- Kategori
- Kültür - Sanat
Hedda Gabler
Henrik İbsen ’in Hedda Gabler oyununun galasındaydık dün gece, Harbiye Muhsin Ertuğrul’da. Salon ağzına kadar doldu. Oyunu izlemenizi öneririm. Bilet bulabilirsem bir kez daha izleyeceğim. En baştan söylemeliyim. Ekip olarak Hedda Gabler oyununda yer alan, ışıkçısından oyuncusuna, terzisine emeği geçen herkesi, oyunu yöneten Emre Koyuncuoğlu ’nun şahsında kutluyorum yeniden. Genç yaşta onca deneyim ve memleketimizde yönettiği pek çok oyunun yanı sıra yurt dışında Bilge Nathan gibi oyunları yeniden yazıp imzasını atabilen, böylesi başarılı çağdaş bir yönetmenin İBB Şehir Tiyatroları’na katılmış olması büyük bir kazanımdır izleyiciler açısından. Dramaturg Dilek Tekintaş da, sahne ardında yönetmenle birlikte büyük emek verenlerden.
Bu arada Hedda Gabler oyunun Mitos Boyut’tan basılan T. Yılmaz Öğüt çevirisinin bir bölümünü oyundan önce aceleyle okumuştum. Okurken göremediğim ya da dikkatimi çekmeyen noktalar oyunda önemli espriler olarak vurgulanınca, okumalarla, oyunu seyretme farkını ve yönetmen yorumunun önemini daha iyi kavrıyor insan. Bu nedenle de çok başarılı bir yönetmen olduğunu düşündüm Emre Koyuncuoğlu’nun. Temelde psikolojik yorumların derinliğine dayanan ağır bir oyunu ilgi ile izlenebilecek bir boyutta aktarmanın ne denli önemli olduğunu da bize gösteriyor başarılı yönetmenliğiyle. Gerçi çeviri farkı da öne çıkarabilir bu tür farklı algıları. Burada önemli olan nokta metni Emre Koyuncuoğlu ve Başak Erzi’nin çevirisinden izliyor olmamız. Yani yönetmenin kendisi çeviri safhasında da yer almış. Bu da kanımca önemli bir yaklaşım.
Hedda Gabler karakterini yansıtan Şebnem Köstem, karakteri oynamıyor sanki yaşıyor, o denli etkileyici. Hedda Gabler’in mimiklerle, küçük jestlerle belirlenen davranış özelliklerini oyun boyunca sürdüren çok başarılı bir performans sergiledi Şebnem Köstem.
Böylesi insanların da olduğu dünyamıza uzaktan bakışı sağlayan, seyirciyi biraz yabancılaştırıp tokadı atmadan önce, biraz rahatlatan döner platformun üzerinde, yerine göre korunmaya muhtaç bir kuş ya da masum bir genç kız, bazen de can sıkıntısının ruhunu esir aldığı bir Makbet cadısına, bazen de anılarda yüzmeyi seçen romatik bir aşığa dönüşen, aslında özgür görünümlü, kendisini özgür hisseden kadın –ama yapmacıklı, içten pazarlıklı, çene çalamadığında, belki de ilgi görmediğinde can sıkıntısından patlayan, otorite bir general babanın evinde al bebek gül bebek yetiştirildiğini sezdiğimiz, küçük hesaplar peşindeki- Hedda Gabler’in beynine kadar inebiliyor insan. Bunu sağlayan da Şebnem Köstem’in çok başarılı oyunculuğu.
Hedda’nın eşi Jorgen Teslam’ı canlandıran Ertuğrul Postoğlu da öyle, o da çok başarılıydı. Yolda karşılaşsak artık kitap kurdu, balayında bile kütüphanelerde eski yazıları kopyalamaktan geri kalmayıp eşini sıkıntıdan patladığını fark edemeyecek denli araştırma aşığı, kendisini büyüten halalarına aşırı düşkün, saf , iyi niyetli ve karısını sevip onun laf olsun diye söylediklerini emir olarak alıp hemen gerçekleştirmek için büyük borçları yüklenen ama sohbet özürlü, karısıyla sohbeti sadece bilim dünyasının duvarlarına ve halalarının dünyasına hapsolmuş bir Bay Tesman gelecek aklıma.
