Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Aralık '06

 
Kategori
Eğitim
 

Hepatit-B

Müdür masasının üstüne Yönetim Defterlerini yaymış, bir taraftan not alıyor, bir taraftan yapılması gerekenlere işaret ediyorum. Çocuklar dağılmış. Ne sesleri geliyor, ne de kendileri. Öğretmenler de gitmişler evlerine. Müfettiş arkadaşım diğer odada çalışıyor, müdür de yanında bulunuyor. Ortam çok sessiz ve sakin. Akşam ulaşım sorunu da yok. Dolaysıyla, gönlümce teftiş yapabilirim. Öyle yapıyorum zaten.

Birden açık kapı tıklıyor. Masadan kafamı kaldırmadan “buyrun” diyorum ve kapıya bakıyorum. Kapının sağ yanında, ak giysili, ak benizli, uzun boylu genç bir bayan duruyor. Başım gözleri hizasını gelince birden duruveriyor. Göz göze mi geldik, bilmiyorum. “Affedersiniz ben, ben ... ” diyor, titrek bir sesle. Ve omuzu kapıya yaslanmış bir halde kalakalıyor. Bu durum bir iki dakika kadar sürmüş olmalı. Bu sürede, ne ben bir söz söyleyebiliyorum, ne de O. (Ne olur öyle B bloğun önündeki gibi bakma Safinaz!) Sonra gülümseyerek, “Ben Doktor Ayşe. Sağlık Taraması yapıyoruz, reçete yazacak kağıdım kalmadı da” diyor. Ayağa kalkıyorum ve yer göstererek oturmasını söylüyorum. Sandalyeye oturduğunda, çekingen hali geçmiş, yüzündeki gerilim güler yüzlü bir ifadeye dönüşmüştü.

Hal hatır sorduktan sonra, “Anne ve çocuk sağlığına yönelik çalışmalar yaptıklarını ve bu arada ilkokul çocuklarını da aşıladıklarını” söylüyor. Böylece, çocukların erken dağılma gerekçeleri teyit edilmiş oluyor. Gelirken gördüğümüz minibüs sizin olmalı, deyince, “evet, bizim” diyor. Sonra Güney Doğuda çalışmanın verdiği sıkıntılardan söz ediyor biraz.

Doktor Hanım, bugünlerde bir “sarılık” furyası geziyor alabildiğine, doğru mu, deyince, “evet” diyor. Peki ne yapacağız, soruma ise, “İlk olarak sebze ve meyvelerinizi, bir kova su içerisine dökeceğiniz yarım çay kaşığı hipolu su içinde bir süre beklettikten sonra yıkamalısınız, sonra, aşısı var, aşı olup korunabilirsiniz” diyor. Aşısını reçeteye yazabildiklerini ve belli aralıklarla üç kez yapılması gerektiğini, de belirtiyor.

Yine bugünlerde, Ankara’dan gelen bir Hocamızı havaalanında karşılayıp, bir aşevine yemeğe gidiyoruz. Aşevi lüks olmasına rağmen, Hoca yemeğin yanında getirilen yeşilliklere el sürmüyor. Niçin yemiyorsunuz Hocam, deyince, “Yıkamazlar, tifo, sarılık olmak istemiyorum” diyor. Hastalıklar konusunda pek evhamlı değilim ama, galiba bu kez durum ciddi.

Yine hafta bitiyor, ve görev hatlarımız ile görev arkadaşlarımız değişiyor. Hafta başı toplantısından sonra, Grup Başkanı arkadaşımla yollara düşüyoruz bu kez. İlk köydeki öğretmeni ben, ikinci köydeki öğretmeni kendisi teftiş edecek ve akşam üçüncü köyde buluşarak, orada konaklayacağız. Kısa bir yolculuktan sonra, arabadan inerek okula çıkıyorum. Arkadaşım ise yola devam ediyor. Okulda tek öğretmen ile az bir öğrenci var. Rahat bir şekilde teftişi bitiriyorum ve öğretmen ile yola iniyoruz. Öğretmen şehre gidiyor, bense bir köyden diğer bir köye. Bu hafta pek araba sıkıntımız olmaz. Çünkü köylerimiz işlek bir yol üzerinde bulunuyor. Kısa bir yolculuktan sonra Başkanımın bulunduğu köye varıyorum. Teftiş bitmek üzere. Öğretmenle kısa bir hal hatır sohbeti yaptıktan sonra, gideceğimiz köy uzak değil, yürüyerek de gidebiliriz, araba gelmese de olur, diyerek telaş etmeden başlıyoruz yürümeye. Fazla üşütmese de, sert bir rüzgar esiyor yüzümüze doğru. Sağımızda Dicle. Bulanık ve dolu dolu akıyor. Başkanım, gece evinde konaklayacağımız öğretmene haber yolladığını söylüyor ve arkasından, “Biliyorsun bugünlerde ‘sarılık’ salgını var. Onun için, yiyeceklerimize ve içeceklerimize dikkat edelim ve şehre dönene kadar su içmeyelim” diyor. Peki bir hafta boyunca ne içeceğiz, deyince, “Çay” diyor. “Su yerine de çay, çay yerine de çay, içeceğiz” diyor. Eh, ne yapalım. Peki, diyorum. Dicle boylarında, Dicleye baka baka, “Dicle Boylarında” türküsünü söylemeden, -çünkü bilmiyoruz- asfalt mı şose mi olduğu belli olmayan yollardan yürüyoruz. Güneş batmak üzere köye varıyoruz. Gölgeli yerlerden geçerken üşüdüğümüzü hissediyoruz yer yer. Topraklar çok verimli. Buna rağmen sebzecilikten ve meyvecilikten eser yok. Üstelik sulama imkanı da var.

