Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hiç yoga yapamadım

Hiç yoga yapamadım
 

Galiba yoga biz İkizler’e göre bir iş değil. Bi kere konsantrasyonumuz doğuştan sıfır, nerde bizde yoganın gerektirdiği yoğunlaşmayı becerecek zihin disiplini!

Bi ara aklıma nerden geldiyse yoga yapmaya karar verdim. 12-13 yaşlarında falan olmalıyım. O sıralar öyle şimdiki gibi her yanda yoga eğitimi verecek kurs falan ne gezer; hele de bir taşra kentinde. Öğrenebilmek için mecburen kitaplara başvurdum. O vakitler kitabı bulmak bile sorundu gerçi. Neyse, bir yoga kitabı alıp kendi kendime çalışmaya başladım. Kitaba bakınca her şey çok kolay görünüyordu. “Asana” denen yoga pozisyonları rahatlıkla yapabileceğim hareketlerdi. Mesela “padahastasana” denen hareketi yapmak gayet kolaydı. “Ayaklarınızı omuz genişliğinde açıp dizleri bükmeden öne doğru eğilin, ayak başparmaklarınızı tutarak o şekilde nefes alıp verin” diyordu kitap. Denedim, işten bile değildi. “Bu hareketi yaparken tabanlarınızdan girmekte olan enerjilerin Muladhara Çakra’yı dinamik hale getirdiğini düşünün” diyordu. İşte benim için sorun da burada başlıyordu. “Dikkatinizi bir noktada toplayın” diyordu ama ben bir türlü toplayamıyordum. Mesela sağ ayak başparmağımı düşünmeye çalışıyordum ama dikkatim orada iki saniye zor kalıyordu. Aklıma bir sürü fikir üşüşüyordu.

Söz edilen enerji nasıl bir şeydi? Elektrik enerjisi gibi miydi? Zaten elektrik denen şeyi bir türlü anlayamamıştım. Gözümüzle göremediğimz atomlar nasıl oluyor da bir ampulu yakıyordu? Bir de o günlerde sürekli elektrik kesintisi olurdu; hemen aklıma o geliyordu. O gün kaç saat kesinti olacaktı? Acaba merakla beklediğim Kung Fu dizisinin başlama saatine kadar gelecek miydi? Kung Fu dizisindeki kör Usta Po, çırağı “Çekirge” Caine’e ne gibi ders ve öğütler verecekti? Bir gün bizim ülkemize de çok kanallı ve renkli yayın gelecek miydi? Gelirse biz ona uygun pahalı televizyonu alabilecek miydik? Bir gün biz de her istediğimizi alabilecek kadar zengin olacak mıydık? Düşüncelerim işte bu şekilde daldan dala atlayıp gidiyordu.

Belki bu hareket bana uygun değildir, konsantrasyonumu o yüzden toplayamıyorum deyip başka harekete geçiyordum. Yine en basit hareketlerden olan “Bhujanghasana”... Serbest şekilde yere uzanıp ellerinizi omuzlarınızın altına alıyorsunuz. Avuçlarınızı yere dayayarak vücudunuzun belden yukarı kısmını kaldırıyorsunuz. Bacak ve karın bölgesi yerde olacak. Gayet kolay bir hareket. Bu hareketi yaparken göğsümüzün ortasında bulunan enerji merkezi “Anahata Çakra”ya konsantre olmamız, kozmik enerjilerin doğrudan bu merkeze dolmasını hissetmemiz gerekiyormuş. Ama benimki dolmuyordu bir türlü. Çünkü kozmik deyince kozmosu hatırlıyordum mesela. Kozmos nasıl bir şeydi acaba? Ne kadar genişti? Kozmosta bizden başka canlı var mıydı? Varsa film ve romanlarda tasvir edildiği gibi hepsi yeşil renkli, kocaman gözlü, çizgi ağızlı çirkin yaratıklar mıydı? Niye hep daire biçiminde gemilere biniyorlardı? Uzayda yolculuk için daire en uygun form muydu? Bir gün o uçan dairelerden uzaylı yerine ahiretteki bir akrabamız çıkıp gelse, aracından forsu bin beş yüz vaziyette inip ayağıyla iniş takımlarının havasını yoklarken, olayı şaşkın gözlerle izleyen bizlere dönüp, “N’apıyonuz lan bitliler? Alın size uzay şekeri getirdim” dese nasıl olurdu? Göğsüme enerji doldurmak yerine bunları düşündüğüm için kendime kızıp başka bir sayfa açıyorum.