Mrs Thea Elvsted’i canlandıran ve afro kıvırcığı siyah saçları, oyun boyunca çok kereler Hedda Gabler’in hışmına uğrayan Meriç Benlioğlu da fevkalade başarılı. Bilim adamları ve yazarlara yaptıkları işler nedeniyle hayranlık duyup yaklaşan, sonra da onları ustaca yönetip ele geçiren saf görünümlü belki de gerçekten iyi niyetli ama alışkanlık haline gelen bir tavırda, gerçek yöneliminin aslında kitaplar mı yoksa yazarları mı olduğunu tam anlayamadığım iyi niyet meleği görünümlü bir karakteri başarıyla canlandırıyor Benlioğlu. Yazan insanların eserlerini, ahlaksal zaaflarla yıpranmaya uğramadan sağlam kalarak- ve tabii ki kendisine bağlı kalarak- yazmasını sürdürmesine uğraşırken Bayan Elvsted’in kişi üzerinde kurduğu hegemonya da ironik ve sorgulanmaya değer. Zaten İbsen de bunu yapmış, bu tavrın özünü de sorgulatıyor bize. Yazarı Elvsted’lerin evinden kente kadar kaçıran da bu baskı aslında.
Yılların sanatçısı Alev Oraloğlu da yeğeni Jorgen’e aşırı düşkün, onun uğruna tek geliri olan emekli aylıklarını ipoteğe koyabilecek denli düşkün olsa da, bu davranışları yeni gelin Hedda ile arasında çatışma yaratan ve gelin tarafından püskürtülünce esprileriyle karşı koymasını bilen, belki de yeğeni yüzünden hiç evlenmediğini bana düşündüren hala, Miss Juliane Tesman’ı başarıyla canlandırıyordu. Toplumsal olarak böylesi, oğluna, yeğenine öldüresiye düşkün tiplere alışkınızdır doğrusu. Zaten ilk kahkahayı da Julian Hala ile ev işlerine bakan Berta’nın senli benli konuşmalarındaki esprilerine attım.
Berta’yı , halanın sevgili yeğeni bilim adamı Jorgen Teslam’ı çocukluğundan beri bakıp gözeten, -belki de gerçekten yani asıl büyüten odur- aşırı düşkün hizmetçiyi de Elçin Atamgüç canlandırıyordu. Atamgüç rolünü başarıyla oynadı. Bir ara, yanlış anımsamıyorsam, bir Bethaa diye seslenişi vardı ki duyulmaya değerdi. Yalnız bu rol için belki daha yaşlı gözükmesi gerekirdi diye düşündüm. Hani çocuğu büyütmüş, koskoca adam olmasını gözlemiş bir yardımcı , pire kadar atak da olsa biraz daha yaşlı olması oyuna ne katardı ya da bu durum oyunndan bir şeyler aldı mı, bilmiyorum.
Gelelim Judge Brack adlı yargıcı canlandıran Eraslan Sağlam’a. O da oynamayıp rolünü yaşayanlardan. Sanırım oyunun yazıldığı dönemlerde yargıçlar emlak işleriyle bir şekilde ilgiliydi. Belki tapu memurluğu ya da emlakçı gibi filan çalışıyorlardır. Yargıç Brack tehlikeli bir karakter ama girdiği topluluklar için o ölçüde de eğlendirici. Her şeyden önce sesinin , esprilerinin ve çene çalarken özellikle çok etkileyici konuştuğunun bilincinde olan bir karakter. Sonra alaycı da ve yaşamı ciddiye almayan, girdiği ailelerde sacayağı üçgenin üçüncü köşesi olup ilgisini ailedeki eşlerden sakınmayan, zaafları olan bir çapkın. Genellikle bu ilgiyi sıkıntıdan patlayan kadınla yaptığı gevezeliklerle kazanmayı başaran, onu yakınlaşmanın ilk adımı olarak kullanan, düzenlediği küçük dalaverelerle kendini eğlendirirken, asla evlenmeyi düşünmeyen bir bohemi başarıyla canlandırıyor Eraslan Sağlam.
