Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '11

 
Kategori
Öykü
 

Hiçbir şey göründüğü kadar değildir!

Hiçbir şey göründüğü kadar değildir!
 

Kars Kalesi.


- Hadi gel! Bugün, değişik bir şeyler yapalım Gülçehre.
- Ne yapalım Yeşim?
- Şehrin kalesine çıkalım.
- Deli misin sen? Sen şimdi bana ikimiz kaleye mi çıkalım diyorsun. Bu şehirde! Hem, nereden aklına geldi ki?!
- Ne bileyim? “Bu şehirde” koskocaman yaz günleri hep aynı geçiyor. Sıkılıyoruz. Farklı bir şeyler yapmalıyız Gülçehre.
- İyi de, nasıl olur ki! Şu küçücük yerin insanlarının iki genç kızı sırtlarında çantaları kaleye doğru tırmanırken hiç görmediklerinden eminim!
- Güzel olan taraf da bu ya! Biz bir ilki yaşayacağız.
- Kız sen sahiden çılgınsın. 

Gülçehre esmer, oldukça uzun boylu bir kızdı. Bu küçücük şehirdendi. Anlaşılan o ki, şehrinden başka diyarları da hiç görmemişti. Yeşim, arkadaşına göre biraz daha kısaydı ama daha ince yapılıydı. Ve arkadaşından çok daha fazla yerler gördüğü belliydi. Gülçehre, sapsarı saçlarıyla salınan ve ufuk çizgisinden yemyeşil gözlerini ayırmayan arkadaşına şöyle bir baktı Sonra da, arkadaşının baktığı yere, Kars Kalesi’ne bir bakış fırlattı. İçinden, az önceki düşüncesini sessizce tekrar etti.”Sen, gerçekten delisin, sarı kız!” Kapkara gözlerini kaleye dikmiş, arkadaşının çılgınlığını düşünürken, tanıdık bir ses çınladı kulaklarında.İrkildi esmer güzeli, sese doğru başını çevirdi: 

- Yok daha bitmedi…
- Daha ne var, Yeşim?! “Hayır, yürüyerek gitmeyeceğiz. Kendi kendime yaptığım paraşütle kalenin tepesine konacağız!” deme bana. Hemen şuracıkta bayılırım. Tabii, senden o da beklenir de…
- Olur mu canım? Bugün yürüyelim de, paraşütümle başka bir gün gideriz.
- Nee? Aman Allah’ım. Ne günahım vardı da, şu kızı bana arkadaş diye verdin?
- Yalnızca şakaydı. Ama benim daha iyi bir fikrim var. Kaleye tırmandığımız şu uzun yokuş boyunca ben turist kız olacağım, sen de benim rehberim olacaksın.
- Eee, daha neler?
- Aramızda İngilizce konuşacağız. Sınıfta da dersiniz ya bana “sen, yabancı kızlara benziyorsun” diye. Bakalım, ne kadar yabancılara benziyormuşum.
- Kız sen gerçekten kafayı sıyırmışsın. Yoksa, başına güneş mi geçti?
- Yok yaa! Biliyorsun, aslında çok sakinimdir. Ama bu uzun yaz günleri beni çıldırtıyor. Hadi ama Gülçehre. Çok eğlenceli olacak.
- Yani kararlısın İngiliz kızı!
- Hem de nasıl! Tamam mı? Eğlenceye başlayalım mı?
- Ee, hadi bakalım!
- Güzel! Sürekli İngilizce konuşacağız. Her ne olursa olsun, Türkçe konuşmak yok! Sen bana Kaleyi ve kaleye giderken yolun solundaki Kümbet’i tanıtırsın. Ben de sana sorular sorarım.
- Tabi, tabi! Sular seller gibi İngilizcemizle mi? Sen dalga mı geçiyorsun benimle? Biz ne kadar biliyoruz ki bu dili!
- Düşündüğün şeye bak! “Oxford İngilizcesi ile tezini anlat” demiyorum ya, sana! İngilizcemsi seslerle sen durmadan konuş! Ben seni anlarım. Eminim, sen de beni anlarsın. Bu, bize yetmez mi? Ayyy, çok eğleneceğiz!! 


