Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ocak '13

 
Kategori
Öykü
 

Henüz geç kalmamak (çok eskilerden bir öyküm)

Henüz geç kalmamak (çok eskilerden bir öyküm)
 

 Güneşin, yosun kokulu tuzlu suyun ve taze kum kristallerinin yansıttığı sağlıktı bedeninden çevreye yayılan. Hem de bu ayda! Ülkesinin birçok yeri henüz kar sularından arınmamışken, dolu dolu yağmur ıslatırken bilmem hangi yerleri.

Üzerinde kısa, keten şortu, sütlü kahverengi askılı bluzu ki bu en sevdiği kahve tonuydu, boyunu olduğundan uzun göstermeye çalıştığı belli olan kalın topuklu ayakkabıları ve sağlık fışkıran ışıl ışıl gözleri, dalgalı saçları. Evet, hem de bu mevsimde! Kendisi de farkındaydı sıkıntıyla yaza hazırlanan, ter içinde işe ya da başka yerlere yetişmeye çalışan insanlarla tezat oluşturduğunun. Ancak bir o kadar da alışkındı tenindeki bu erken değişime. Her yıl olduğu gibi güneş azıcık yüzünü göstermeye başlasa kımıl kımıl olurdu. Bir an önce kucaklaşmak; uzun kış günlerinin hasretini atmak, sıyrılmak isterdi o uyuşukluktan. Hemen sıkılırdı zaten kıştan. Daha ocak-şubat sonunda havalar biraz değişti mi başlardı sabırsız bekleyişlere. Hele ki geciksin mevsimlerdeki değişim; hele ki biraz uzun sürsün beklenen uyanış bir sıkıntı bir dayanamazlık çöreklenirdi içine. Günleri saymaya başlardı, sabahları, serin geçen akşamları. Sonlanacağını bilirdi elbet. Bu yüzden moralini hep sağlam tutmaya çalışırdı ve sonunda (her seferinde olduğu gibi) tebessüm yayılırdı yüzüne. Doğanın bu halini severdi. Bu denge, bu gecikse de hiç atlanmayan randevu, bu karşılaşma her yıl yeniden doğuş hayata bağlardı onu.

Otogar her zamanki gibi kalabalıktı. Ne çok yolculuk yapılıyor diye düşündü acentenin kapısından girerken. Adını söyledi ve bir süre sonra önceden ayırttığı bileti elindeydi. Tam söylediği gibi şoförün çaprazındaki ilk sıra ve pencere kenarı. Çok aceleye gelmediği müddetçe bu ayrıntıyı özellikle belirtirdi bileti alırken. İlkyaz güneşinin teninde yarattığı değişimi ne kadar seviyorsa otobüs seyahatleri de o denli büyük önem taşıyordu hayatında. Özellikle yalnız ve dingin bir ruh haliyle yaptığı gezilerde.

Hayatım yeterince kalabalık, düzenli ve sevimli zaten. Ara sıra bu tür bir kaçış ilaç gibi geliyor. Bu anları çok seviyorum. Her şey yolundayken yaptığım bu ufak kaçamaklar, bu özlenme isteği renk katıyor hayatıma. Ancak bu seferki başka bir heyecan diye geçirdi içinden otobüse binip yerine otururken.

Bir yüzleşme, bir hesaplaşma.

Ertelenip ertelenip bir türlü gün ışığına çıkmayan ama hep hissedilen bir pişmanlıktan kurtulma isteği.

Şimdi SEN, benim SANA geldiğimi bilmiyorsun. Beni görünce ne yapacaksın işte ben de bunu bilmiyorum anneanne! O kadar uzun bir zaman geçti ki üzerinden Büyükada'da geçen yazların. Senin yanında geçirdiğim o çocuksu ama eğlenceli, meraklı yaz tatillerinin.

Bir şeyin müptelası olmak. Anneannem ve ada için yapılabilecek en güzel tanımdı. Bana da bulaştırdı galiba bu huyunu. Boşuna değil yağmurlar biter bitmez kaçıp kaçıp da adada bulmam kendimi. Ne zaman şirkette ya da evimde olmasam bilirler ki vapura çoktan binmişimdir. Başımı direğe yaslayıp selamlamaya hazırlanmışımdır adayı. Ne eşim ne de çocuklarım karışır bu özgürlüğüme. İşlerine de gelir aslında. Çünkü öyle bir dönüş yaparım ki orada geçirdiğim bir iki gün sonunda; tüm sıkıntı tortularından arınmışlığın verdiği keyifle daha bir sıkı kucaklarım eşimi, çocuklarımı.