Ejlert Lovborg ise o sıralarda çok okunan ama kendi deyimiyle içindekiler beş para etmeyen-tuhaftır ama Tesman onun önceden yazdıklarına, rakibi bile görse hayranlık duyar- kitabın yazarı ve bilim adamı, biraz zayıf kişilikli, kendini kolaylıkla safahata kaptırıp yazmaktan vazgeçmesinden korkulan, Jorgen Tesman’ın umutla beklediği profesörlük koltuğunu da istese anında kapıp oturacak olan korkulu rüyası. Yazarımız Ejlert Lovborg bir zamanlar Hedda ile aşk yaşamış olmasına karşın, sonrasında afro saçlı kız Elvsted’in ağına düşüp son kitabını onun direktifleriye, onun gözetiminde yazmış, kendisini terk eden o gizemli bilinmeyen kadının adını kimseye vermeyen, duyarlı, zayıf bir aşık. Üstelik afro saçlı çocuk bakıcısı Elvsted’in - karısının ölümü üzerine- evlendiği iki çocuklu kaymakamın evine yerleşen Lovborg, onlarla birlikte yaşamış, çocuklarına öğretmenlik de etmiş . İşte bu da başka bir sac ayağı tipi aile örneği ki İbsen, Freudcu bakış açılarıyla bu tür yaşamları çözümlerken, on dokuzuncu yüzyıl sonunda gelinen ahlaki yozlaşmayı da eleştiriyor. Ejlert Lovborg’u canlandıran Mert Tanık da çok başarılıydı, rolünü hakkıyla oynadı. Hele Hedda ile Lovborg'un birlikte piyano başında oturdukları o sahne çok etkileyiciydi, bana göre belki de oyunun zirve noktasıydı. Bir de sanırım bu sahnenin ardından mı gelmişti Hedda’nın döner platform hareket ederken mavimsi camın ardında beliren görüntüsü, bende bir ağıt duygusu uyandırdı.
Tabii böylesi bir yaşanmışlıktan sonra, Hedda’nın, ironiyle söyleyecek olursak, eski sevgilisi Lovborg’un mezarını kazması da İbsen’in ne denli büyük bir yazar olduğunu, yüzyıllar geçse de insan karakterleri üzerine yaptığı bu çözümleyici oyunun hep ilgiyle izleneceğini düşündürdü bana. Çünkü Hedda bana göre 20. Yüzyılın Jüliet’lerinden biriydi. Kuşkusuz İbsen’in Romeo’sunu da tahmin etmişsinizdir artık.
Hedda’nın özgür kişiliğinde, gerçekten sevmediği halde gelecek kaygısının üstün gelmesi nedeniyle Tesman ile evlendiğini, kendisinin anlaşılmamasından ve yalnızlığından yararlananlarla çene çalarak kendini oyalayıp mutlu kılarken, onların yakınlaşma isteklerini göz ardı eden, yaptığı her şeyi aslında gelecek kaygısıyla yapan ve bu uğurda yani kendine sağlam bir gelecek kotarmak amacıyla eşine rakip gördüğü eski aşığını da rahatlıkla ölüme yönlendirebilecek kadar hesaplı - biraz da ondan bir çocuk sahibi olamamanın kıskançlığıyla da olabilir kuşkusuz -bir hırslı Juliet karakterini canlandırıyor. Kendisinin bir Juliet olarak yaşadığını asla bilmeyen Juliet’lerden bu Hedda.
Evet, evet, Hedda Gabler Shakespear'ınkinden başka bir Romeo Juliet oyunuydu sanki, çağımıza uyarlanmışı. Yalanlarla değil de kapitalizmin rekabetçi kirleriye boğuşan, burnun ucunu göstermeyen sisinin içinde kendisine sağlam bir yol bulmaya çalışan özgür bir Juliet’ti Hedda Gabler.
