Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Aralık '16

 
Kategori
Üniversitelinin Sesi
 

Hayvan Çiftliği (George Orwell)

Hayvan Çiftliği George Orwell’in yazımını 1944’de tamamladığı, bana sorarsanız sosyal bilimlerin en geniş kitlelere hitap eden bir kitabıdır. Çizgi filmlerini izleyen çocuklar, bir masal gibi okuyan gündelik okuyucular ve politik sistem eleştirisi adına bilimsel yaklaşan okuyucular… Ama her nasıl bakılırsa bakılsın zevk alarak okunan bir kitap.

Bu kitabı yazarken George Orwell, kendisi de sosyalist olmasına rağmen Stalin’e gönderme yapmaktadır. Her ne kadar kitabın meyli o yönde olsa da bu kitap bence daha genelde bir “sistem” eleştirisi olarak görülmelidir. Bu kitabın satırları arasında sadece tek taraflı bir bakış açısı ile, gırtlağına kadar kapitalizmin içine batmış insanların “zaten komünizm de kötüymüş” şeklinde bir çabayla okuması, kitabın hakkını yemek olur. Bu kitapta ikili ilişkilerimizden kendi sosyal çevremizdeki ilişkilerimize, mensubu olduğumuz sivil toplum kuruluşlarının sisteminden siyasal sistemlere kadar her âna yönelik bir eleştiri bulunacaktır.
Olay şöyle başlıyor. Çiftliğin koca domuzu Koca Reis bir gün bir riya görür. Bu rüyada insanlar ortadan kaldırıldığı taktirde dünya nasıl güzel bir yer olacağını görmüştür. O gün üretmeden tüketen şu insanların ne büyük düşman oldukları yönünde çiftlik hayvanlarını bileyerek, günü noktalar. Ancak köpeğin Koca Reis konuşurken ortaya çıkan dört iri sıçana saldırması sonucu ortaya çıkan bir patırtı sol fraksiyonların, belki de günümüzde neden bu kadar dağınık olduğu noktasında da ince bir noktayı resmetmektedir. Neyse, üç gün sonra da ölür. Ve bir gün her devrim temelinde yatan açlık gelip çattığında (Marxist bir yaklaşımla) hayvanlar Snowball ve Napoleon adlı iki domuzun liderliğinde ayaklanırlar. Tüm insanların düşman, tüm hayvanların yoldaş olduğu bir sistem belirlenir. Sonra hayvanlar özgürlüğe kavuşunca rüzgarların daha tatlı eseceği bir dünya hayalinden bahseden, bana da bir parça Nazım Hikmet’in Nikbinlik adlı şiirinde “Uuuuuuy! Çoçuklar kim bilir ne harikuladedir 160 kilometre giderken öpüşmesi…” derken ki ruh halini hatırlatan, bir marş belirlenir ve işe koyulurlar.