Yol boyunca Türkiye’nin eğitim sorunlarını konuşuyoruz ve “Köylerin toplulaştırılması gerektiği; köyler toplulaştırılamasa bile, her köye bir okul açma yerine okulların toplulaştırılması gerektiği, başka bir deyimle yatılı ya da pansiyonlu okullara geçilmesinin zorunlu olduğu ve eğitimle ilgili alınacak kararlarda mutlaka İlköğretim Müfettişlerinin bulunması gerektiği, çünkü eğitimin öğeleri olan öğrenci, öğretmen, yönetici, eğitim programı, bina, araç-gereç, ve çevre konularında hiç kimsenin müfettişler kadar bilgi-görgü sahibi olmadığı” konusunda hem fikir oluyoruz, Başkanımla.

Köye ulaşıp okulun lojmanına girdiğimizde, havanın tamamen soğuduğunu hissediyoruz. Öğretmen arkadaşa, terli olduğumuzu söyleyip, sobaya hemen iki odun atmasını rica ediyoruz. Az bir dinlenip, elimizi yüzümüzü yıkayana kadar hava tamamen kararıyor ve lambaları yakıyoruz. Bu arada sofranın hazırlandığını görüyoruz.

Klasik müfettiş yemeği (pirinç pilavı ve tavuk) yiyoruz herhalde. Ne yemek sırasında su içiyoruz, ne de sonra. Başkanımla göz göze geliyoruz yer yer ve “su içmeyeceğimizi” hatırlatıyor hemen. Bolca çay içiyoruz yemekten sonra, sobanın üzerinde kaynayan çaydan. Çaydan sonra geçmiyor susuzluğum. Bu kez, su yerine geçmek üzere çok açık çay içiyorum. Susuzluğum her ne kadar geçmiyorsa da, eski şiddetini kaybediyor. Akşam fazla oturmayıp, yemekten kısa bir süre sonra yatıyoruz.

Sabahleyin, diğer köye geçip teftiş yapmak için, kahvaltıdan hemen sonra köyden ayrılıyorum. Başkanım yanında kaldığımız öğretmeni teftiş edip, yanıma gelecek. Oradan birlikte bir sonraki köye geçeceğiz ve orada konaklayacağız. Akşam oluyor ve biz kararlaştırdığımız köye hava kararmadan varıyoruz. Öğretmen lojmanına girer girmez bir telaş başlıyor. Başlayacak tabi (!) İki müfettiş geliyor ne de olsa. (İlk öğretmenlik yaptığım yılları hatırlıyorum ve ben de böyle telaşlanmıştım bir kez, diyorum. Bu arada o günlerdeki halime için için gülüyorum.)

