Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Eylül '10

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Hey gidi Karadeniz !!!

Hey gidi Karadeniz !!!
 

"Cezdurici"


Tatil deyince aklınıza ne geliyor?
Deniz, güneş, kum, güzel bir sahil, sıcak, bolca dinlenme vs. vs. bunları yapabilmek için de memleketimizin Güney ve Batı sahillerini sıklıkla tercih ediyorsunuz herhalde? Hiç Karadeniz turu yaptınız mı? Mutlaka yapmışsınızdır.
Peki böylesini yaptınız mı?
Temmuzun son haftasını Çamlıhemşin yaylaları arasında yürüyüşler yaparak geçirdim. Yani bu tatilimde Laz yaylalarından birkaç tanesini gördüm ve bazılarında konakladım.
Her şey Pazar sabahı Trabzon havaalanında diğer doğaseverlerle ve rehberlerimizle buluşmakla başlıyor. Kısa bir tanışma falının ardından minibüsümüze atlayıp yola koyuluyoruz. Sahilyolu üzerinden önce Ardeşen’e sonra da Çamlıhemşin’e ulaşıyoruz. Bir hafta boyunca göreceğimiz son marketten alışveriş yapıp Fırtına deresi kenarındaki masamızda öğle yemeği yiyoruz. Mönüde muhlama ve alabalık var.
Yemek sonrasında eşyalarımızla birlikte yolun bundan sonrasını katedeceğimiz unimog aracımıza transfer oluyoruz ve hemen aşağımızda kalmaya başlayan Fırtına deresini seyrederek tırmanmaya başlıyoruz.
Bir süre sonra araç yolculuğumuza bir mola veriyoruz. Çopuni şelalesini görmek üzere kondisyonlarımızın ilk kırıntılarını kullanmaya başlayarak hafif hafif tırmanıyoruz.
Önce şelalenin sesini duyuyor sonra da ağaçların arasından şelalenin kendisini görüyoruz. Amacımız yanına kadar inebilmek. Ancak bir gün öncesinden yağan şiddetli yağmur yüzünden kayganlaşan toprakta bunu yapmak çok kolay olmuyor ve daha ilk günden bir vukuata imza atmamak için geldiğimiz yoldan aracımızın yanına geri dönüyoruz. Keyifli bir tatilin ilk işaretleri olan bu küçük maceranın yarattığı adrenalin ve coşkuyla yeniden yola koyuluyoruz.
Tümsekli, bozuk ve sıklıkla kenarlardan akan suların kestiği dar yolda hoplaya zıplaya devam eden yolculuğumuz 1650 metre yükseklikteki Komati yaylasında son buluyor. Manzarayı tarif etmek için birkaç kelime veya cümle yeterli değil, fotoğraflar belki... Ama inanın yeşillikler içindeki yayla çok güzel.
Eşyalarımızı indirip Komati Sunay pansiyona taşıyor ve aynı yoldan Çamlıhemşin’e kadar geri gidecek olan aracımızla vedalaşıyoruz. Girişte ayakkabılarımızı çıkararak ahşap otelimizin içinde yalınayak dolaşmanın keyfine varıyoruz. Odalarımıza yerleşirken bir sağnak boşalıyor.
Jeneratör çalıştırılıyor, önümüzdeki 3-4 saat elektriğimiz bile var artık. Tavuk sote ve pilavdan oluşan akşam yemeğimizi iştahla yiyoruz.
Ertesi gün Eğrisu deresini takiben Eğrisu yaylasına kadar yürüyoruz. Sabah çok güzel olan hava biz ilerledikçe bozuyor ve yağmur başlıyor. Eeee burası Karadeniz, her şeye hazırlıklıyız. Yağmurluklar, pançolar (çerez olan tipleri değil…) giyiliyor, fotoğraf makineleri (Arzu’nun sualtı kamerası hariç) korunaklı yerlere kalkıyor.
Yolda dereden balık avlayan yöre halkıyla karşılaşıyoruz. Tuttukları balıkları ağızlarına alarak bize ilginç pozlar veriyorlar. Yaylaya vardığımızda yağmur biraz olsun hafifliyor. Çantalardan konserve kumanyalar çıkıyor, ekmek aralarına isteğe göre dolduruluyor ve ayaküstü afiyetle yeniyor.
