Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Haziran '10

 
Kategori
Özel Günler
 

Haziranda Ölmek Zor

Haziranda Ölmek Zor
 

Yürüyorum yavaş yavaş...
Birkaç adımda bir es veriyorum adımlarıma.
Akşam üzeri saat sekiz civarı ama hava hâlâ aydınlık.
Durup bir bakıyorum etrafıma, arabalar, insanlar, kalabalık, koşuşturanlar…
Yetişmeye çalışıyorlar bir yerlere…
İnsanlar koşuşturuyor.
İnsanlık koşuşturuyor.
Savaşanlar… Vuranlar, vurulanlar…
Günlerdir okuyorum, günlerdir izliyorum, düşünüyorum, anlayamıyorum, kızıyorum, sinirleniyorum.
Ortadoğu, Doğu…
Savaşanlar…
İnsanlar…
Yetişmeye çalışıyorlar bir yerlere.
Aksak tempomla devam ediyorum yürümeye.
Herkes böyle koşuşurken ben daha da yavaşlamak istiyorum. Yavaşlıyorum iyice!
O zaman da ben, benden alıp da kendini, bir başına gitmek istiyor.
Yetişemiyorum kendime bir türlü…
Bakıyorum ki beklemek de olmuyor böyle.
Dur, diyorum kendime.
İki dakikada bırakıp da gitmek var mı kendini. Bekle tamam yakalayacağım seni hemen diyorum. İlk önce gözlerimi bakışlarımla yakalıyorum. Sonra da geveze çenem yerleşiyor yüzüme. Aklım biraz geride kalıyor.
Kendine bile laf geçiremiyorsun, “barış barış” diye hangi insanlara ne anlatacaksın, diye kızıyorum bedenini yeni yakalayan çenemle kendime.
Bazen diyorum ki; ait değilim buralara,
bu dünyaya…
Uzaylılar gelse ve beni kaçırıp götürseler diyorum.
Sırf bu isteğimin gerçekleşmesi uğruna uzaylıların varlığına inanmak istiyorum.
İnanıyorum başka bir gezegende hayat olduğuna...


Adımlarımı hızlandıra hızlandıra yürüyorum.
Eve geliyorum sonunda.
Bahçenin kapısını açıp içeri giriyorum.
Hava kararmaya başlamış. Işıkları açmadan bahçedeki salıncağa oturuyorum. Sessiz sessiz bir öne bir arkaya sallıyorum kendimi. Ayakkabımı çıkarıp bağdaş kuruyorum salıncakta.
Kimse kalmamış sokakta, herkes evinde.
Bir ben, bir de Haziran var dışarıda.

Salıncak bir ileri bir geri gidip gelirken kokular geliyor burnuma…
Leylak ağacı var tepemde. Güller uzamış, leylak ağacının dallarına sarılıp onunla birlikte yükselmiş ağaç gibi. Aynı dalda leylak ve kırmızı tomurcuk güller var. Yasak bir ilişki yaşıyorlar.
Salıncak bir ileri bir geri gidip gelirken kokular geliyor burnuma…
Kimse kalmamış sokakta, herkes evinde.
Bir ben, bir de Haziran var dışarıda.

Üç Haziran.

Saat dokuza geliyor. Hava iyice karardı. Bahçede oturuyorum hâlâ. Eve girmeye hiç mi hiç niyetim yok. Üzerimde kısa kollu bir tshirt var. Üşümüyorum. Hava sıcak. Hanımeli, gül, leylak ve iğde kokuları buram buram…
Haziran kokuyor dışarıda.

Üç Haziran.

Yaklaşık ondört yıl önceydi. Çocuk sayılacak yaştaydık. O zamanlar teyp vardı ve 45, 60 ya da 90lık kasetler. Ceren play tuşuna basıp bir şarkı dinletmişti bana. İlk defa dinlemiştim. Müziğinden çok sözleri etkilemişti beni. Ceren ilk defa dinliyor olmama çok şaşırmıştı. Nasıl olur da bilmezsin bu şarkıyı, demişti. Şiiri, şarkıyla beraber ezbere okumuştu. Bense ilk defa duymanın utancı ile sözlerini dinlemiştim. 80 yılında doğmuş olmamın kaderiydi, ailem apolitik olmamı istemişti, bizi öyle büyütmüştü, korumuştu, kollamıştı. Politik, siyasi şarkılar söyleyen grupları dinlemek yasaktı. Ama o günden sonra, o parçayı ezberleyebilmek için arka arkaya sayısız kez dinlemiştim. Hem çok da sakıncalı sözleri yoktu bunun. Ceren’le birlikte söylüyorduk tek bir ağızdan.
Haziranda Ölmek Zor.
Çocuk sayılırdık daha o zamanlar. Ölüm kelimesi yakışmıyordu o yaştaki çocukların ağzına ama biz yürekten söylüyorduk; Haziranda ölmek zor.

Sonra yıllar geçti.
Yürüdük, yürüdük,
büyüdük...
Ağzımıza yakıştıramadığımız o sözcük, beş yıl önce geldi Cerenimi buldu.
Ceren 31 Mayıs’ta öldü. Ama Haziran’da gömüldü.
Hayata giderayak kandırmaca yaptı Ceren. Haziran’da ölmek zordu. 31 Mayıs’ta öldü ama Haziran’da gömüldü. Haziranda Ölmek Zor’un şairi Hasan Hüseyin’le aynı mezarlıkta şimdi.

Haziranda ölmek gerçekten zor mu bilmiyorum ama Haziranda gömmek çok zor.

Bu Haziran akşamında, hem de Üç Haziranda, Ceren için arka arkaya çalıp onunla beraber söylüyorum.

Bir Kızılderili öğretisi der ki;
“Yaşarken ölüm korkusunun kalbine girmesine asla izin verme.
Büyük ayrılış günü bir gün geldiğinde, soylu bir ölüm şarkısı hazırla.
Ölüm zamanı geldiğinde, kalbin ölüm korkusuyla dolmasın; böyle olanlar zamanları geldiğinde birazcık daha yaşamak için ağlayıp, dua ettiler ve bu yüzden farklı bir yaşamı yaşadılar.
Kendi ölüm şarkını söyle ve bir kahramanın eve dönüşü gibi öl.”

Şimdi düşünüyorum da, Ceren kendi soylu ölüm şarkısını çok zaman önce seçmişti bile.

Ölüm neydi ki acaba?
Ya da ne değildi?

Hasan Hüseyin, 3 Haziran 1963’te Nazım Hikmet’in ölümü üzerine yazdığı “Haziranda Ölmek Zor” için şunları yazmış;
"1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976'larda şiire.
On üç yılda özümsemişim o olayları, on üç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa kadar" demiş eskiler."

Taa arşa kadar yükselen soylu bir ölüm şarkısı bırakabilecek miyiz arkamızda acaba?
Sanal bir dünyadan sanal bir dünyaya göndermek için yazıyorum bu şiiri buraya.
Haziranda ölenler için söylüyorum şarkısını.
Duyuyorsan eşlik et bana Ceren...

HAZİRANDA ÖLMEK ZOR

işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak

sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur

çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara

sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri

asacaklar aydemir'i
asacaklar gürcan'ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi

asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?
asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!

sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!
neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı

işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum
asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak

ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?

asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?
kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?
kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?

«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara

nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?

yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran '63'ü
bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın

gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!


Hasan Hüseyin

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..