Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '07

 
Kategori
Öykü
 

Hiç Geçmeyen Gönül Küskünlüğüm Var Küçük Kız

Ne zaman büyüdüğüm semte gitsem; hüzünlenir, yaşıtlarımı, büyüklerimi arar, gözlerim nemli geçerim sokaklardan. Geçmeye çekindiğim bir sokak var: taşlı, tozlu yol yine aynı... Yolun iki yanını sınırlayan okaliptus ağaçları biraz daha sertleşmiş kabuklarıyla dimdik... Yolun kenarında tek tük sert kaya parçaları yıllardır yerli yerinde... Bahçelerdeki birkaç eski eve karşılık şimdi; portakal bahçelerinin çevrelerine birkaç yeni bina daha eklenmiş... Çirt ise öksüz... Ne gözü bağlı at var tulumlu su dolabını döndüren ne de onların sahipleri...

Geçmeğe çekindiğim sokak... Hüzünlü... Belki de yalnız bana öyle geliyor.

O sokakta oldukça büyük bir ev... Yanıbaşında büyükbaş hayvan ahırı... Ahırın bütün damını kaplayan Tarsus Üzümü asma... Üzüm salkımlarının çoğunu göremiyoruz; üşenmeden hepsine tek tek kabupbezinden torbalar dikip salkımları içlerine özenle yerleştirmişler. Belli ki düşmanları cordonlarla, kuşlar üzümleri iyice pişmeden imha ediyorlar. Siyah önlük, beyaz yaka takmış küçük kız çocuğunu yaşlı nine ve dedesi tarıyor. Okula geç kalmak üzere. Dede tarağı su dolu tasa batırıp örgüsünün birini ayırıyor, ninesi de daha önce ayrılan beliği örüyor. Allahım, ne güzel bir dayanışma... Seksen yaşlarını aşmış bu iki insanla özdeşleşmiş, ilkokula giden kız çocuğu... Bu iki yaşlı insanın şivesiyle konuşuyor, onlar gibi yaşlı insanlarla anlaşabiliyordu. Çocuklarla pek az oynuyordu. Her geçişimde üçünü de mutlaka avluda görüyordum.

Daha dün tombul çocuksu ellerinin parmaklarını sayıyordu... Şimdi ise aynı ellerle kendine ördüğü çeyizliklerinden bir kısmını poşete koymuş konu komşuya gösteriyor. “Dantelim, masa örtüm, oda takımım var. Hepsini çapa iplikle ördürdü ninem... Görüyorsunuz... Ben fiyat bilmem... Siz ne kadar verirseniz, kabülüm. “Gözleri dolu dolu komşu kadınlarının. “Çocukların okulu açıldı, ben daha bir şey alamadım.”

Kadınlar kendi aralarında değer biçip, satın alırlar. İyi bir alış veriş olmuştu.

Ela gözlerinde hiç silinmeyen bir hüzün olan, vasat giyimli, sarışın, orta boylu duru beyaz tenli bu incecik kadın; evinin önüne gelince biraz duraksar. Küçük iskemleye oturup bahçedeki mevsimlik çiçeklere dalarak bakar. Bu kısacık zamanda yaşadığı olaylar; hızla kendisini bir atmosferden diğerine sürükler... Sinirleri oldukça zayıflamıştı. Sürekli nemli olan gözleri arada bur kısılıyordu. Farkına varmadan başını sallar... “Sen doğarken annen ölmüştü” Bu cümleyi babasından defalarca duymuştu.

Suçluydu bebek... Cezası verilir... Çarçafa sararak içinde çiğit kabuğu, kepek karışımı bulunan yemliğe koyarlar. Babası öfkeyle bağırır; “ Annesini gömene kadar, inek toslar öldürür: gözüm görmesin uğursuzu!”

Saatler geçer. Cenazeyi gömüp gelmişlerdi. Kadınlardan biri “Bebek yaşıyor!” diye bağırır. Babaannesi “Mademki ölmedi, onu ben büyüteceğim. Babası görmesin, duymasın.” Deyip bebeği komşularında saklar.

Henüz eşinin kırkı dolmadan evlenecek kız bulur. Babaanne, oğlunun bu evlenme girişiminden sonra küçük bebeği ortaya çıkarır.

Büyükbabasıyla büyükannesi yaşlıydı. Zenginceydi. El bebek, gül bebek büyüttüler kızı... Sevimli kız, yaşlı nineyle, dedesiyle bahçenin içindeki büyük konakta onlarla birlikte tam bir uyum içinde büyür...

Büyüdü büyümesine de adı “Uğursuza” çıkmıştı. Büyükannesinin alıp ta sakladığı çeyizlere, adına yazdığı on dönümlük sulu tarlaya, bütün evi döşeme sözüne, naif güzelliğine karşın hiç kimse kızı istemeye cesaret edemez. Bunca geçen yıllara karşın babası ne de kardeşleri barışık olmadıkları gibi zorunlu kalmadıkça konuşmamaya çalışırlardı.