O tarih itibari ile boş olan Eğrisu yaylasını arkamızda bırakıp dönüş yolculuğuna geçiyoruz. Şansımıza hava yavaş yavaş açıyor. Ve yine şansımıza, bu yağmur bir hafta boyunca göreceğimiz son yağmur olacak…Dönüş, yoldan ve yokuş aşağı olduğu için daha hızlı ilerliyoruz. Ve işte yine Komati yaylasındayız. Otele çıkmadan önce dere kenarında son bir mola veriyoruz ve ayaklarımızı buz gibi dereye sokuyoruz. Bu, her şeye değiyor.
Akşam yemeğinde ziyafet var. Bir gün öncesinden şaka olsun diye söylediğimiz laz böreği yapılmış. Tabii onun öncesinde içinde ne olduğunu çözemediğim nefis bir çorba ve tereyağında kızartılmış alabalık, salata ve daha başka şeylerde var.Ertesi sabah otelden ve Komati yaylasından ayrılıyoruz. Bizi muhlamalı bir kahvaltıyla uğurluyorlar. Üç gün boyunca Didingola yaylasında yiyeceğimiz olacak erzaklar ve çantalarımız teleferiğe doğru yola koyuluyorlar.
Teleferik denilen şey, bir çelik halata bağlı küçük tahta parçasından oluşan basit bir ekipman, ama iş görüyor. Eşyaların tek seferde yukarı çıkması mümkün olmadığından teleferik birkaç defa yukarı çıkıp inecek…
Bu arada biz de Sunay Pansiyon'un hemen arkasından başlayan patikayı izleyerek Nozona yaylasına doğru yürümeye başlıyoruz. Yolda yukarı çıkan ve boş olarak aşağı inen teleferiği defalarca görüyoruz.
Nozona aslında tam bir yayla değil. Bir ucu Komati yaylasında olan teleferiğin diğer ucuna ev sahipliği yapan, kenarında birkaç barınağın olduğu küçük bir yer. Burada bizi, eşyalarımızı taşıyacak olan at ve katırlar karşılıyor. Ve tabii teleferiği çalıştıran insanlar. Nozona yaylasının bir başka özelliği de telefon iletişiminin bu noktada sağlanabiliyor olması, dolayısıyla telefonlar ediliyor, meraklar gideriliyor…İşi biten teleferiğin elektrik motoru kapatılıyor, üzeri bir sonraki kullanıma kadar naylon ile örtülüyor ve eşyalar hayvanlara yükleniyor.
Yola devam ediyoruz.
Bir – bir buçuk saatlik bir yürüyüşten sonra Didingola (Büyük yayla) ‘ya varıyoruz. Taşlardan örülmüş yayla evleri birbirine oldukça yakın konumlanmış. Yayla insanının sıcaklığını daha ilk girişte hissediyoruz.
Buralı değilseniz, yaylada eviniz yoksa veya bir tanıdığınız mevcut değilse bu yaylada konaklamak pek mümkün değil. Biz üçüncü şıktan kurtarıyoruz. Kalacağımız ev diğerlerinin aksine ağaçtan yapılma. Katırlar bizden önce geldiği için eşyalarımız ve erzaklar salona indirilmiş.
Salonun bir tarafında bulunan kuzine hemen dikkat çekiyor. Üzerinde sıcak su için bir termosifon var. Hemen herkes bir oda beğeniyor ve kısa bir dinlenmeden sonra yemek telaşı başlıyor.
İmece usulü herkes bir görev üstleniyor. Bana soba ile ilgilenmek düşüyor. Ateşle oynamayı küçükten beri sevdiğim için makul bir görev. Kimi erzakları kaldırıyor, kimi akşam yemeğimiz olacak olan (aslında olamayacak olan…) taze fasulyeleri ayıklıyor, kimi salata ile uğraşıyor, kimisi de yorgunluktan uyuklamaya devam ediyor.
Fasulye kuzinenin üzerine pişmeye bırakılıyor. Bu arada komşularımızdan inek sütü, keçi sütü geliyor... Sabah akşam keçilerini sağan, o sütlerden peynir yapıp satan Ayşe abla da kaymak, keçi peyniri ve süzme yoğurt getiriyor.
