Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Kasım '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Hemşin Aşıtı'ndan Verçenik'e bakış

Hemşin Aşıtı'ndan Verçenik'e bakış
 

Hemşin aşıtından görünen manzara


- 3.gün -

Sabah Ankara’nın arsenikli olduğu söylenen kötü kokulu suyu yerine buz gibi ırmak suyunda yıkanıyor yüzlerimiz. Artık şehirli bakımlılığımızdan uzaklaşmış olsak da (bir önceki akşam nemlendirici süremeden, diş fırçalayamadan yatmıştım), doğayı seven insanlar olarak, tertemiz ırmak suyunda yüz yıkayabilmeyi bir lüks olarak algılıyoruz. Tabi itiraf etmek gerekirse, bu akşam konaklayacağımız pansiyonda banyo yapabileceğimizi bilmek de yüreğimizi ferahlatmakta gizli gizli. Kahvaltıdan sonra yola koyuluyoruz; aracımız bizi döne döne çıkan bir yayla yoluna bırakıyor. Yayla yolunun bitiminde başlayan, otlar ve çiçeklerle kaplı düzlükleri geçen keçiyolu boyunca, sabahtan öğleye kadar yürüyoruz. Rehberlerimiz dahil 10 kişilik grubumuz dışında görünürde başka hiçbir hareketli canlı yok.

Solumuzda, kolumuzu uzatsak elimiz değecekmiş gibi gözüken ama aslında bizden en az birkaç on km. uzakta olduğunu varsaydığım, bir bakışta eteklerinden doruklarına kadar görüş alanımın içine tamamen sığdırabildiğim yüksek dağlar var. Hava açık ve yer yer parçalı bulutlu. Biz ise sağa dönüp, son derece ağır bir tempoyla bir uzun rampayı çıkmaya başlıyoruz. Burada yürüyüş dengeden ziyade mukavemet istiyor artık; nefesimizi iyi ayarlamalı, gücümüzü boşuna harcamamalıyız. Arada küçük su kaynakları, yer yer çağıldayan derecikler ihtiyacımız olan suyu sağlıyor. İrtifa giderek yükselirken iki tane yayladan geçiyoruz: Tivasor ve Apivanak(?). Yaylacılar, taştan yapılmış, penceresiz, bu yüzden de içleri zifir gibi karanlık, sac tavanlı evlerine henüz gelmemiş ya da buraları yeni terk etmişler; evler ve ağıllar boş. Biz yine de ağılların önünde fotoğraf için poz verirken hayvanların bırakmış olabilecekleri kenelere karşı etrafımızı şöyle bir kontrol ediyoruz.

Rampayı çıktıktan sonra, üzerinde büyüklü küçüklü göller olan düz bir alana varıyoruz. Bu göllerin hepsinin ismini şimdi hatırlayamıyorum ama birkaçının ironik bir şekilde “İsimsiz Göller” diye adlandırıldıklarını biliyorum. Sonra karşımıza çıkan dev bir yükselti daha, bu da şimdi tırmanmamız gereken Hemşin aşıtı. Sağımızda Kaçkarların Verçenik zirvesi, tıpkı Alamut kalesinin kurulduğu o efsanevi dağ gibi, yüksek, sivri ve kara zirveleriyle göğe yükselirken, yanında bir böcek kadar küçük ve alçakta olan biz zavallı ölümlüleri keskin bakışlarla süzüyor. O kadar vahşi ve ihtişamlı görünüyor ki.. Aşıtın tepesine çıktığımızda gördüğümüz manzara hepimizin soluğunu kesiyor. Hava parlak ve aydınlık, karşımızda, yüzlerce metre aşağıda geniş mi geniş bir çanak, içinde parlak mavi sularıyla ve arkalarında karlı ve kayalık dağ tepelerinden bir duvar olduğu halde, buzul gölleri. Yani durumu şehirli arkadaşlar için kısaca özetleyecek olursam, sağımızda yalçın ve yüksek bir dağ zirvesi (Verçenik), karşımızda bir çukurluk (birazdan oraya inilmesi gereken), çukurun içinde büyük buzul gölleri, çukurun hemen arkasında, adeta çukurun sırtını dayadığı, yüksek ve heybetli dağ zirveleri. Manzara soluk kesici.

