hiç tepkiye yol açmadı. Hatta Yasemin'in itirazı tebessümle oldu.
Mehmet: "Belki haftaya daha sonraki haftaya gelemem gözün yollarda kalmasın" deyince: 
-"Ne işin var ki gelmiyorsun. Gezer gidersin demesi, Yasemin'de bir değişiklik ifadesiydi...
 
                                                                           ***
Mehmet, birinin kağıt üzerine düşen cemalini gözünün önünde canlandırırken, kendisine isyan ediyor "hayır, hayır bu benim gözüm olamaz" diyordu. Onun gözü Yasemin'den gayrısını görmesin istiyordu...
 
Mısır prensesi Dünya güzeli Fevziye... Bu güzellik İranlı birilerinin seçimiydi. Ya Mehmet'in seçimi? Ya Mehmet'in güzeli? Bu seçimi de Mehmet yapmıştı... Yasemin duvardaki kağıt üzerinde bir güzel değil, Mehmet'in zihninin güzeller güzeliydi...
 
Mehmet çocukluğunda evlerinin duvarında aslı gördüğü dünya güzeli prenses Fevziye'yi bir daha hiç hatırlamamaya, o resmi gözünün önünde canlandırmamaya karar verdi. Nedeni belliydi. Kendi beynindeki sevdiceği Yasemin'i bir kimseyle eşit görmeye, başkalarıyla kıyaslayarak değerlendirmeye tahammülü yoktu. Zaten Mehmet yaşamı boyunca, çocukluk ve gençlik yıllarında hiç bir artistin bile resmine bakma, biriktirip, ya da kesip bir kenarda saklama, duvara asma gibi bir hobisi yoktu... Prensesin resmini duvara asan da dedesi miydi, yoksa babası mı, bilmiyordu. Prenses Fevziye babasının hayallerinin aşkıysa, Yasemin'de haylazın hayallerindeki hakikatiydi...
 
Mehmet sık sık köyüne gidiyordu. Her gidişinde olmasa bile, sıklıkla çocukluk odasına girdiğinde aklına ilk gelen Mısır prensesi Fevziye olduğundan, kendisine bu odaya girmeyi yasakladı. Kendi kendisine koyduğu bu yasağı harfiyen uygulayıp, böylece iradesinin gücünü de ortaya koymuş oluyordu...
 
Köye gidip geldikçe Mehmet ölen akrabasının dul karısıyla ilgilendi. Hatta dul kalmadan da yakından ilgileniyordu. Çünkü o dul kalmış kadın Yasemin'den başkası değildi. Mehmet Yasemin'in çalışkan ve hamaratlığına, becerikli oluşuna hayran kalıyordu. Bu duygu ve düşüncelerinde önceleri kötü niyet duymuyordu. Zaten böyle bir şey çirkin olurdu. Çünkü o zaman Yasemin evliydi. Mehmet onu prenses Feyziye'ye benzettiğinden hayallerinde sevgilisi gibi muamelede bulunuyordu...Gerçek hayatta hayranı olduğu komşu kadın Yasemin, evde yalnız kaldığında Mehmet'in hayallerini süsleyen, evleneceği kadın oluyordu. Mehmet hayalinde Yasemin'le gerçek gibi yaşıyordu...
 
Bir gün Mehmet köye erken gitmişti. Yasemin kahvaltı hazırladı. Büyükler günlük işlerine, çocuklarda oyuna gittiğinden kahvaltıda yalnız kaldılar. Kahvaltı sofrası oldukça zengindi. Mehmet bunu, karşı ilginin bir gereği kabul etti...
 
Mehmet'in "Ben sabah kahvaltımı yalnız olduğum için yapmadan geldim." sözü üzerine Mehmet'in arzu ettiği konuyu açan Yasemin oldu. "Bul birini evlen" diyerekten...
Mehmet buna cevabı sıcağı sıcağına yapıştırdı. "Sen varken başkasını bulmama gerek var mı?" deyince, sofrada bir sessizlik oldu. Yasemin kızardı, bozardı. hiç beklemediği teklif karşısında donup kaldı. Kahvaltıdan sora bahçe kapısından Mehmet'i uğurlarken"Ettiğin laf hiç hoşuma gitmedi. Rahmetliyle canciğerdiniz"diyerek kızgınlığını açıkça ifade ediyordu...
 
Mehmet'in hayallerinde Yasemin'le arasındaki bu evlilik oyunu yıllarca sürüp gitti. Sonunda evlilik oyunu küllenip yitti. Ne Mehmet, ne de Yasemin "hani evlenecektin, yalancı" diyordu.Fakat evlilik oyununu iki tarafta çok sevmiş görünüyordu. Oyunu bitirmediler. Her ikisi de evlilik oyununu zamana bırakıp dostça yaşamayı uygun gördüler...
 