Rehberimiz Okan söz verdiği gibi, artık bayatlamaya başlayan ekmeklerimizi kuzinenin tepsisinin içine diziyor, üzerlerine kaşar peyniri ve sucuk dilimliyor ve fırına yerleştiriyor.Yemekten sonra siesta zamanı, herkes bir köşeye çekilip uyuyor. Bayanlar gelen sütleri kaynatma telaşında, bu yükseklikte kolay kolay pişmeyen fasulye ile de boğuşuyorlar. Ayşe abla hazırladığı hamuru mısır ekmeği olmak üzere tepsiye döşüyor ve kuzinenin fırınına yerleştiriyor.
Okan, Turgay abi ve ben akşamüstü derenin kenarında vakit geçirmek için dışarı çıkıyoruz. Didingola yaylası 1900 – 2000 metrelerde olduğu için etrafta hiç ağaç yok. Kayaların üzerine oturuyor ve bir taraftan sohbet edip diğer taraftan güzel fotoğraf kareleri yakalamaya çalışıyoruz. İleride çocuklar futbol oynuyorlar. Yanlarında onlarla beraber hoplayıp zıplayan kocaman bir de köpek var. Daha sonra çocuklar bizi fark ediyor ve yanımıza doğru koşturmaya başlıyorlar.
Belki de hayatımda görüp görebileceğim en iri çoban köpeğiyle karşılaşıyorum. Arkamı bir kayaya yaslamış vaziyetteyim. Hayvan direk bana doğru geliyor. Bir süre kafasını, boynunun altını okşayarak seviyorum. Ben neredeyse ayakta durduğum halde köpeğin koca kafası kalçalarımın hizasında. Her soluk verişinde nefesinin sıcaklığını hissediyorum. Elimle ittiriyorum ama nafile yerinden kımıldamıyor bile. Daha ani hareketler yapmaya çekiniyorum çünkü “Keleş”in koca kafası kritik yerlerimde bulunuyor o sırada.
Neyseki çocuklar çekiştirerek götürüyorlar hayvanı, ben hala tek parçayken...
Eve dönüyoruz, taze fasulye pişmemiş pişecek gibi de değil, bu akşamlık o sevdadan vaz geçip Ayşe ablanın sıcacık mısır ekmeğine saldırıyoruz.
Nefis bir dolunay manzarası var, kabiliyetli makinelerle fotoğraflar çekiliyor.
Ertesi sabah Koçdüzü yaylasına gitmek üzere hareket ediyoruz. Keyifli bir yürüyüşten sonra yaylaya varıyoruz. Bu yaylada da insanlar var, ayaküstü sohbet ediyoruz. Yayladan aklımda kalanlar bu sohbetler ve çatısı yemyeşil çim kaplı evler. Bu yaylaya araba yolu olduğunu da öğreniyoruz.
Burada bir de küçük göl var. Hemen mayolarımızı giyiyor ve gölün sularına kendimizi bırakıyoruz. Korktuğumuz kadar soğuk değil, zaten karşı kıyıda suda oynayan çocukları da görüyoruz.
Güneşlenirken kumanyalarla karnımızı doyuruyoruz. Toparlanıp yine geldiğimiz patikadan Büyük yaylaya geri dönüyoruz.
Akşam yemeğinden sonra eve tulumcu ve bir tulum geliyor. Önce tulum şişiriliyor sonra da tulumun kendine özgü o benzersiz sesi salonu doldurmaya başlıyor. Laz türkülerine eşlik ediliyor. Bu konuda bir sıkıntımız yok çünkü fahri lazımız Ceyda bütün Karadeniz türkülerini biliyor. Ve kapanış horonla yapılıyor.
Sonrasında Okan ve Turgay abi fıkra atışmasına başlıyorlar. Daha doğrusu Okan’ın her fıkrasına Turgay abi bir hikaye ile cevap veriyor.
Ertesi gün zorlu bir yürüyüş bizi bekliyor. Bugün için Ahmet abi de bize yerel rehberlik yapacağından dokuz kişiyiz.
Didingola yaylasının hemen doğusundan tepelere doğru tırmanmaya başlıyoruz.
Bugün manzara daha bir muhteşem çünkü aşağılarda sis var ve giderek yükseliyor. Adeta biz kaçıp yükseldikçe sis de bizi kovalıyor. Bol bol fotoğraf molası veriyoruz.