Hava kararana kadar köyü dolaşalım biraz, deyip evden ayrılıyoruz. Köy dağlık bir arazi üzerine kurulmuş ve evler sanki elle serpiştirilmiş. Her birinin arası yüzlerce metre. Köyün çevresinde gezerken, kayalar arasından çıkan çok güzel kaynak suları görüyoruz da, bir yudum dahi içemiyoruz. Neymiş sarılık salgını varmış da. Başkanımı bilmiyorum ama ben çok susuzum. Gezi bitince, “Sulu dereden susuz dönüyoruz” eve. Müfettiş yemekleri hazırlanmış. Hemen kuruluyor sofra. Bir an önce milletin doymasını istiyorum. Çünkü arkasından çay gelecek ve ben de böylece susuzluğumu gidereceğim. Bir asır sürüyor sanki sofradakilerin doyması. Oysa hiç de uzun sürmüyor. Bana öyle geliyor işte. Ev sahibi öğretmen, hocam neden erken kalktınız yemekten, diyor. Fazla aç değildim, doydum, teşekkür ederim, diyorum. Sarılık tehlikesine karşı su yerine çay içiyorum, onun için erken kalktım, diyemezdim ya. Sofra toplanınca çaylar geliyor hemen. Su yerine çay, çay yerine yine çay içiyorum, bolca. Ama ne yazık ki, susuzluğum bir türlü geçmek bilmiyor. Biraz televizyona bakıp hoş sohbetler ediyoruz. Bu arada zaman ilerliyor ve tekrar çay demliyor ev sahiplerimiz. Birkaç bardak daha içiyorum ve biraz bekliyorum. Yine geçmiyor susuzluğum. Bu kez bir iki bardak da çay suyundan dolduruyorum içiyorum, belki susuzluğum geçer diye. Bu kez de suyun tadını alamıyorum ve su istiyorum. Başkan hemen göz ediyor. “Sarılık olursun, hani su içmeyecektik” diyorsa da ben, “Olursam olayım, sarılık olmak susuzluktan daha kötü değildir” diyorum ve kana kana iki bardak soğuk su içiyorum. Biraz sonra, dün akşam içemediğim suların yerine de su içiyorum ve rahatlıyorum. O, yine su içmiyor.

Sabah kalan bir öğretmeni birlikte teftiş edip, birlikte düşüyoruz yollara. Bu köyden sonra, arabalarla karşılaşmamız şans işi. Bu olasılığı gözönüne alarak erken çıkıyoruz okuldan. Yol boyunca kara kara petrol boruları ve petrol kuyuları ile karşılaşıyoruz. Yürürken, Başkanıma, “Bir Arap’ın sondajla petrol arayışını ve çölden petrol fışkırması üzerine, yine mi petrol”, diye sızlanışını anlatan bir karikatürü” anlatıyorum. Gülüyor ve “Aç adam, ekmek üzerine felsefe yapar” herhalde, diyor. Öğleye yakın ulaşıyoruz gideceğimiz köye. Daha köye girişte, sıra sıra dizilmiş bidonlar ve toplaşmış kadınlarla karşılaşıyoruz. Biraz daha yaklaşınca, kuyudan küçük bir kovayla su çekilip bidonlara doldurulduğunu görüyoruz ve doğruca okula çıkıyoruz. Çocukların dağılma saati yakın da. Öğretmen çocukları iki gruba ayırmış. Hem sabah hem öğleden sonra ders yaptığını söylüyor. Hemen teftişe başlıyoruz. Biraz öğle arasından alarak sabahçı grubu bitiriyoruz ve çocukları evlerine gönderiyoruz. Biz de eve geliyoruz. Yemek henüz hazır değil. Hazır olana kadar zaman öldürmek amacıyla, çevrede birazcık dolaşalım, diyoruz ve bidonların yanına doğru yürüyoruz. Bu arada öğleci grup oyunlarına devam ediyor bahçede. Kuyuya geldiğimizde, kadın ve çocuklar hemen çekiliveriyorlar önümüzden. Kuyu denilen yer, bir kayanın iki parçaya ayrılmasıyla meydana gelmiş bir boşluk. Derinliği iki metre var yok. Tabanın orta yerinde yanlardan gelen suların toplandığı küçük bir çukur bulunuyor. Çukur dolunca, kova iple aşağıya indiriliyor ve bir iki dakika sonra yukarıya çekilerek çıkan su bir bidona boşaltılıyor. Kova, dolu dolu çıkmıyor yukarıya. En fazla yarısı doluyor. Bir bidon su ancak birkaç dakikada doldurulabiliyor ve bu nedenle kuyuda sürekli bekleyenler bulunuyor. Kuyu önünde beklemek, tandırda beklemek, kadınlar için pek sıkıcı olmasa gerek. Çünkü onlar sohbet etmekle meşguller. Eğilip kuyuya baktıktan sonra, bir de çıkan suya göz atıyoruz bidonlarda. Bidondaki su, bulanık su gibi sapsarı. Sadece sarı olsa iyi. Bir de içinde kara kara tanecikler var. Suya daha yakından bakınca, kara taneciklerin hareket ettiğini görüyoruz ve bunun üzerine daha fazla eğlenmeyip hemen lojmana doğru yürüyoruz. Sofra hazırlanmış. Yemek yiyoruz ve ne su istiyoruz ne de içiyoruz. Başkanımın, “Suyu kaynatarak mı içiyorsunuz?” sorusuna öğretmen ve eşi, “Hayır hocam alıştık, ilk zamanlar kaynatarak içiyorduk, şimdi sadece tülbentle süzüyoruz” diyorlar. Çok susuz olduğum halde, ne su içme isteğim kalıyor ne de çay. Buna rağmen, su yerine geçer düşüncesiyle, verilen çaydan bir yudum alıyorum. Tadı ne çaya benziyor, ne de suya. Zoraki yutuyorum ve teşekkür ederek, bardağı tepsiye bırakıyorum. Başkanım bardağını bitiriyor. Yemek ve çaydan sonra, su üzerine fazla konuşmayıp, öğretmenin ve eşinin yüzüne bakıyorum. İkisinin benzi de sudan sarı. Öğretmen, “Öğrencileri ikiye bölerek, normal öğretim yerine ikili öğretim yapıyorum. Yalnız öğle arasında dinlenmek için bir saat tatil yapıyorum. Bunun bir sakıncası var mı, hocam” diyor. Bu davranışından ötürü teşekkür ediyoruz ve ilk defa rastladığımız bu davranışı gösteren öğretmeni defterimize not ediyoruz. (Öyle ya, bu öğretmenin koruma altına alınması gerek, diyoruz.)

