Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Şubat '13

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hiç Sevmedim Onca Daldan Biri Olmayı

Hiç Sevmedim Onca Daldan Biri Olmayı
 

Gözlerim tavanda, düşündüm uzun uzun dün gece. Neler neler olmuştum çocukluğumun hayallerinde. Önceleri babam gibi pilot, sonraları öğretmen ve yatılı kolej yıllarımda da doktor. Bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Ama çocuk ruhumu motive etmeye yetmişti hayallerim. Bugün bile uzun yürüyüşlerimde hep bir hayalim olur yanımda. O hayalin içinde yaşar hatta zaman zaman da kendimle konuşurum! Yolun sonuna nasıl geldiğimi anlamam. Tebessüm eden insanlara da aldırmam, hayalime davet etmem. Ama ah o kalpte yarattığı heyecan yok mu!

Yirmili yaşlarımdan itibaren hayallerim de değişmişti. Artık meslekleri değil, gördüğüm insan ve hayvan figürlerinin yerinde olmayı hayal ediyordum! Böylece onların hislerini, yaşama bakışlarını anlamaya çalışıyordum. İnsan manzaralarını izleme merakım da böyle başladı.

Uzun yıllardır Forrest Gump gibi yürümenin hediyesi kaprisli dizlerle beni istirahate zorlayan doktoruma inat kaçtım yine dün sokaklara. Sevgiyle hatırlayacağım günlerden biri değildi ama. Gri bulutların arasından gülümseyen mavi, yalan dünyasına davet ediyordu en buğulu bakışıyla. Öyle sessizdi ki İstanbul. Oynayan dudaklardan, deli gibi akan trafikten, vapurlardan, balıkçılardan çıt çıkmıyordu sanki.

Galata Köprüsü'nün Karaköy girişinde fark ettim onu. Tepeden tırnağa simsiyahtı. Saçı sakalı birbirine karışmış, üstündeki giysileri parçalanmış; yüzü, elleri, çorapsız ayakları kir pas içindeydi.

Oturuyordu yerde öylesine.

İzledim onu bir süre. İçim sanki onun dışıydı. Eminim; yatıramadığı elektrik faturasını, ev kirasını ya da akşam eve ne götüreceğini düşünmüyordu! Kim bilir ne sorunları vardı daracık dünyasında. Belki de ihanete uğramıştı. Hayal etmek istedim o olmayı. Olanca karanlıkta huzur vardı.

Hiç görmediğim kadar temiz Haliç'in sularına karıştı benliğim. Jon ve arkadaşları bana bakıyordu sanki. Onlara katılmak, “Ya şu garibanı gördünüz mü?” demek istedim. Yoktu ama! Köprüyü geçip -Haliç boyunca- Eyüp’e kadar yürüyecek, yorulursam da güzelim parklarda oturup dinlenecektim. Sade mutlulukları izledim yüzüme yerleşen tebessümle. Çocukların cıvıltısında huzur buldum. Ne Bebek Sosyetesi vardı ne de gazeteciler.

Yine gördüm onu. Az ileride duvarın dibindeydi. Üç-beş kağıt, tahta parçasıyla ateş yakmış, ellerini ısıtmaya çalışıyordu! İzledim, içinde ne fırtınalar koptuğunu anlamak istercesine. Kışlardan hangisi daha çok üşütmüştü onu! Kim bilir kaç yaz ısıtamamıştı. Üzerinde yer yer parçalanmış bir ceket vardı. Kapkara pantolonundan ise geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış, kir içindeki bacakları görünüyordu yırtıklardan. Yaklaştım ona. Bana baktı ürkekçe, sonra döndü yine ateşe.

“Üşüyor musun?”

Ellerini ateşten uzaklaştırmadan döndü, “İçim üşüyor abi.” dedi.

“Sana para vereyim mi?”

“Verme abi. Sen bana ekmek alsana.”