Yolun bir yerinde küçük bir buzulla karşılaşıyoruz. Aslında kenarından dolaşıp
gitmek mümkün. Zaten grubun büyük bir kısmı öyle de yapıyor. Okan ve Arzu fazla zorlanmadan çıkıyorlar, Ahmet abi böyle şeylere alışkın olduğundan iki kere inip çıkıyor, Aslı neredeyse yukarı kadar çıkıyor ama bitiremeden kaymaya başlıyor ve aşağı kadar kayıyor. Ben de macera olsun diye tırmanmaya başlıyorum. Varışa doğru biraz yardım alsam da ellerimi kullanarak yukarı kadar tırmanmayıbaşarıyorum. Soluk soluğa kalıyorum ama benim için ilginç ve değerli bir tecrübe oluyor. Hava sıcak ancak karla temas eden parmaklarım buna tezat bir şekilde donuyor. Bir süre ellerimi aşağı sarkıtıp parmaklarıma kan gitmesi için avuçlarımı açıp kapatıyorum.
Tepeye çıktığımızda Altıparmak dağlarının zirvesi büyüleyici güzelliğiyle karşımıza çıkıyor. Hava açık olduğu için orta Kaçkar ve Kaçkarların zirvelerini görmek de mümkün oluyor. Bu güzelliklerin ve hareketliliğin içinde doğru dürüst açlık bile hissetmiyor insan, su ihtiyacımızı zaten dağdan akan pınarlardan gideriyoruz, soğuk ve taze…
Daha sonra yavaş yavaş inmeye başlıyoruz. Ve hafiften sisin içerisine giriyoruz.
Bugünkü rehberimiz Ahmet abi yanımızda olduğu içi endişelenecek bir durum yok. Ve Ahmet abi'nin nasihati; “Böyle durumlarda sisin içinde kaybolursanız bir dere bulun ve onu takip edin, sizi mutlaka bir yaylaya çıkaracaktır…”
Didingola’ya vardığımızda da sisin arasından çıkan yayla evleri başka bir güzellikte karşılıyor bizleri.
Ertesi sabah belki de bu turun en hüzünlü anları yaşanıyor. Eşyalarımız iki hayvana yükleniyor ve büyük yaylayı ağır ağır terk ediyoruz. Sabah bizi uğurlamak içi eve gelenlerden birisi “Burada ne bırakıyorsunuz?” diye soruyor, yüreğimizi bırakıyoruz daha ne olsun!!! Tabii bir de şampuanlar unutuluyor ama olsun. Kapılarda gördüğümüz insanlarla vedalaşıyoruz. Ayşe ablanın keçilerini sağamadık, artık o da başka sefere…
Kısa bir tırmanıştan sonra Balıklıgöl’e ulaşıyoruz ve hemen mayoları giyip büyükçe bir taşın üzerinden suya atlıyoruz.
Su oldukça soğuk ama iyi geliyor. Güneşlenip kuruyacak kadar vaktimiz de var burada. Ardından sıkı bir tırmanma başlıyor, iyiki serin suya defalarca dalıp biraz olsun rahatlamışız.
Tırmanışın ardından tepeye vardığımızda yine Altıparmak dağlarının görkemli zirvesi bize kendisini gösteriyor. Aşağıda da bu turdaki son gecemizi geçireceğimiz Dadala pansiyon mahsun ve ıssız görüntüsüyle bize bakıyor. Yine bol bol fotoğraf çekiyoruz ve biraz dinleniyoruz.
Tam toparlanıp inişe hazırlanırken bir sürprizle karşılaşıyoruz. Eşyalarımızı katırlarla beraber pansiyona taşıyan ekip Dadala pansiyona varmış, eşyaları indirmiş ve dönüş yoluna geçmiş bile. Ama sürpriz bu değil tabiki, ellerinde bir tulumla beraber çalarak bize doğru geliyorlar. Bu irtifada tulumla karşılanmak çok hoş bir duygu... Kapanış yine horonla yapılıyor, üçbin metrede horon vuruyoruz. Ahmet abi ve tulumu çalan arkadaşıyla vedalaşarak pansiyona doğru inmeye başlıyoruz. Dadala pansiyon aslında bir dağ evi. Altıparmak dağının zirvesinin eteğinde kurulmuş bir konuk evi gibi.