Mehmet esasında tam bir aşk yorgunuydu. Kolay mı, tam 25 yıldır beyninin kıvrımlarında aşk yolunu arşınlamak! Yaşadıkça yaşlandıkça, hatta daha ölene kadar yürünecekti bu aşk yolu. Daha ne çok engebeler aşacak, nice eğrim büğrüm yollardan geçilecek ve mutlaka ahiret yurduna taşınacaktı.
 
Meşakkatli gibi görünen bu işi Mehmet'in yorulup bırakması çok zordu. Çünkü kendisine ve gıyabında da çok sevdiği Yasemini'ne verilmiş bir sözü vardı. Sonsuza kadar aşk ve beklemekti bu söz... Dahası insan olmanın, aşık olmanın, sevmenin, erkekçe söz vermenin bir bedeli vardı. Olmalıydı. Bu bedel gelene kadar beklemeydi.
 
24 ayar altın değerini kaybedip nasıl 23 ayara inmiyorsa, ederi düşmüyorsa, Mehmet'in Yasemin'e olan aşkı da kıymetinden bir şey kaybetmiyordu. Hatta erişilmesi, yaklaşılması zorlaştıkça değer kazanıyordu...
 
                                                                               ***
 
Mehmet'i alıp sahil kasabasında bir hastanenin ruh sağlığı bölümüne yatırdılar. Mehmet kapatıldığı odada hala hayallerinde haylazca sevgisini yaşıyor. Doktorların verdiği ilaçlar onun beynine yerleşmiş aşkı söküp atamıyor, Mehmet'i de gerçek hayata döndüremiyor. Gerçi Mehmet halinden ve hayali sevgilisinden memnun; memnunluk duymayan tek insan anası ve de ara sıra gördüğü mahalleliden bir kaçı, bazısı...Sahil kasabasında söğüt ağaçlarının ay ışığıyla göle düşen koyu mavi sularında slüetin kendisine bakan gözlerin sahibini, Yasemin'i arıyor Mehmet'in bakışları... 
 
Gölün ortalarından ta kıyıya kadar gelerek küçük çakıl taşlarıyla buluşan minicik dalgacıklar sanki o unutulmaz kıyıya buse verir gibiydiler. Yasemin'in ayaklarının dibinde kaybolup giden bu minik dalgacıklar aslında sonsuzluğa giden yolun başlangıcıydı. Bir haberciydi... Zaten dalgacıkların kaybolduğu çakıl taşlarının üzerindeki Yasemin'de ak giysilerin içinde sonsuzluğa yolculuk yapacak melekler gibiydi. Melekler kadar güzel ve masum görünümdeydi. Tatlı tebessümüyle, tüy gibi gibi hafif ve yumuşak sesiyle hakikatte bir melekti Yasemin... 
 
O gece Yasemin hakkında Mehmet'in içinden neler geçmemişti ki, neler demedi ki? Yasemin için güzel olan, iyi olan her söyleneni az buldu. Daha çok yüceltecek değerler aradı. Sonunda da buldu.
Mehmet bu değerlerin Yasemin'in ta kendisi olduğunu, sonsuza yolculuk yapmanın ve kıyamet gününde nar tanesi kadar kusursuz bir sevginin bir aşkın paylaşılacağını düşündü.
 
Mehmet kararlıydı. Bu dünyadaki sevgisini, aşkını öteki dünyaya, kıyamete, mahşere taşımaya... Acaba Yasemin kararlı mıydı? İşte bu belli değildi. Bunu bu dünyada zaman, kıyamet gününde emeller, realite, samimiyet gösterecekti...
 
Evet, Mehmet, Yasemin'i çok daha yükseklere yüceltecek değeri arayıp bulmuştu. Yasemin toprak ana gibiydi. Yasemin'de toprakta mevcut her değer, her cevher, her bir güzelliği bulmak mümkündü. Yasemin'e asla değer biçilemezdi. Çünkü Mehmet için Yasemin eşsizdi. O yalanların değil, mutlulukların kadınıydı.
 
O da ne, Yasemin Mehmet'ten uzaklaşıyordu.
-"Ben seni görmek istemiyorum. Bir daha sende beni görme, istemiyorum!" diye bağırıyordu.
Mehmet bu tartışmanın son kısmında sinirlenmiş olmalı ki:
- Deli etme be kadın, diyerek Yasemin'nin üzerine yürüdü.
 Yasemin tam bu sırada göle doğru geri adım atıyordu. Mehmet'in kolları hasta bakıcılarca arkadan bağlanıyordu... AYFER AYTAÇ - ayferaytac.com
 
 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..