Eğlence, böylelikle başlar…
İkisi de aynı sınıfa, lise ikiye, giden iki kız arkadaş Kale yokuşuna tırmanmaya başlamadan evvel çarşı içindeki yolda yaptıkları bu anlaşmayla Kale’ye doğru yönlerini çevirdiler. Çok geçmeden yokuşa tırmanırken buldular kendilerini.Yol alabildiğine uzun, yokuş oldukça dikti.
Hava da o kadar sıcaktı ki. On iki ayın on bir ayı sonbahar ve kış solunan bu şehirde yaz ancak bir ay yüzünü gösterirdi. Ama bir kez görünmeye görsün; insanı kasıp kavururdu.İşte, bizim turist kızla rehberin yola çıktığı bugün, yazın en acımasız günlerinden biriydi. Şehir, anormal bir sıcaklığı yaşıyordu. Şehirden Kale’ye doğru tırmanışa geçtikleri anda, “tamam” dedi, çılgın kız arkadaşına:
- Yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz. Şimdi tam sırası.Unutma! Şu etraftaki tek tük evlere hiç aldırma.Ben, İngiliz kızıyım.Sen de benim rehberim.Gezimiz sırasında, ne olursa olsun, tek bir Türkçe kelime yok!”
Gülçehre, “olur” anlamında boynunu eğdi…
Şehirden bir hayli uzaklaştılar. Yol kenarında kısa aralıklarla tek tük evler vardı yalnızca. Yürüyüşlerine göre Kars Kalesi sağ taraflarında kalıyordu. Az önce geçtikleri üç beş evin önünde oynayan çocuklar, çok geçmeden peşlerine takıldı kızların. Önde kızlar, arkada afacan çocuk ordusu, ilerideki Kümbet’e doğru yöneldiler.
Esmer turist rehberi, çılgın turist kıza Kars ve Kümbet hakkında İngilizce bilgiler vermeye başladı. Turist de ne kadar meraklıydı canım! Dağ, taş, yol, toz, ev, çocuk hakkında her şeyi öğrenmek istiyordu. Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Rehber terlemişti artık. Terlemesi, sıcaktan mı sorulardan mı; anlaşılır gibi değildi. On on beş dakika sonra Kümbet’i didik didik incelemeyi bitirdiler; Kale’ye tırmanmaya devam ettiler. İkilinin arkasından çocuklar da geliyordu elbette. Çocuklar bir müddet sessizce kızları takip etti. Sonra çocuklar turisti ve rehberi sanki anlıyormuş havalarında sıkı sıkı dinlemeye başladılar.
Bir ara, rehber turiste şöyle bir baktı. Turist “devam ediyoruz” der gibi başıyla işaret etti. İngilizce konuşmalar devam etti, kaldığı yerden. Neden sonra, afacan çocuklardan biri turist kızın çantasına yapıştı ve “Money, Money!” diye bağırdı. Bağıran çocuğun arkasından diğer çocuklar da “Money, Money, money” diyerek bağırmaya ve kızları çekiştirmeye başladılar.Bu an’dan sonra turistle rehberi, ağzı hiç kapanmayan, elinde taşları olan bir çocuk korosu takip ediyordu. Koronun tek şarkısı vardı:”Money, Money, Money” Ne o? Şarkıya ritm tutan taşlar da, dans etmeye başlamıştı havada.
Turistle rehber, sağdan soldan vınlayan taşlara aldırmadan; o güzel melodinin ahengiyle adımlarını sıklaştırdılar. Kale’ye de az kalmıştı ama… Hani, biraz daha İngilizce konuşmayı başarabilseler, para vermeden Kaleye ulaşabileceklerdi.Dönüp çocuklara, yüksek sesle İngilizce bir şeyler söylediler. Amma da yaptınız kızlar? Çocuklar İngilizce’yi nereden bilsinler ki? Tek bildikleri şarkı “money”, tek bildikleri ritm saz “taş”…
Ama yok! Turistte de rehberde de, öyle çoluk çocuğa para kaptıracak göz var mıydı? Çocuklarda da pes etmeye niyet yoktu, açıkçası. Çocuklar giderek sinirlenmeye başladı. Yoksa, bu kızlar şarkılarını beğenmemiş miydiler? Bir çocuk yerden taşı kaptığı gibi turist kızın başına fırlattı; neyse ki kız çantasını başına siper etti. Başka bir çocuk rehberin sırtına bir taşı fırlatıverdi. Kız öfkelendi ve İngilizce azarlamaya başladı çocuğu: “Döverim seni!” Yok, çocukların hiçbiri dilden anlamıyor ki… Onların bildikleri ”money” ve “taş”… Kızlar, bir anda taş yağmuruna tutuldular…
Bu kadarı da fazlaydı artık. Sarı İngiliz kızı çok sinirlendi bu işe. Sinirden gözü fena halde dönmüştü. O kadar kördü ki; uzun yokuşu tırmanıp da Kaleye varmış olmaları bile onu zerre kadar ilgilendirmiyordu şu an. Kale’ye kavuşmaktan vazgeçti. Eline bir sopa geçirdi, döndü yokuş aşağıya:
-Şimdi yakalarsam sizi, görürsünüz siz…” diyerek avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
Elindeki sopayı savurarak hem bağırıyor hem de çocukları yokuş aşağı kovalıyordu. Çocuklar, bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Kıza bir bakış fırlattılar, sonra bayır aşağı koşmaya başladılar.
İlk taşı fırlatan çocuk hem tabana kuvvet arkasına bakmadan kaçıyor hem de arkadaşlarına sesleniyordu avaz avaz:
- Aboo, bu Türkçe biliyormuş yaaa!
- Yoksam Türk mü ki?
- Kız kaç! Dövecek bu bizi.
Çocuklar çil yavrusu gibi birer ikişer dağıldı. Sarı kız, elinde sopası; dilinde “döverim sizi, gelin kaçmayın” naraları ile, bütün yokuşu bir solukta koşmuş ve neredeyse çarşının başına kadar gelmişti. Çarşının başında, aklı başına geldi. Zaten bir tane bile çocuk kalmamıştı yanında.Durdu. Derin bir nefes aldı. Arkasına baktı, arkadaşını aradı gözleri. Sonunda taa yokuşun başında, yukarıda, gördü arkadaşını. Esmer rehber, gülme krizine yakalanmış, yerlerde yuvarlanıyordu. 

Yegâh Elif Mirzâde 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..