Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Eylül '10

 
Kategori
Siyaset
 

Herşey bir ağır roman, herşey sınıfsal

Herşey bir ağır roman, herşey sınıfsal
 

Tophane saldırısı, bazıları tarafından hayli zorlamayla bir “Madımak” hikayesine çevrilmek istense de olayımız aslında bir kentsel dönüşüm trajedisi…

Her konuda olduğu gibi sınıfsal bakış açısından kopan bir kısım “aydınımız”, Tophane trajedisinden de benzer bir zihinsel çarpıtmayla bir “patrona Halil” olayı, bir “Madımak” olayı üretme telaşında…

Ama bir durun. Tanrı aşkına bir durun ve yaşadığımız bu yangın çağında İstanbul’un, Türkiye’nin sınıfsal altüst oluşu üzerinde azıcık düşünün… Yoksa “hiçbir şey anlamadan” olup bitecek her şey…

İstanbul, hızla bir dünya kentine dönüşürken sokaklarında küçük yaşam trajedileri yaşanıyor. Vahşi bir dönüşüm bu ve İstanbul, böylesi bir vahşi dönüşümü ilk kez yaşamıyor.

Çok değil geçen yüzyılın başlarında tarihi yarımada, Galata, Pera bölgesi Levantenlerin yaşam alanıydı. Cumhuriyet’in ilk çeyreği de bir miktar eprise de, benzer bir görüntüyle geçti. Hani şu “bizim zamanımızda Cadde-i Kebir’e kravatsız, şapkasız girilmezdi” dedikleri dönem var ya babalarımızın… İşte o dönem…

Lakin 1940’ları, 1950’leri gördü İstanbul. Hani şu Varlık Vergisi ile başlayıp 6-7 Eylül’lere uzanan tarihsel dönem… Cumhuriyet’in “sermaye el değiştirecek” kararını verdiği ve o tarihlere kadar çoğunlukla azınlıklara mahsus bir iştigal olan ticaret ve buna paralel “şık ve rafine” yaşam biçimlerinin “devlet eliyle” sonlandırıldığı tarihler…

Anadolu’nun böğründen “taşı toprağı altın” İstanbul’a kopup gelen ve İstanbul’un “kent yoksullarını” oluşturan binlerce, on binlerce insan…

Öncelikle hızla gözden düşen ve artık her biri birbirinden incelikle inşa edilmiş yüksek tavanlı, çok odalı Levanten evlerine doluştu bu insanlar… Sahiplerinin mallarına el konduğu, ülkeden sürüldüğü bu güzelim binalar gaspçıları tarafından yeni sakinlerine, Anadolu’nun ücra köşelerinden daha iyi bir yaşam umuduyla gelen kent yoksullarına teslim edildi.

Tophane, Kumbaracı yokuşu, Fener-Balat, geçmişin seçkin semtleri Kasımpaşa, Eyüp hep böyle el değiştirdi… Bir zamanlar şık hanımların, şık beylerin dolaşıp yaşadığı sokakları, evleri kent yoksulları doldurdu…

Bu insanlar 1950’lerden itibaren tutundukları bu semtlerde kendi küçük yaşamlarını kurmaya çalıştılar umutsuzca. Çoğu savruldu. Zamanla Pera’nın arka sokakları, Galata, Tarlabaşı, Tepebaşı “kentlilerce” pek de muteber sayılmayan, hava karardığında yeni sahiplerine terk edilmesi gereken, suça meyilli insanların yaşadığı alanlar olarak görülmeye başlandı… Beyoğlu’nun çehresi değişti. Artık o şık hanımların, şık beylerin piyasa ettiği Pera gitti, yerine her sınıftan insanın gün boyu iç içe, koyun koyuna yaşadığı “İstiklal Caddesi” geldi…

1980’lerden itibaren Türkiye yeni bir sınıfsal çalkantıya girerken, bunun en derin hissedildiği kent kuşkusuz İstanbul oldu… Her sınıfsal altüst oluş vahşidir… Bu kez de öyle oldu…

Sermaye bu kez “entelektüel” yüzüyle girdi Beyoğlu ve tarihi yarım adaya… Ucuza kapatılan tarihi binalar hızla restore edilmeye ve “yeni kültür-sanat ve yaşam merkezlerine” dönüştürülmeye başlandı… Galeriler, şık meyhane ve restaurantlar, barlar, cafeler peydahlandı yoksul insanların tutunmaya çalıştıkları ara sokaklarda… Filmlerde, televizyonlarda gördükleri sanatçılar, şık kadın ve erkekler Beyoğlu’nun o yoksul ve pis sokaklarını “ışıklandırmaya” başladılar… Elbette kendi yaşam biçimleri ve yaşam değerleriyle birlikte…

Beyoğlu’nu, Galata’yı, tarihi yarımadayı “yeniden keşfeden” ve bu kez hayli güçlü bir parasal ve kültürel basınçla dönüş yapan İstanbul entelijansiyası, buralarda sadece ve sadece “tutunmaya çalışan” insanları acımasızca söküp atmaya veya “kabullendirmeye” kalkıştılar… Kimseye sormadan, hiçbir uyum çabası göstermeden, çoğunlukla bu insanları bu hızlı dönüşüme katmadan…

Hani “ya sev ya terk et” diyor ya bazıları… Ve hani “ya sev ya terk et” sözü tüylerini diken diken ediyor ya okumuş yazmışları… İşte benzer bir “ya sev ya terk et” hali, benzer bir dayatma yaşanıyor Beyoğlu’nun arka sokaklarında…

Yıllarca itilip kakılmış, kendi yaşam değerleri için mücadele vermek zorunda kalmış “okumuş yazmışlar”, kendilerinden daha güçsüz bir kesime diş geçirebiliyor olmanın verdiği küstahlıkla, “ben geldim, ya sev ya terk et” diyorlar şimdi…

Hayata, İstanbul’a tutunmaya çalışan “küçük insanların” sığındıkları sokakları, evleri birer birer gaspediyorlar “yeni kültür egemenleri”…

Tarlabaşının pis sokaklarında, viran evlere doluşmuş Kürtler, Araplar, Romanlar, Anadolu’nun ücra köylerinden gelmiş insanlar, bin bir güçlükle karınlarını doyurmaya, tutunmaya çalışırken, birden bire sokaklarına doluşuveren şık hanım ve beylerin ellerinde kadehlerle kendilerine tepeden tepeden bakmasına öfkeleniyorlar şimdi…

“Ağır Romanı” beyaz perdede izlerken ayılıp bayılan şık hanım ve beyler, “oyunun içerisine” dalıverince başlarına neler geleceğini hesaplamadıkları; “Ağır Roman’ın bıçkın delikanlıları” ise ancak filmlerde, televizyon dizilerinde gördükleri şık hanım ve beyleri birden bire karşılarında görünce ne yapacaklarını bilemedikleri için yaşanıyor her şey…

Ağır bir çarpışma bu… Herşey bir Ağır Roman... Herşey sınıfsal... Hepsi bu…

 
Toplam blog
: 24
: 720
Kayıt tarihi
: 19.07.06
 
 

İÜ İletişim Fakültesi'nde lisans ve yüksek lisansımı tamamladım. Milliyet Gazetesi'nde "Varoşlar", "..