Kitabın her bir karakteri detaylı bir şekilde irdelenmeyi hak ediyor. Domuzlarımız lider; domuzlar sadece İslam toplumlarında değil diğer toplumlarda da aşağılanan hayvanlardır. Birisine hakaret etmek için kullanılır. Birisine at, eşek demekten çok daha farklı bir durum var. Domuzların sistem içerinde yerine getireceği domuzluklar sebebiyle onlara domuz denmiş olabilir. Atımız var: çalışkan ama düşünmeyen. Kendisinin iki sloganı vardır: “Daha çok çalışacağım” ve “Napoleon yoldaş her zaman haklıdır”. Belki kendisini mensubu olduğu sistemin çarklarına kaptıran baştakileri hep haklı gören ve tek yaptığı daha çok çalışmak olan tüm atları temsilen Boxer çıkıyor karşımıza. Koyunlarımız var: kendilerine öğretilen “Dört ayak iyi, iki ayak kötü” sloganı ile her türlü muhalefeti, itirazı susturan bir koyun güruhu. En derin tartışmaların içerisinde nereden geldiğini anlamadığınız ve konu ile irtibatını da kurmadığınız, koyunlar tarafında seslendirilmiş sloganları hatırlatıyor. Hayatları boyunca tek yaptıkları kendilerine öğretileni, yeni bir slogan öğretilinceye kadar tekrar ile yetinen bir parça kafası çalışmayan koyunlar. Benjamin var: çok uzun yaşamış bir eşek. Bilgisi yerinde ama huysuz… Susmayı tercih eder. İnce bir mesaj var. Kalabalıklar içinde insanların hakikate karşı gözlerinin kör olduğu bir durumda görebilen ancak susmayı tercih edenlerin bu suskunlukları ile yaptıkları eşekliklere karşı bir mesaj var. Köpekler, eşit hayvanlardan birinin doğurduğu dokuz yavruya el konularak özel yetiştirilmiş köpekler. Sistemin yani Napoleon’un koruyucuları. Her sistem kendi köpeklerini yetiştiriyor. Kimileri buna gönüllü olur kimisi olmaz. Ama sonuç itibari ile onlara tayin edilen görev köpekliktir. Sadece korumak, her şeyden korumak… Ve kendilerine öğretilen tek şey sadakat… Kendi konjontüründe sadık birer nefer olarak iltifat görenlerin, asıl sıfatlarının sadık birer köpeklik olduğu yönünde ince bir mesaj sezinliyorum. Tavuklar, kazlar, ördekler işlevselliği olduğu için sistemin içinde tutulan ancak ne ödüllendirecek kadar büyük hizmet eden ne de tamamen vazgeçilecek kadar küçük… ama her türlü manipülasyona açık ufak canlılar. Ölümleri de boyutları ile aynı ölçüde…
Genel olay örgüsüne baktığımızda her ortaya çıkan sistemin kendi ideolojisini bile nasıl manipüle edeceğini bu kitapta çok açık bir şekilde görebiliriz. Yedi maddeden oluşan ilk yasalar her geçen gün domuzları isteği doğrultusunda güncellenmektedir ve öncesi bir şekilde unutturulmaktadır: “Napoleon Yoldaş’a güvenmiyor musunuz?” Yıllar içerisinde bu tip değişiklikler gösteren yüzlerce yasaya gündelik hayatımızda karşı karşıya kalabiliriz. Tabii anlayabilirsek. Mesela denir ki:
_ Biz aslında hep böyle idik!
_Ama siz yıllar önce şöyle demiştiniz?
_ Ne münasebet, biz hep böyle idik… Siz yanlış hatırlıyor olmayasınız?
Biraz bekleyince görürsünüz ki şimdikinin böyleleri yarın yıllardır çok farklı bir böyle oldukları ile karşınıza çıkacaklardır. Domuzların ürettiği fikirsel malzeme koyunların zeka kıtlığından, atların duygusallığından, eşeklerin benciliğinden dolayı tüm toplumda kabul görüp gitmektedir. Yıllar önce devrimin temelinde olan insan düşmanlığı bir bakarsınız ki ortadan kalkar ve domuzların çıkarları için en büyük dost olurlar. Sonra bir kumar esnasında ikisi de aynı elde maça ası çıkarınca tekrardan tüter bir kavga. Kitapta bu büyük kavgaları sadece izlemek düşüyor hayvanlara. İzlemek ve sonucunda değişecek yasalara tabii olmak. Tıpkı gerçek hayatın romanları gibi… Bir kumar esnasında aynı elde çıkarılan iki asın ceremesini toplumun çekmesi gibi…
Sistem öyle bir işler ki size yer yer “Deh, yoldaş” ya da “Çüş, yoldaş” derler. Aslında yaptıkları öncekilerle aynı şeydir. Yine size “deh” ve “çüş” deniyor sadece ağzınıza bir parmak “yoldaş”, “kardeş”, “arkadaş”, “dost” balı sürülüyor. Sistem harfiyen eskisi gibi işliyor.
Sonra bir bakarsınız tavuklar yumurtladıkları yumurtayı, inekler gölden içtikleri suyun tatlılığını, kimisi de isimlerinin halen “Micheal” olmamasını büyük lidere bağlar. Edebi eserlerde kanımca dikkat edilmesi gereken bir özellik var: uçları yaşıyor olmaları. Bize bir gerçeği daha net anlatabilmek için meseleleri kutuplara çekerek anlatırlar. Ara olayları kendi hayatımızda anlamlandırmak bize düşmektedir.


Başta demiştik bu meseleye sadece komünizm eleştirisi olarak bakarsak haksızlık etmiş oluruz. Kitabın bir yerinde bana gerçek hayattan çok tanıdık gelen, eminim sizin de bir yerlerden anımsayacağınız bir kısım var: ”bir iyileşirse, en azından üç yıl daha yaşayabilir, büyük otlağın bir köşesinde huzurlu günler geçirebilirdi. Belki de hayatında ilk kez okumaya, bir şeyler öğrenmeye vakit ayırabilecekti. Son yıllarını alfabenin tümünü öğrenmeye ayırmayı düşünüyordu.” İşte biz… Toplum olarak her bir fert… Pardon, atların makus talihi…
Umutlarla ayakta duruyoruz. Hep ertelenmiş yaşantılar. Şu an bir komünist sistemde yaşamıyor olmamıza rağmen günde onlarca kişiden benzer hayaller duyabilirsiniz. Ama çoğunun sonu Boxer’inkiler gibi oluyor. Tek farkı fark: o günlerini Komünist sistem içerisinde boş hayallerle avunarak geçiriyor, biz ise günlerimizi aynı şekilde kapitalist sistem içerisinde geçiriyoruz. Sadece at gibi çalışıyoruz.


Kitap bu inceliğine rağmen yetirince anlam yoğunluğuna sahiptir. Benim eksik bıraktığım ya da fark edemediğim daha birçok noktayı sizler fark edeceksiniz.
Fazla söze ne hacet, okuyunuz efendim.

BÜŞRA KAYAOKAY

MEDYA VE İLETİŞİM BÖLÜMÜ

 

 
Toplam blog
: 4
: 389
Kayıt tarihi
: 29.12.16
 
 

Bingöl ..