Anneannemle ilişkimiz herkesin kabullendiği kan bağından daha fazlasını hissettiriyordu bize. Çocukluğumun yaşlı, zarif prensesi, tam bir İstanbul hanımefendisi. Serin akşamlarda sırtında görmeye alıştığım, sarındığı o sütlü kahverengi dantel şalları başkasının üzerinde bu kadar güzel durur muydu acaba? Kedi gibi sokulurdum yanına, beraber sallanırdık o geniş, kabarık minderli salıncakta. Birçok güzel hikaye dinlerdim gençliğine dair. Yaşamındaki tüm maceralarını bıkmadan paylaşırdı benimle. Aşklarını anlatırdı. Büyük bir özenle yaşanan ama sonu yalnızlıkla biten aşklarını. Hep ben terk ettim derdi. Yetmedi, kendimi bulamadım hiçbirinde. Tam buldum dediğim zaman da terk edilen ben oldum. Onun yeri başkadır benim için... Sonra anlatmaya devam ederdi terk ettiği sevgililerini; başından geçen hüzünlü, komik, değişik dargınlıkları ve barışmaları, muziplikleri. Sadece O'NU anlatmazdı. O "yeri başka olanı." Ben de sormazdım hiç; sormamam gerektiğini hissederdim. Benimle paylaştıkları yeterince ayrıntıydı zaten. Daha fazlasına hakkım olmadığını bilirdim o yaşıma rağmen. Gizli bir sözleşmeydi sanki aramızdaki. Ben sormazdım, O da anlatmazdı. Başka konulara geçerdi büyük bir ustalıkla, başka alemlere ve yaşamlara dalardık birlikte. Zamanın nasıl geçtiğini hiç anlayamazdım. Ne annem babam gelirdi aklıma ne de evimiz, arkadaşlarım. Öylesine doldururdu ki hayatımı. Her gün her gece dolu dolu yaşanırdı sadece ikimizin olduğu mekanlarda ve zamanlarda, Büyükada'da.

......

Otobüs, gecenin karanlığını yarıyor; uyku mahmurluğuyla karışık düşünceler beyninde bir dağılıyor, bir şekilleniyordu. Yavaş yavaş bir huzursuzluk kaplamaya başladı bedenini. Yollar tükendikçe, zaman geçtikçe o anın yaklaştığı hissi gerginlik yaratıyordu.

Kaç yaz geçti bizden kopuşunun ardından? Saymadım, saymak da istemiyorum. Zamanın büyüklüğünü anlamak mutsuz ediyor beni. Oysa daha ne çok şeyimiz vardı paylaşacak. Şimdi gelsen, görsen beni, ailemi, ne kadar mutlu olduğumu... Nasıl her yere parçalanmaya çalışıp da o panik halimi üzerimden atamadığımı. Eminim "Hiç değişmemişsin" derdin.

Zaman tüm fazlalıkları törpülüyor. Ben de sakinleştim tabi. Olabildiğince! Her ne kadar torunlarıma anlatacak hikayeler biriktirmek istedimse de bunda başarılı olamadım. Sana benzemek için ne çok istek duydum, ne çok çabaladım. Ancak farkım, yeri başka olanı çok erken tanımamdı sanırım. Kendimi bulduğumu anladığımda birinden vazgeçmek zorunda olduğumu da hissettim. Seni düşündüm. Anlatacak ne çok hikâyen vardı hep. Ancak yetmediğini, bir şeylerin nokta konmadan ve bölük pörçük kaldığını sen de biliyordun. Bunun sızısını hep taşıdın. Bunu o denli net görüyordum ki. Taa o zamanlar bile. Hele büyüdükçe; bir iki tehlike atlattıkça ilişkilerde seni daha iyi anlamaya başladım. İşte o yol ayrımına geldiğimde ise hiç düşünmeden kendimi bulmaya doğru bir adım attım.

Pişman değilim. Ne mutlu ki hiç olmadım da. Hep aynı güveni, huzuru ve özelliği hissettim kendi kendime yaptığım hesaplaşmalarda. Vardığım sonuç hep mutlu etti beni. Layık olmaya çalıştım bu mutluluğa. Kaybetmekten korktum ve bunun için özel davrandım, hep yumuşacık dokundum. Ya bir gün ellerimin arasında kayıp giderse! O anı yaşamamak için kendi payıma ne düşüyorsa yaptım. Aynı özel önemi de gördüm karşımdaki kişide. Herkese nasip olmayacağını çok iyi biliyorum. Sen bunda çok büyük bir rol oynadın anneanne. Vaktinden önce öyle bir sarstın, öyle bir etkiledin ki beni başkaları daha ne olduğunu bile bilmezken ben, sevgide hafife almanın olamayacağını bilecek kadar olgunlaşmıştım. Her şeyin o kadar ucuz olmadığını; tüketmek için fazla narin olduğunu öyle iyi anlamıştım ki...