Turdakilerin toprağı öpme ve “Oh be en sonunda seni yendim Verçenik; hava açıkken yakaladım seni, gördüm işte gizli güzelliklerini, hi ho ho...” nidaları arasında yemek molamızı bu manzaraya karşı veriyoruz, gayet lezzetli(!) bir ton balıklı sandviçle. Ama trüf mantarlı dana madalyon ya da ton balıklı sandviç, böyle bir manzaranın karşısında insanın ne yediğinin ne önemi var ki? Bu arada hava kapanmaya, sis bulutları, ki Karadeniz’de “duman” derler, manzarayı yer yer örtmeye başlıyor. Sisli hava aynı zamanda Hemşin aşıtından aşarak Erzurum’dan Rize’ye geçmiş olduğumuzun da bir kanıtı; çünkü nemli Karadeniz iklimi ile artık tekrar buluşmuş oluyoruz. Ve önümüzde inilmesi gereken daha uzun bir yol var. Bilen bilir, inişler çıkışlardan her zaman daha zordur; çünkü hem dengeyi sağlamak daha güçtür, hem de nispeten zayıf olan ön bacak kaslarına ve dizlere daha fazla yük bindiğinden göründüğünden çok daha yorucudur. Biz de bütün bu faktörleri göz önüne alarak, manzaranın ısrarlı ve aldatıcı çağrılarına karşı koyuyoruz. Yani molamızı 1 saat ile sınırlandırarak, tekrar yola koyuluyoruz. Aşağı indikçe daha da şiddetlenen sis yüzünden birbirimizden 1 metreden fazla ayrılmamamız öğütleniyor bizlere.

Aşağı inip demin yukarıdan seyretmekte olduğumuz çanağın içinde sol tarafa doğru, yani önceden sağımızda ve karşımızda görmekte olduğumuz dağ zirvelerinin oluşturduğu duvarın tersi istikamette yürümeye başlıyoruz bu sefer. Bu arada yönleri sağ ve sol diye açıklamaya çalıştığım için kusura bakmayın; ne komik değil mi, sanki şehirde yol tarif ediyorum.. Bir dahaki gezide yönler hakkında daha fazla bilgilenmeye çalışırım.

Sonra yürüyoruz, yürüyoruz; bir biri ardınca sıralanmış, neredeyse ucuca eklenmiş çeşitli gölleri takip ederek yürüyoruz. Bu arada ünlü Fırtına (Fortuna) deresinin kaynağı olduğu söylenen Kapılı Göller’den de geçiyoruz; bunlar örneğini daha önce pek çok defa gördüğümüz, birbirlerine ince bir su kanalıyla bağlı iki kardeş göl. Göllerden usul usul çıkarak, toprakta kendilere yol açan bu cılız derecikler mi, ileride birbirleriyle ve başka sularla kaynaşarak coşkun Fırtına deresini oluşturacak olanlar? Kulağa inanılmaz geliyor o noktadan bakınca.

Daha sonra bir büyük gölden daha geçiyoruz; adı Deniz Gölü olabilir ama sanırım diğer bir Büyük Deniz Gölü'yle karıştırılmaması gerekiyor bunun. Burada yüzme molası verilince herkes çoraplarını ve botlarını çıkarıp ürkek adımlarla suya girmeye başlıyor. Saatlerdir yürümekten, göl kenarındaki tuğla istifi gibi alt alta, üst üste dizilmiş taş ve kaya tepeciklerinin üzerinde, bir ip cambazı misali hoplayıp zıplamaktan şişmiş ayaklarımızı ılık suya sokuyoruz. Su ılık, göl tabanındaki kumlar yumuşacık. Ona doğru yaklaşmakta olan ayağımı gören iri ve siyah bir su böceği (bir tür karides?) antenlerini oynatarak kaçıyor; hemen bir taşın altına gizlenerek, bende, bu ıssız yerde dünyanın geri kalanından bihaber yaşayan bu garip yaratığa karşı bir şefkat duygusu uyandırıyor. Dizlerimiz paçalarımıza kadar sıvanmış, gözlerimizle bastığımız yeri seçmeye çalışırken kafamız öne eğilmiş; Serhan Abi’nin dediği gibi o anda hepimiz, çöpten bacaklarıyla, sığ suda bir aşağı bir yukarı yürüyen kelaynaklara benziyoruz. Gerçekten komik bir manzara..

Bu küçük moladan sonra yürümeye devam ediyoruz. Havadaki sis ve nem artık gözle görülür olmaktan çıkıp elle tutulur hale geliyor. Kaçkarlar’ın Doğu Anadolu’ya bakan tarafından aşıp, Karadeniz’e bakan yüzüne geldiğimizi iklim ve bitki örtüsü her haliyle anlatıyor bize.
Hala orman yok; bitki örtüsü “suyla dolmuş” ve “suya doymuş” yemyeşil otlar ve aralarda sarı başlı nergisler. (Rehberlerimizin dediğine göre, oralara bir ay daha erken, örneğin temmuzda gitseymişiz, daha yaygın bir kar ve çiçek örtüsü bulacakmışız. Neyse ne yapalım, artık gelecek seneye..) Sislerin arasından zar zor seçilen kayaların, çağıldayan dereciklerin etraflarından dolaşıyor, üzerlerinden atlıyoruz. Ortam o kadar mistik görünüyor ki, kendimi bir ara İrlanda’da, druid rahiplerinin tören yaptıkları, yer yer kayalık, yeşil bir çayırda gibi hayal ediyorum. (Sanırım çok fazla fantastik film izlemişim vaktiyle..)

