Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Eylül '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Her yerde sen (3)

Görev yaptığım Fakültede iki Bölüm var. Biri sadece “lisans” öğretimi yapıyor, diğeri “öğretmen” yetiştiriyor. Ben, öğretmen yetiştiren Bölümde tek Eğitim Bilimleri öğretim elemanıyım. Uzun zamandır, “Sizin Bölüm Eğitim Fakültesine bağlanacak” söylentileri gerçekleşiyor ve Bölüme yeni öğrenci alınmıyor. Arkasından, “Eski öğrenciler, öğrenimlerini burada tamamlayacak”, deniliyor. Dolaysıyla, Bölümdeki Eğitim Bilimleri elemanları ile ilgili kararın, Bölümün Eğitim Fakültesine bağlanması kararı ile birlikte alınması gerekirdi. Böyle bir uygulamanın gerçekleşeceğinden umudumu kesince, yönetsel yolları denemeyi düşünüyorum.

Bu amaçla, YÖK’ün aldığı kararı ve durumumu anlatan dilekçeye, özgeçmişimi ekleyerek Rektörlüğe veriyorum. Yazışmalar hemen başlatılıyor ve ilgili Fakültelerden görüş isteniyor. Fakültelerden biri, yasal süreyi aşarak, diğeri zamanında cevabı gönderiyor. Aradan altı aya yakın bir zaman geçtiği halde, işlemlerde bir ilerleme olmaması nedeniyle, Eğitim Fakültesi’ne doğru yürüyorum.

Ziraat Fakültesinin önündeki kısa yoldan yürüyüp, Mithat Özsan Amfisinin önüne yaklaştığımda, binanın önünde TIR kamyon arası bir araç görüyorum ve aracın kasasının sol kenarındaki yazıyı görünce birden irkiliyorum. Biraz daha yaklaşıp, araca yaklaşıyorum ve aracın üzerindeki eşyaları incelemeye başlıyorum. Eşyaların çoğu, yağlıboya resim yapmak için kullanılan, büyük tuvallerden oluşuyor sanki. Diğerleri, masa, koltuk gibi ev eşyaları. Aracın kasasında beyaz zemin üzerinde; Eser: A. Çehov; Yönetmen; … … ve büyük kırmızı harflerle VİŞNE BAHÇESİ yazıyor. Aracın yanında kimseler yok. Arada bir öğrenciler gelip geçiyor. Alıcı gözle bakan benden başka kimse yok.

Birkaç dakika sonra, durum kendi kendine çözülüyor sanki. Bu TIR/kamyonun üzerinde, bir tiyatronun malzemeleri var. Henüz indirip yerleştirmemişler. Belki sahneyi geziyorlardır, diye düşünüp, binanın merdivenlerden çıkıp birini beklemeye başlıyorum. Beklerken, bir tiyatrocunun söylediği “İnsanlar tiyatroya gitmezse, tiyatro insanlara -insanların ayağına- gitmeli” sözü, gereğince, bu özel tiyatro buradadır, diyorum.

Burası ha Adana’daki Mithat Özsan Amfisi, ha Ankara’daki Büyük Tiyatro. Ne fark eder içinde, Çehov’un Vişne Bahçesi oynadıktan sonra. Hava soğuk değil ama, ben yine de içeri giriyorum ve kapının hemen arkasında beklemeye ve geçmişe yolculuk yapmaya başlıyorum:

"Gözüm hep sağ tarafta. “Safinaz, büyük bir olasılıkla bu yoldan gelecektir”, diye tahminde bulunurken, sol tarafı da ihmal etmiyorum. “Ya gelmezse, ya geçen seferki gibi işi çıkar gelemezse” düşünceleri içimi kemirmiyor değil. Ne de uzun geçiyor şu zaman. Sanki geçmek bilmiyor. Saate bakıyorum sık sık. Zaman, askerde bile bu kadar zor geçmemişti. Aslında, zamanın bu kadar ağır geçmesi doğal. Çünkü, oyunun/tiyatronun başlamasına, nerdeyse bir saat var. Salonda benden başka bekleyen yokmuş. Olsun, ben halimden şikayetçi değilim ya!

Biraz sonra, benim gibi bekleyenler gelmeye başlıyor. Biliyorum, onlar da benim gibi heyecanlılar. Göz uçlarıyla, önce sağ, sonra sal tarafı tarıyorlar. Derken beklenenler, gelmeye başlıyor. Bekleyenlerin birinin yüzündeki ifade birden değişiveriyor. Sonra selamlaşıp, etrafa gülücükler dağıtarak, bir kenara çekiliyorlar. Böylece, bir kişi daha azalıyor bekleyenlerden.