Keşke eserinin nasıl şekillendiğini, nasıl serpilip büyüdüğünü görseydin. Keşke ( senin ne kadar haklı olduğunu bilmeme rağmen) tüm kapıları yüzümüze; dolaylı olarak da bana kapatmasaydın. Duyduğun kırgınlıktan benim hatırım için kurtulup yine beni o büyülü dünyana çekseydin. Benden bu kadar uzaklaşmanı hak ediyor muydum acaba? Buna hazır mıydım? Buna hazır olmadığımı nasıl göz ardı edebildin? Aramıza mesafe koymak için yapılan bütün o bilgiçlik taslamalarını; annemin ve babamın tüm o yanlış eğitim veriyorsun dillenmelerini umursamasaydın, kırılmasaydın. İyi eğitim bahanesi ile yurt dışında yaşadığım sürgün zamanları. Ah sana ulaşmayı ne çok istedim. Ancak seni de inandırmışlardı kendi modern yetiştirme modellerine. Hele ki seni!

Kendinle çelişkiye düşmen için ne çok baskı yaptılar. Belki sen bile inandın senin bana bir şey veremeyeceğine. Ama bak bir görsen, bir izlesen beni! Hiçbir şey etkili olamadı. Çünkü geç kalmışlardı. Ben alacağımı almıştım zaten. Bende tohumların yeşermişti. Biraz geç kaldılar, doğru. Bu da benim şansım oldu. Şimdi övünsünler, kendi eserleri sansınlar. Tüm emekleri, tüm harcanan paraları yadsımıyorum, haksızlık yapmıyorum ama ne yazık ki hep figüran oldular. Çünkü başrolde hep sen vardın.

.......

Zaman geçiyordu. Otobüs, kıvrılan yolda ilerlerken düzlükleri, tepeleri bir bir geride bırakıyor; tüketeceği yeni manzaralara doğru yol alıyordu. Az kaldı diye geçirdi içinden İzmir'e vardığında. Gerginliğim artıyor. Neden panik olmamayı bir türlü öğrenemedim ki sanki? Yine o çocukluğundan kalma rahatsızlık hali yayılmıştı bedenine. İşte sonunda buradayım. İzmir'de. Umarım her şey yolunda gider. Neden hemen yanına gitmiyorum ki? Neden adımlarım yavaşladı? Hayır... Olmayacak galiba. Buraya gelmek için ne çok bekledim. Ya şimdi? Dizlerimin bağı çözüldü sanki. Her şeyi berbat edeceğimden korkuyorum.

Amacı biraz daha zaman kazanmaktı. Deniz kıyısına yakın bir yerlerde gözüne ilk çarpan kafelerden birine yöneldi. Hareketlerini özellikle yavaşlatıyor; sanki birtakım bahanelerle süreyi uzatırsa biraz daha güç toplayacağını zannediyordu. Oturdu, bir sigara yaktı, orta şekerli Türk kahvesini beklemeye başladı.

Ne olursa olsun bunu yapmam gerekiyor. Kalbimde kalan son hatıralarımı silmek,seni kendimden iyice uzaklaştırmak pahasına da olsa beni göreceksin. Son bir kez dahi olsa... Ah bu umut yok mu? Bu, belki de son kez olmaz deyişi yok mu? Ayağa kalktı. Artık zamanın geldiğini hissediyordu. Tam bu gücü yaymışken benliğine hiçbir şekilde dağılmamalıydı yoğunluğu. Beyni tamamen boşalmıştı sanki. Taksiye yolu tarif ederken eskisi gibi ellerini koyacak yer bulamıyor; sanki bedeni büyüyor ve hiçbir yere sığmıyordu. Taksi şoförünün aynadan kendisini süzdüğünü görünce biraz toparlandı.

- İyi değilsiniz galiba abla dediğinde gülümsemeye çalışarak:

- Hayır hayır iyiyim. Yorgunluktan olsa gerek diyebildi.

-İsterseniz tuzlu bir şeyler için, iyi gelir.

-Yok yok. Ne kadar çabuk gidersek o kadar iyi olur.

- Siz bilirsiniz sözüyle tekrar sessizliğine gömüldü.

Dakikalar geçmek bilmiyor. İstanbul’dan gelirken nasıl dayandım onca saate? Şimdi dakikalar geçmiyor, neyse az kaldı.