En nihayet biri çıkıp kızı ister. “Gözümüz arkada kalmasın” diyerek verirler. Nişanlılık başlar. Kız onaltısında... ilk kez itiraz eder... “İçim ısınmadı...” hüzün kendinden bir parça olmuştu. Evlendirilir. Kayınvalidesi iyi kadın, güzel kadın...

Bir yıl sonra kendine benzeyen bir kızı olur... Adına yazılmış olan tarlayı satarak arsa alıp ev yaptırması, arkasından ikinci çocuğunun kız olması... Yavaş yavaş tatsızlıklar başlamıştı... Bir gece, kocasının hızlı tekmeleriyle demir ızgara kapı sarsılır. Genç kadın korkarak tahta kapıyı açar. Demir kapı aralarından kocasının iri cüssesini görünce kapıyı açar. “Ne var, ne oluyor?” diye korku, şaşkınlıkla sormasına cevap vermeden içeri girer. Açılan kapıya küfür eder. “Günah, ağzını bozma çocuklar duyacak.” Demesi daha da sinirlendirir. Elinin tersi ile yitekler. Bu durum bir ay daha devam eder. Geç saatlere kadar annesinde oturup sinirle evine gelir. Büyükbabası, büyükannesi ölmüştü. Durumu bilmelerine karşın, ailesinden hiç kimse ilgilenmiyordu. Kocası eve değişik kadınlarla gelmeye başlamıştı. Dayakların da ardı arkası kesilmiyordu. Çocuklar, babalarının her tekme atışında yerde yuvarlanan annelerini gördükçe çığlık çığlığa ağlaşıyorlardı...

Bir akşam kocası, getirdiği kadınla birlikte sarhoş olana kadar içmiş, genç kadın hizmet etmişti. İkinci gün genç kadının yüzü, gözü şişmiş halde kızlarıyla birlikte evden kovulur. Vücudu mosmor olmuştu. Babasına sığınır. Üvey annesi eve almaz. İki büyük ağabeyi de evlerine istemezler. Küçük ağabeyi, birkaç yıldır kullanılmayan, evin yanındaki ahırı temizletip bir köşesini oturulacak hale getirip, iki kerevet üzerine birer şilte serip kardeşini iki çocuğuyla birlikte yerleştirir.

Bir akşam dışarda tutuşturduğu mangalı, eski bir kilimle kapatıp banyo alarak düzenlediği ahırın bir diğer köşesine geçirir. İçerisi ısınınca çocuklarını yıkayıp yatırır. Evcilik oynayan bir küçük kız gibiydi. Çocuklar uyur. Kendi de yıkanır. Mangalı dışarı çıkarır. O an birden sol tarafı tutulur. Ağabeyine seslenir. Ne var ki cılız sesi, yağmurun çinko damda çıkardığı seslerin arasında kaybolup gider. Ağır ağır içeri girer. Kerevete çıkıp çocuklarının yanında ağlaya ağlaya uyur.

Sabah ahırın etrafında yağmur suyu birikmişti. Üzerine bastıkları taşlar görünmüyordu. Yengesi ahırın kapısını yitekleyip içeri girer. “Halâ yatıyor musunuz?” diyerek yaklaşıp eliyle hafifçe sallar. “Halâ yatıyor musunuz, neredeyse öğle olacak. Sabah çocukların kapıdan bakıyorlardı bak tekrar yatağa girip uyumuşlar.” “Yenge, sol tarafım tutmuyor, sanki inme indi.” Kelimeleri anlaşılmaz bir şekilde ağzından çıkıyordu. Telaşla yanına yaklaşır. Yüzüne dokunur. Genç kadının gözlerinden yaşlar akar. İki kızı da uyanmıştı. Büyük kız, annesinin yüzünü iki avucunun içine alarak “Ağlama anne, lütfen ağlama.” Diyerek hakim olamadığı gözyaşlarını minicik yanaklarından sessizce akıtır.

Ağır iş yapamıyordu. Hayli zaman geçmesine rağmen, doktora götürmemişlerdi. Bir ara büyük kız okuldaki bit salgınından etkilenir. Birkaç gün okula gitmemesine rağmen bitlenmişti. Yengesi kendi avlularından geçmeleri yerine avlunun bir başka köşesinden küçük bir geçit yaptırarak iyice uzaklaştırır.

Ayrıldığı kocası, annesinin bulduğu bir başka kızla evlenir. Bir kızı daha olur. Ondan da ayrılır. Kayınvalidesi, mahalledeki adıyla yarım papuçlu, hoş kolulu parfümü, güzelliği, mütevaziymiş gibi görünen hali ve şen kahkahasıyla, emekliye ayrılan kocasıyla sabahtan akşama kadar yeni flört ediyormuşcasına yan yana oturarak günlerinin geçirir.

Genç kadın, çalışkanlığı ile hemen farkedilen büyük kızını okula gönderdikten sonra, ahırdan bozma evinin önüne sandalye koyarak rengarenk güller, mevsimlik çiçeklerin arasında oynayan, çiçek koparıp kendisine getiren küçük kızına dalarak bakar.

 

 
Toplam blog
: 77
: 505
Kayıt tarihi
: 03.07.07
 
 

Yaşamsal boyutta etkilendiğim; kimi zaman bir kısım, kimi zaman bütün insanların orijininde birle..