Bu defaki duruşumuz “Çakrasana”. Yani bildiğimiz köprü hareketi. Bunu yaparken de yerdeki avuçlarımızdan ve tabanlarımızdan giren enerjileri hissederek bunların tüm Çakraları harekete geçirişine yoğunlaşmamız gerekiyormuş. Köprü kurmak zor değil de o enerjilerin akışına konsantre olabiliyorsan ol bakalım! Ben gözümle görmediğim şeye pek inanmam. O yüzden yerdeki enerjinin avuçlarımdan girip ayak parmaklarıma doğru akmasını gözümde canlandırmaya, oradan oraya akışan atomları zihnimde takip etmeye çalışıyorum. Bütün dikkatimi ayaklarımda topluyorum ama bu girişim beş saniye bile sürmüyor. Bu kez de atomlarla ilgili derin düşüncelere dalıyorum. Acaba atom dediğin nasıl bir şey? Atomun çekirdeği ders kitaplarında çizildiği gibi birbirine yapışmış bilyelere mi benziyor? Hangi taraftan giren enerjiyi takip etmem lazım? Ayaktan avuçlara mı, avuçlardan ayaklara mı? İki taraftan giren enerji birbirini etkisiz hale getirmez mi?

Olmuyor işte! Konsantre olmam gerekirken kafam daha çok yoruluyor. Zihnimde her şey birbirine karışıyor. Çekirge Caine’nin ustası Po uçan daire şoförü oluyor, damarlarımda gözle görülür boyutta atomlar geziniyor, TRT birden bire renkli yayına geçiyor falan filan.

Hayır, bu Yoga bana göre bir şey değil. Kitap, “Yoga çalışmaları yorgunluk ve bıkkınlığı uzaklaştırır. Üç dakikalık bir derin Yoga gevşemesi saatlerce uykudan daha fazla yarar sağlar” diyordu ama benim kafam eskisinden daha çok karışıyor, var olan uykum da kaçıyordu.

En iyisi ben boks, kung fu gibi daha az konsantrasyon gerektiren sporlara çalışayım deyip bu kez bir boks bir de Kung Fu kitabı aldım.

Boks kitabındaki tarifleri uygulamak zor değildi. Aparkat, kroşe, direk, swing gibi vuruş tekniklerini hemen öğrendim: Evdeki yastık ve döşeklere, zahire çuvallarına epey yumruk salladım. Bir çuvalı kum torbası haline getirip onunla çalıştım. Kendimi o zamanlar bütün rakiplerini yere seren Muhammed Ali Clay gibi hissediyordum. Ama karşıda rakip olmayınca boksun tadı olmuyor. Arkadaşlarıımı boks maçı yapmaya ikna etmek için uğraştım ama kimse yanaşmadı. Sonunda biraz cılız bir arkadaşımız olan Murat’a da boks sevgisini aşıladım. Ellerimize kumaş parçalarını sarıp sözümona boks eldiveni yaptık. Başlarda fena gitmedi ama Murat’ın çenesine yerleştirdiğim bir aparkatın iki dişini kırması ve akabinde annelerden epey bir azar yiyip evden kovalanmam üzerine boks hayatım da sona erdi. Zaten kitapta bir boksör için tavsiye edilen beslenme rejimini uygulamam mümkün değildi. Biz Sana yağı, zeytin, çay, bulgur pilavı, tarhana çorbası, menemen ve ekmek nesliydik. Onlarla da o kadar kalori alıp kas yapmamız imkânsızdı. O beslenmeyle bizden olsa olsa “cücük sıklet” boksör olabilirdi ki onun da resmi statüsü yok!