Yürümeye devam ettikçe, saatlerdir saçlarımızı, yüzümüzü şefkatle okşamakta olan çise artık sertleşiyor; inceden bir yağmur tutturuyor. Bu arada ilk evleri görmeye başlıyoruz. Tahtadan, sacdan yapılmış, kimi yerleri naylonla kaplanarak sudan korunmaya çalışılmış yayla evleri bunlar. Evet, Verçenik yaylasındayız artık. Bahçe kapılarının önüne çıkmış, meraklı gözlerle bize bakan çocuklara ben de bakışlarımla karşılık veriyorum; ama benimki derin bir imrenme duygusuyla dolu bir bakış.

Keşke diyorum içimden, benim de bu yaylada iki göz bir evim olsaydı. Ben bu düşünceler içinde bu ıslak yeryüzü cennetinin tadını çıkarır, kaşlarımdan ve kirpiklerimden sızan suların arasından etrafı görmeye çalışırken, yol kenarındaki ineklere ve heykelleşmiş bir şekilde bizi izleyen boynuzu kırık, ak keçilere selam vererek, minibüsümüz geliyor, bizi daha fazla ıslanmaktan kurtarıyor. Anlıyoruz ki, bugünkü yürüyüşümüzün sonuna gelmişiz. Araçla aşağıya doğru inerken ilk çamları (ladin, göknar, gürgen vs. yi de çam diye tabir ediyorum) görmeye başlıyoruz. Serhan Abi, bu çamların, yaşayabilecekleri en yüksek irtifada (bildiğim kadarıyla yaklaşık 2000 m.’nin üstü) hayatta kalmayı başardıkları için, genetik olarak en sağlam ve sağlıklı bir ırkı teşkil ettiklerini söylüyor. Kopkoyu yeşilleri içinde, metrelerce uzunluktaki bu sivri kuleleri, gösterdikleri kahramanlık için alkışlıyoruz.

Ve sonunda konaklayacağımız yere vardık. Burası iki nehrin, Hemşin ve Fırtına nehirlerinin birbirleriyle kaynaştıkları Çat düzü (Bu arada Karadeniz’de düzlükler nadir bulunuyorlar; bu yüzden bunlara özel bir önem atfediliyor).Yakınlarda bir de Çat köyü olmalı, ama ben onu göremedim. Burada Toşi pansiyonda kalacağız; işletmecileri Haçapit köyünden olup, Gökhan Birben ve Mehmet Haberal (bkz. merkezi Ankara olan Başkent Üniversitesi rektörü ve hekim) ile hemşehri oluyorlar sanırım. Toşi pansiyonda tek banyo var; bu nedenle önce kadınlar sonra erkekler kendi aralarında kura çekip, sırayla banyoya giriyor ve 10 dakikada işlerini bitirip çıkmaya “çalışıyorlar”. Bu hengame sırasında bir koridor boyunca dizilmiş odalarda konaklayan grup üyeleri arasında komik mizansenler gözleniyor; havluyla koridorda koşarken birbirlerine çarpanlar; banyodan çıkan bayanı görünce odasına geri kaçan beyler gibi... Neyse, akşam yemek masasında zayiatsız olarak tekrar bir aradayız. Yemek yediğimiz, hemen dere kenarındaki ahşap binayı her ilkbaharda azgınlaşan Hemşin deresi bu bahar da kapıp götürmüş, ama ne gam, Toşi’dekiler birkaç haftada aynı binanın daha küçüğünü dikmişler bile. Anlayacağınız, bu sel mevzuu her sene yaşanan rutin bir olaymış.

Hava nemli ve çok soğuk olduğu için, montlarımızı ve ayakkabılarımızı kapalı bir salondaki sobanın etrafına, ertesi sabah leş gibi tütsü kokacaklarından habersiz koyuyoruz. Ne yapalım gülü seven dikenine katlanır. O akşam hemen yanı başımızdaki ırmağın çağıltısı içinde dingin bir uykuya dalıyoruz tekrar.

 
Toplam blog
: 9
: 1698
Kayıt tarihi
: 11.11.08
 
 

1976 yılında Ankara’da doğdum. Elektronik Mühendisiyim. Halen bilişim teknolojileri alanında hizmet ..