Bir gece önce dağcılık federasyonuna bağlı kırk kişilik bir ekip zirve yapıp burada konaklamış. Dışarıya çadır bile kurmuşlar.
açık söylemek gerekirse belki biraz yorgunluktan ya da bir dağın zirvesine bu kadar yakın olmaktan, belki de “tatil” in bitiyor olmasından veya belki de o kadar hareketli ve renkli günlerden sonra burada biraz hayal kırıklığına uğramaktan, herkes pansiyonun girişindeki çardağın altında bir köşeye sessizce çöküyor. Akşam üzeri güneş batarken biraz serbest yürüyüş yapıp fotoğraf çekiyoruz. Zirve, gün ortasında, akşam güneşi üzerine vurduğunda ve sabah güneş doğarken bambaşka renklere bürünüyor.
Sabah olduğunda artık dönüş yolculuğumuz da başlamış oluyor. Toparlanıp pansiyondan ayrılıyoruz. Yine bir tırmanış ve ardından iniş başlıyor. Zaten buralarda “biraz” tırmanmadan hiç bir yere varamıyorsunuz.
Ve işte bu turda yürüyerek ulaşacağımız son nokta olan Avusor yaylası.
Yaylaya doğru inerken bir iki tane pansiyon görüyorum. Yol olduğu için burası biraz daha sirkülasyonu bol olan bir yer olsa gerek, ama açıkçası bana çok sıcak gelmiyor. Ve yaylada bizi bekleyen transit minibüsümüzle buluşuyoruz.
Bir hafta aradan sonra gördüğümüz ilk motorlu taşıt oluyor bu. Ve yine kısa bir dinlenme, grubun tamamlanmasını bekliyoruz. Aracımıza doluşuyor ve Ayder yaylasına doğru gitmek üzere hareket ediyoruz. Bildiğiniz gibi Ayder yaylası en popüler Karadeniz yaylası olarak dikkat çekiyor. Yaylalarda geçen bir haftanın ardından Bukla Oberj’de ziyafet gibi gelen öğle yemeğinden sonra bu yayla ile de vedalaşıyoruz.
Rehberlerimiz Okan ve Arzu dönüş yolunda son bir jest daha yapıyorlar ve memleketleri Ardeşen’de, teyzelerinin evinde bizi misafir ediyorlar. Mis gibi demlenmiş Rize çayımızı yudumluyor (Rize çayı burada da var demeyin, o bölgedekinin tadı daha varklı) ve bizim için özel olarak yapılmış laz böreğiyle Karadeniz’e veda ediyoruz.
Sahil yolundan devam ettiğimiz yolculuğumuz başladığı yerde, Trabzon havaalanında son buluyor. Önce rehberlerimize veda ediyoruz. Daha sonra içeri girip farklı uçuş saatlerimizi beklemeye başlıyoruz.
Zamanı dolan ayrılıyor. Önce Ceyda’yı Ankara'ya uğurluyoruz. Sonra Seda ayrılıyor, ardından, günlerce sabah akşam bıkmadan ve usanmadan kızların saçlarını ören Neslihan abla ve çektiği fotoğraflarla bu tura damgasını vuran ve bitmek bilmeyen renkli hikayeleriyle bizi neşelendiren Turgay abiye veda ediyoruz.
Aslında Karadeniz’e hiç bir zaman veda edilmez, bir sonraki tatilde nereye gidilebileceği düşünülür, biz de öyle yapıyoruz...
Bu yazıyı buraya kadar okuduysanız ve ilginizi çektiyse, bu ve bunun gibi alternatif Karadeniz turlarını araştırmanızı öneririm,
Bukla turizmi de şiddetle tavsiye ederim.
Bence Okan’ların başarılı olmaları bu bölge insanı olmalarından, bölgeyi çok iyi tanımalarından ve yaptıkları işi / insanları sevmelerinden kaynaklanıyor...
 
Toplam blog
: 8
: 512
Kayıt tarihi
: 23.09.09
 
 

1968 Ayvalık doğumluyum. Yazmayı seviyorum, duygu ve düşüncelerimi bu yolla anlatmak bana daha uygun..