İnsanların her devirde öncelikle kişisel çıkarlarını ve kendi rahatlarını aşka tercih ettiklerini ve özgürce yaptıkları bu seçimleri sonrası, hak etmeyenlere yaptıkları bu özverili davranışın yok sayılmasıyla yüzleşince, düştükleri o derin pişmanlığının parlak bir örneğini gördüm Hedda Gabler de.
Ban göre Hedda Gabler çağımızın bir özgür Juliet’iydi.
EMEL DİNSEVEN 2012 11 6
Tiyatrodan Kişisel Notlar:
Harbiye Muhsin Ertuğrul’da çok önemli bir tiyatro oyununun galasındayız . Henrik İbsen’den Hedda Gabler. Salon hınca hınç doluyor. Erbil Göktaş'ın Yeni Tiyatro dergisinden gelenler için boş yer ayırdık. İki koltuk yukarıda oturan Yetkin Yüksel sesleniyor. Yetkin de bu önemli İbsen oyununda gönüllü olarak yönetmene yardımcı çalışan genç tiyatroculardan. Gelecekte başarılı bir yönetmen olarak da Yetkin Yüksel adını sıkça duyacağımızı buraya yazıyorum. Duydun mu Yetkin?
Yanımdaki koltuğa yönlendirdikleri hanıma bakıyorum. Yüzü tanıdık geliyor, bakışları sevgi dolu. Zarif biri. Lisansüstü öğrencilerinden misiniz deyiveriyorum paldır küldür. Çünkü tiyatro ve sahne sanatlarında lisansüstü yapan, otuzlu yaşlarında pek çok güzel insan tanıdım bu aralar. Böylece tanışıyoruz. Hatice Aslan. Devlet Tiyatrolarından emekli olduktan sonra DOT Tiyatrosu’nda oynadığını söyleyince kıpkırmızı oluyorum. Şimdi dizide oynuyormuş. Öyle mütevazi söylüyor ki. Dizileri sayıyor ama ben kim diziler kim. Üç Maymun’da da oynadım diyor. Başrolde Hacer’i canlandıran sanatçının oyun gücüne hayran olduğum filmin adıydı Üç Maymun. Nuri Bilge Ceylan o yıl en iyi yönetmen olarak seçilmesinde en büyük etken kuşkusuz oyuncuların Üç Maymun’da gösterdiği performanstı. Bir kadın ruhunu, yeni yeni kullanılan cep telefonu melodilerinin insan ruhu üzerindeki o tuhaf melankolik etkisini çok iyi yansıtan bir karakterdi Hacer. Hatice Aslan işte bu rolü hakkını vererek oynayan değerli bir sanatçımız. Küçük sohbetlerimiz oluyor Hatice Aslan’la. O anda anlıyorum ki yanımdaki bu değerli sanatçı, verdiği yanıtları da irdeleyen, sarf ettiği her sözcüğün peşine düşen duyarlı insanlardan. Üç Maymun’da hakkını vererek oynaması da sanırım bu duyarlıktan kaynaklanıyordu. Hatice Aslan’la Konuşma fırsatı bulduğum için kendimi mutlu sayıyorum.
Oyundan sonra yönetmen Emre Koyuncuoğlu’nu tebrik ettim. Kendisiyle fotoğraf bile çekildik. Hava serinlemişti. Dışarı çıkarken kapıda Thea’yı canlandıran kıvırcık saçlı genç sanatçı Meriç Benlioğlu ve annesiyle rastlaştım. Annesi ne kadar gururludur kim bilir. Şebnem Köstem’i ve diğer sanatçıları görür müyüm diye bakındım ama henüz çıkmamışlardı. Dışarı çıktım. Gökyüzünde tam da tepemizde alçalan uçakları saydım, sonra şerbetimi bitirince tekrar içeri fuayeye daldım. Ejlert’i canlandıran Mert Tanık’ı gördüm sadece. Meriç Benlioğlu ve Mert Tanık’la da, bulanık da olsa bir fotoğrafım oldu. Çok mutluyum doğrusu.
Emel Dinseven 2012 11 6