Yanacağımı bilsem, o ateşte ısınmazsam namerdim! Senin onuruna, gururuna helal olsun gardaş. İnsanım diye gezinen nicelerine kapak olsun asil duruşun. Sen de hayata tertemiz başlamıştın da kim neden bu hale getirmişti seni. Öyle dolu, öylesine ağır ki ruhum şimdilerde; seni dinleyecek, senden yeni bir Mustafa yaratacak gücüm yok.

Yolun karşısındaki bakkala giderken, gözlerim çoktan dolmuştu. Ekmeğin içine bolca peynir, domates koydurdum. Meyve Suyu da aldım yanına. Hızlı adımlarla döndüm geri. Çekinerek aldı ekmeği elimden. Yanına çömeldim, elimi ateşe uzattım. Şaşkındı gözleri.

“Senin de mi için üşüyor abi?”

“Hem de nasıl. İyi ki gördüm seni de ateşe koştum!”

Kapkara yüzü güldü. Öyle iştahla yiyordu ki. Bana da uzattı ısrarla. Aldım ufak bir parça. İki ısırık arasına da birkaç söz sıkıştırıyordu. Nedense Maraşlı Hamit’in onun gecelediği han girişinde gözü vardı! Üzerinde uyuduğu karton kutuları o vermişti çünkü.

“Ne ateş yakıyorsunuz lan burada?” diye bağıran bir görevli belirdi arkamızda. Bana da anlamaz gözlerle bakıyordu.

“Bu soruna nasıl bir cevap vermesini bekliyorsun? Koysana bir an kendini onun yerine. Senin gününü motive eden kim bilir ne çok heyecanın vardır. Bir işin, akşam evde bekleyen karın ve çocukların. Bir de ona bak! Ne kadar iştahla yiyor, görmüyor musun? Hava soğuk, ateş yakmış; o da insan değil mi? Kısacık bir mutluluğu hak etmiyor mu? Şu görünümü, ona lan diye hitap edebilme hakkını mı veriyor sana?” dedim insansı görevliye!

“Git işine be birader! Tövbe tövbe!! Hadi ulan sen de söndür şu ateşi, ye ekmeğini de bas git buradan.”

Hiç cevap vermedi. Başını kaldırıp bakmadı bile. Ateş sönmeye döndü. Bu arada ekmeğini de bitirdi.

“Sağ olasın abi. Allah senden razı olsun.” derken kapkara yüzündeki derin mavi gözler bana bakıyordu minnetle. Elimi uzattım ona. Çekindi. Ellerine baktı, belki de kirinden utandı. Lime lime olmuş ceketine sürdü, gözleri bende; sonra uzattı yavaşça. Sıktım elini dostça. Diğer elimle de omzunu sıvazladım. Cebine koyduğum parayı fark etmedi.

“Tanrı seninle olsun dostum.”

Baktım arkasından. Yırtık paçalarını sürüye sürüye uzaklaştı. Az ilerideki kocaman ağacın dalları arasından güneş çıktı çıkacaktı.

Burnumu çektim, gözlerimdeki neme dokunmadım.

Üç sene önceye gittim hayallerimde. Ben kocaman bir ağacım sen de dallarımdan birisin demişti en güzel çınar.

Evet, her şey olmuştum hayallerimde bugüne dek de ağaçta bir dal olmamıştım hiç.

Ne heyecan! Hem de küçücük bir ağaçta değil, kocaman bir ağaçta.

On daldan biri de değil, belki de on yüz bin milyon daldan biri.

Tek bir bedeni onca dalla paylaşmak nasıl bir duyguydu kim bilir.

Gözlerimi kapadım. Kırılsam, yere düşsem, uzaklaşsam gövdeden; hisseder miydi yokluğumu!

Farkıma bile varmazdı. Öyle çok başka dal vardı ki. Ve hatta o dalları taşıyan kollar. Kim bilir nicesi kopmuş, kırılmış, yok olmuştu da fark edilmemişlerdi.

Ne acı !

Onun olduğumu fark etmeyecek, yokluğumu hissetmeyecek bir çınarın umursanmaz binlerce dalından biri olmaktansa o gururlu evsiz gibi olmayı tercih ederdim.

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..