Akarsuyu olan köylere bir an önce varmak düşüncesiyle hemencecik düşüyoruz yollara. Yol kenarlarında gelirken gördüğümüz kara borularla ve ilerledikçe Shell’in petrol pompalarıyla, petrol kuyularıyla karşılaşıyoruz. Pompalar araziye yayılmış, petrol çekiyor. Başlarında ne bekçi var, ne de çevrelerinde tel örgü. Kuyulardan çıkan petrol, borularla yolları izleyerek geliyor ve etrafı tel örgülerce çevrilmiş bir alanda toplanıyor. Burası rafineri gibi bir yer. Kapısında ve kulübelerinde eli tüfekli kişiler çevreyi gözetliyor. Petrol kuyularının birinin yanından geçerken Başkanım, “Bu pompalar, petrolün gazıyla kendi kendine çalışıyor. Türk Petrollerinin pompaları ise, elektrikle çalışıyor” diyor. (Böylece pompaların kendi kendilerine nasıl çalıştıkları konusundaki merakım giderilmiş oluyor.) Yol boyunca, her yeni pompayı gördükçe, “Yine mi petrol !” diye feryat eden Arap geliyor aklıma.

Gezici memurlar için, su önemli bir sorundur. Hele değişik sulara alışana kadar böbrekleri alt üst olur insanın. Susuzluk, daha da önemli bir sorundur. Üstad Reşat Nuri de, Müfettişlik yıllarında çok çekmiş sulardan. Hatta öylesine çekmiş ki , “Hayatta tek lüksüm, iyi ve temiz sudur. Şüpheli bir yere giderken, bavulumda daima birkaç şişe su bulundururum. Bazen bunlar birbirine çarpıp kırılır, eşyam ıslanır, şoförlere, hamallara rezil olurum. Bu tür kazalar beni yalnız suyun eksildiği için müteessir eder. Hasılı, herkesin bir deliliği vardır ya. Benimki de bu...” diyecek kadar.

Hafta sonunda dönüyoruz şehre. Yorgunluk, dinlenme ve rapor yazımı gibi nedenlerle görüşemiyoruz Başkanımla. Pazartesi de toplantıda göremiyorum Soruyorum, “Sevk aldı doktora gitti”, diyorlar. Ayrı kişilerle ayrı hatlara gidiyoruz, yine. Gelen Pazartesi de göremeyince, diğer arkadaşlara soruyorum. Sarılık olmuş, doktor iki ay rapor vermiş, diyorlar.

Bir gün, yanında Sağlık Ocağı bulunan bir okulumuza teftiş için giderken, Doktor Hanımla karşılaşıyorum yolda. Hal hatır sorduktan sonra, “Doktor Hanım, Sarılık konusundaki tüm önerilerinizi arkadaşım yerine getirdi. Hatta bir hafta su bile içmedi. Bense bir tek önerinizi dahi yerine getiremedim. Oysa, Sarılığı O oldu. Yoksa sizin Koruyucu Hekimliğiniz iflas mı etti?” diyorum. Gülümseyerek kapıdan içeri giriyor.

Birkaç hafta sonra Daireye geliyor Başkanım. “Geçmiş olsun Başkanım. Bu ne iştir. Suyu için ben, Sarılık olan sen” diyorum. Gülüyor ve “Seni gençliğin kurtardı” diyor.

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..