Tarif ettiği yere vardıklarında biraz sakinleşmişti. Parayı ödeyip indi. Burası İzmir yakınlarında çok şirin bir yerdi. Öyle samimi bir havası vardı ki farkında olmadan "Sana da başka bir güzellik yakışmazdı" kelimeleri dökülüverdi dudaklarından. Kapı numaralarına bakarak ağır ağır yürüyor, tüm sıkıntılarından kurtulmuş olması kendisini de şaşırtıyordu. Buradayım ve o ana yaklaşıyorum derken içine yerleşen rahatlık sevindirmişti onu. Şimdi kendini daha güçlü hissediyordu.

Bahçe kapısına yaklaştığında durdu. Önce uzaktan, karşısında duran iki katlı evi ve onu çevreleyen müthiş bahçeyi sindirmeye çalıştı. Sanki Büyükada'daydı. Hafta sonu gelmişti. O da anneannesine "Yine ben geldiimm" diye seslenecekti. Bahçenin içi meyve ağaçlarının gölgesinden hafif loştu. Birkaç sebze tarhı, çiçekler, çimlerin üzerine serpiştirilmiş küpler ve benzeri eşyalar mekanı daha da güzelleştirmişti. Bir resmiyet ama yine de çok sıcak bir mesafe hakimdi ortama. Taş plakaları izleyerek evin arka bahçesine ulaştı. Bir adım daha atacaktı ki... Kalakaldı!

Çimlerin üzerinde, geniş bir koltuğa oturmuş, aydınlık yüzünü hafifçe gölgeleyen ağaçlar altında başını önündeki kitaba eğmiş bir kadın.

Bu sen misin?

Yılların değiştiremediği aynı güzellik mi karşımda duran?

Bu, zamana ve mekana alışmış gözüken siluet! Gerçekten sen misin benim yaşlı prensesim? Artık tavrının bir önemi yok. Bu anı yaşadım ya. Her şey anlamını yitirdi sanki. Birkaç adım geriledi ve iyice gizlendi duvarın arkasına. Derin bir soluk aldı, tüm gücünü topladı ve ilerledi.

Yavaş yavaş çimlerin üzerinde yürürken karşısında, başını kaldırıp önce kayıtsızca bakan kadınla göz göze geldi. Hiçbir şey söylemiyor, sadece olabildiğince yavaş yürüyüp hem bu anı içine sindiriyor hem de karşısındaki kadının gördüklerine inanması, kendini alıştırması için zaman tanımaya çalışıyordu. Yaşlı kadın, önce elindeki kitabı kapatıp gözlüklerini çıkardı. Sanki farkında değilmiş gibi elleri saçlarına gitti. Hazırlıksız yakalanmış olmaktan daha önemli bir şey yokmuş gibiydi o an. Neden sonra yeni idrak ediyormuş gibi ayağa kalkabildi. Çıplak ayakları çimlerin üzerine ilk kez değiyor gibiydi. Gözlerindeki ışıltı, birbirini kovalayan sayısız anlam o kısacık anda özetlenen bir hayat, hepsi her şey birbirine karışmıştı.

Sonunda karşı karşıya geldiler. Dokunmaya korkar gibi sadece büyük bir özlemle öylece durdular.

-Sanırım o “yeri başka olanı” anlatmanın zamanı geldi. Ben, dinlemeye hazırım. Galiba büyümemi bekledin. Bunun için bana zaman tanıdın ve uzak kaldın. Artık karşında olgun bir kadın duruyor, seni anlayabilirim. Bu geçen zamanda anlatacakların epey birikmiştir herhalde. Seni özledim anneanne! O sütlü kahverengi şallarını da. Akşam serinliğinde bahçede gezinmelerini, her Cuma beni karşıladığında gözlerinde gördüğüm o sevinci, uzaklara dalıp gittiğinde yüzüne yayılan hüznü, çiçekleri sulamanı. Çocukluğumu özledim anneanne, her şeyiyle…

Büyük bir özlemle baktığı gözler daha fazlasını anlatıyordu.

Bütün yaşanmamışlıklar, geçen zamana isyanlar, kırgınlıklar, hepsi geride kalmıştı. Şimdi boynuna sarılıp sıkı sıkı kendisini saran yaşlı kollar içinde hala paylaşacakları çok şey olduğunu ve geç kalmadıklarını hissediyordu.

                                                                                                                         Temmuz 99

 
Toplam blog
: 15
: 1080
Kayıt tarihi
: 18.12.12
 
 

Hayatın sıradan olmadığını düşünen, bir yanı yazma eylemi için deli divane olan, iki harika annel..