Bu defa kendimi Kung Fu’ya verdim. Filmlerde gördüğümüz Kung Fu’cuların hepsi bizim gibi yumurtadan sütten, pirzoladan falan nasibini alamamış zayıf kimselerdi. Tabii bu spora heveslenmemde o zamanlar çok popüler olan Kung Fu dizisinin etkisi büyük. Ordaki Çekirge’ye özeniyorum. Sadece ben değil, hemen hemen mahallenin bütün erkek çocuklarının idolü Çekirge Caine... Ayrıca o günlerde sinemalarda Kung Fu, karate gibi Uzakdoğu sporlarını konu alan filmler de gırla gidiyor. Bu tür bütün filmlerde bir grup Çinli bir yerlerde karşılaşır, birbirlerine birkaç laf ettikten sonra “hiyaa”, “haayt” gibi naralar atarak kavga etmeye başlarlar. Film baştan sona bu sahnelerle geçer. Finalde esas oğlan kötü adamın ya parmaklarıyla gözünü çıkarır ya elinin keskin yan tarafıyla gırtlağına ya da avuç içiyle kalbine vurup işini bitirir. O hareketleri izlerken farkında olmadan perdede dövüşen oyuncuları taklit edersiniz. Sinemadan çıkarken filmde öğrendiğiniz hareketi sıcağı sıcağına denemek için yanınızda yürüyen birine yok yere çatıp kavgaya tutuşmak istersiniz.

Hepimiz birer Çekirge, Kolsuz Kahraman ya da Bruce Lee’yiz. Bruce Lee’yi “burucelle” diye telaffuz ediyoruz ama ne gam; kimi kastettiğimizi anlıyoruz nasılsa...

Aldım kitabımı çalışmaya başladım. Önce felsefesini sökmemiz gerekiyor tabii. “Kung-fu’nun en önemli özelliklerinden biri kişilik gelişimine yardım etmesidir. İyi bir kung-fu’cu sabır, ileriyi görme ve sakinlik niteliklerini geliştirir. Bu özellikler iyi bir Kung-fu’cu olmak için gereklidir” diyor kitap. Ama bende sabır hakgetire. Hemen bütün tekniği kapıp önüme geleni yere sermek istiyorum. Bunun için de sıkı çalışıyorum. Kafamdaki bantla aynanın karşısında yumruk ve tekme sallayıp tüm ciddiyetimle Kung-fu’cu pozları veriyorum. Kömürlükte bulabildiğim odunları, kiremit parçalarını falan kırıyorum. Avludaki ceviz ağacının gövdesini yumrukluyorum. Kitabın yardımıyla iyi bir Kung Fu’cu olma yolunda ilerlerken bir gün amcamın oğlu misafirliğe geliyor. Sohbet falan derken Kung Fu kitabıma göz koyuyor. “Ver de biraz okuyup getireyim amcaoğlu” diyor, vermek istemiyorum ama kıramıyorum, misafir ne de olsa. “Bak okuyunca getireceksin ha, üstüne yatmak yok!” önceden tembihliyorum; çünkü bizim amca oğluna giden kolay kolay geri gelmez. Söz veriyor. Ama bekle ki gelsin. Ne kitap ne de kendisi. Yarım kalan çalışmalarıma mı yanayım, giden kitabıma mı? Kendi gelmeyince ben gidip istiyorum ama bizim kitap çoktan kül olmuş. Annesi soba tutuşturmak için yakmış. Sinirleniyorum. Beni kitapsız bırakıp Kung Fu ustası olmamı engelleyen amcamın oğlunu kitaptan öğrendiğim hareketlerle hafifçe marizliyorum: bir adet “cum-nopun-wrup” (çeneye dirsekle vuruş), üstüne bir de “cum-yok-sudo-bo” (sağ elle rakibin kulak ve ensesine vurma). Ne Ap Kumi Somi'ye (ayakta gard durumu) geçebildi ne de darbelerime Patang Bang Sao'yla (blok etme) karşılık verebildi. Demek kitabı okumamıştı bile. Haketmişti. Ben de öyle yaptığıma göre demek ki bir Kung Fu’cu da olması gereken “sabır, ileriyi görme ve sakinlik”i zaten özümseyememişim. Futbolcu olmaya karar veriyorum...

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..