Cep telefonu yok ki o zamanlar, açıp “Hayrola, nerde kaldın?” diye sorasın. “Oyun başlayana kadar, hatta başladıktan sonra da beklerim biraz. Gelmezse, giderim. Bir başka gün gelmenin bir yolunu ararım” diye düşünürken, Opera tarafından hızlı adımlarla geliyor Safinaz. (Zaten, yalnızken hep hızlı yürür.) Bende de gerilim bitiyor böylece. Biz de gözden ırak bir kenara doğru yürüyoruz.

Ne de çabuk çalıyor, şu oyunun başlama zili! Daha kaç dakika konuştuk, ki! Ne de hızlı geçiyor şu zaman. Oysa, az önce geçmek bilmiyordu. Yerimiz tabi ki en önde, yani birinci sırada olacak. Çünkü gişenin ilk müşterilerinden biriydim ben. Hiç bu kadar yakından oyun seyrettiğimi hatırlamıyorum desem, yalan olmaz herhalde. Oyun başlıyor. Safinaz, ayak ayak üstüne atıp, tüm dikkatiyle oyunu izlemeye başlıyor. Ara verene kadar, istifini hiç bozmadan oyunu izliyor. Ben de izliyorum tabi. Hem oyunu, hem de …’nu. Oyunda ne anlatıldığından çok; “yaşlı bir uşağın, mesleğiyle özdeşleşmiş yaşam tarzı ve bu yaşam tarzını ömrünün son günlerinde bile sürdürmesi” beni etkiliyor. Vişne Bahçesi’nin satılması, orada çalışan bir uşağın çocuğu tarafından alınması ve diğer olaylar. Bunlar küçük ayrıntılar benim için. Hem oyunun anafikrinden bana ne canım? Tiyatro eleştirmeni değilim ki? Hem ben tiyatro mu seyretmeye gittim oraya! Safinaz, oyunu sen seyret. Sonra bana anlatırsın nasıl olsa.

Ne de çabuk ara verdiler. Kalkalım bari. Bir kola mı içelim? İçelim tabi. Benimki neden mi portakal? Kola, daha ilk yudumda hıçkırık yapar ve şişe bittikten yarım saat sonra ancak geçer. İşte bu nedenle, ben kola içemiyorum. Meyve sularımızı yudumlarken, sevdiğimiz bir arkadaşla karşılaşıyoruz. Nestle çikolata ve kola var elinde. Hayır, dememize rağmen, bize de nestle alıyor. Zil çalana kadar birlikte sohbet edip, birlikte salona giriyoruz.

Yine oyun başlıyor. Oyunu da seyrediyorum, …’ı da. (İki göz, iki işi yapamadıktan sonra, ne işe yarar ki!)

O akşam giydiğin, kırmızı gömlek, siyah uzun etek, ne çok yakışmıştı sana, Safinaz. Sende, yakışmayanı yakıştıran bir özellik vardı sanki. Çünkü giydiklerin, hep yakışırdı sana.

İkinci perde de ne çabuk bitiyor. En önde otursak bile, çıkmak için niçin acele edelim ki? Arkadakiler çıkana kadar beklesek olmaz mı? Salonu en son terk edenlerden biri olarak biz de dışarı çıkıyoruz.

Dış kapının önünde fazla insan kalmamış. Kaldırım tenha ve geniş. Sıhhıye köprüsüne kadar yürüyebiliriz. Hava çok güzel. Serin bir rüzgar esiyor. Fazla bir gürültü de yok. Ne olursun Safinaz, biraz daha yavaş yürüyelim. Loş ışıklarda, sessiz ve tenha kaldırımlarda bu güzel yürüyüşün tadını çıkaralım. Yine ne çabuk bitiyor şu yol.”

TIR kamyonun arkasından birden çıkıveren genç bir adam, koşar adımlarla merdivenin basamaklarından çıkıyor ve kapıyı hızla açarak içeriye dalıyor. Amfideki sessizlik, yerini birden ayak seslerine bırakıyor. Acelesi vardır mutlaka, diyorum. Çünkü içeride de koşar adımlarla yürümeye devam ediyor. Tiyatroculardan biridir herhalde, diyorum ve artık Eğitim Fakültesine gidecek isteği kendimde bulamıyorum. Bunun üzerine, “Padişaha kelle mi yetiştiriyorsun be adam!” diye, söylene söylene merdivenden aşağı iniyorum.

Sence haksız mıyım, Safinaz?

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..