Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Hindistan (GOA) gezi notları

Hindistan (GOA) gezi notları
 

palolem sahilleri / goa / hindistan


28.01.200 ( HOSPET - PANJİM )

Karnataka eyaletinin Hospet kentinden bindiğimiz, onca reklamı yapılan Paulo Travels’a ait yataklı otobüs’ün şöförünün, hareket ettiği ilk anlardan itibaren, yüreğimizi ağzımıza getiren sollamaları ve frenlerine rağmen sık sık uykuya dalabilmişim. Sabaha karşı, otobüsün içinde, muavinin Palolem Beach diyerek bağırması ile uyandım. Demek ki; Goa’ya girmiştik, ama henüz neredeyse, en güneyinde idik Goa’nın. Henüz hava aydınlanmadı, görebildiğim kadarı ile, henüz bomboş olan yollarda, sisler içerisinde ilerliyoruz. Ardından, Güney Goa’nın merkezi, Madgaon ( Margao )’ ya geldiğimizi söylüyor aynı ses. Sonunda; Kuzey Goa’nın merkezi Panjim’e giriyor ve Kadamba otobüs durağına yakın olduğunu tahmin ettiğim bir yol kenarında iniyoruz. Ortalıkta boğucu bir sis var. Çantalarla yürümemek için, bir rikşaya biniyor ( 50 Rs) ve listemdeki otellere sırayla gitmesini söylüyorum. Kimisi dolu, kimisinin check-out süresine 2-3 saat var, kimisi de; zaten yüksek fiyatlarına üç gece kalma şartı koyuyor. Anlaşıldı, yürüyerek arayacağım otelimizi. Eşimi, Church of our Lady Of The İmmaculate Conception kilisesinin hemen önündeki parkta, tertemiz bankların üzerinde bırakarak yürümeye başlıyorum. Mandovi nehrine ve kanallara yakın yerlerde fiyatlar uçuyor. Sonunda, nehrin önünde uzanan ana caddenin hemen hemen 100 m. gerisinde Republica Hotel’i buluyorum. Bir oda boşalmış, verilen 500 Rs fiyatı kabul ediyorum. Kayıt işlemlerini yaparken, kafamdaki Goa imajı sarsılıyor bir anda. Otel çalışanları, yan tarafta kavga ediyorlar anlaşılan. Sesler yükselince, karşımdaki, pasaportları kaydeden genç, kalkıyor, bu kez yan taraftan tekme, tokat sesleri geliyor. 2-3 dakika sonra, hiç bir şey olmamış gibi yanıma gelen genç işini bitirip pasaportlarımızı iade ediyor. fark ediyorum ki; bu oteli Müslümanlar işletiyor. Gece boyu süren maceralı yolculuk, dayak yemekten beter etti bizi. Banyo sonrası, saat 13.00’e kadar uyumuşuz.

Nemli, yapış yapış bir sıcak var. Eşim, yemek yemek üzere dışarı çıktığımızda, Hampi’de kızgın güneşte kavrulup, soyulmaya başlayan cildimiz için, bir eczaneden bebek yağı alıyor. İyi çözüm olduğunu ben de biliyorum, nedense, eczanedekiler, garip garip bakıyorlar ve bebeğimizi arıyorlar anlaşılan. Bizdeki Atatürk caddesi gibi, Hindistan’da da; her kentte, her yerleşimde MG Road ( Mahatma Gandhi caddesi ) mutlaka. Yine, MG road üzerinde yürürken, Kama isimli bir restoran görüyor ve birinci kata çıkıyoruz. Menüsü hayli zengin, bir yabancı da, yandaki masada yemek yiyor. Daha da; rahatlıyoruz. Birer masala dosa söylüyoruz. Acının serinlettiği doğru olmalı, biz acılı soslara daldıkça rahatlıyoruz. Bir şişe su ve yemekler için 54 Rs gibi çok az bir hesap geliyor. Bahşiş tabağında, küçücük boyalı şeker, pirinç ve anason ikram ediliyor. Sri Lanka’da da bu gelenekle karşılaşmıştım.

Elimizdeki haritadan Kadamba otobüs durağını buluyoruz. Amacımız, Old Goa’ya gitmek. Bindiğimiz otobüs bekletmeden hareket ediyor.( 7 Rs/kişi ) Goa hakkında ilk izlenimlerimiz, Karnataka’dan daha temiz ve düzenli olduğu. Otobüste de, itici pek kimse göremiyoruz. Old Goa, Panjim’in, daha doğrusu Goa’nın en çok ziyaret edilen yeri. Panjim ile arasında 10 km. var. Biletçi Se Katedralin önünde indiriyor bizi. Sıcak ve yediğimiz acılar susuzluğumuzu artırdı. Binmeden önce, Kadamba otobüs durağından aldığım su şişesini bir türlü açamıyorum. O kadar ince ki; açmak için tuttuğumda, içindeki sular, dışarı fışkırıyor, üstüm başım ıslandı. Se Katedralin yanındaki bir büfe var. Adam derdimi anlıyor, epey uğraştıktan sonra, kapağın çentiklerini kesiyor böylece kurumuş dudaklarımız da suya kavuşuyor. 1472 yılından beri Müslümanların elinde olan Goa, 1512 yılında Portekiz yönetimine geçer, yakın bir tarih olan 1974 yılına kadar da bağımsızlıkta ısrar eder. Oysa, 1961 yılında, Hindistan ordusu, Goa’yı işgal etmişti. 1500’lerden sonra, Hristiyan misyonerlerin, özellikle de, Cizvit ve Fransiskenler’in merkezi oldu.

Tertemiz bir meydanın çevresinde yer alan Se Katedrali, St. Francisken Kilisesi, St. Catherine Şapeli, Bom Jesus Bazilikası, St. Catejan Şapeli , Fransiskenler, Katolikler için hac yeri. Ortalıkta, geleneksel Hint elbiseleri içinde dolaşanları görmesem, buranın Hindistan’da olduğuna inanamayacağım.

Francisken Kilisesinin yanındaki Arkeoloji Müzesine giriyoruz ( 5 Rs). Vijayanagar, İslam ve daha eski Hindu yönetimlerine, Portekiz dönemi kilise ve eşyalarına, bir de Vasko dö Gama’nın devasa heykeline ev sahipliği yapıyor.

St. Caterine Şapelinin bahçesindeki kokonat ağaçlarının gölgesinde biraz soluklanıp, arka kapıdan çıkarak, Mandovi nehrinin kıyısına geliyoruz. Mandovi nehri, 77 km. uzunluğunda ve 33 kaynaktan topladığı suları, çok geniş bir delta içerisinden Arap Denizine boşaltıyor. Derin ve geniş suları, Goa’da çıkarılan ve işlenilen demir cevherlerini taşımak için, gemilerin barınabileceği kadar geniş ve derin.

Meydanda, Gandhi’nin, bir kız çocuğunu elinden tutmuş heykeli var. Gandhi’nin stratejiyi, inancı, sivil itaatsizliği ön plana çıkarak, dönemin en büyük emperyalist gücü olan İngiltere’yi 300 sene sonra, topraklarından çıkartabilmiş olması tekrar tekrar araştırılıp, okunması gereken bir konu olsa gerek. Mandovi nehrinden esen rüzgarın serinliğinde ferahladıktan sonra, St. Cajetan Kilisesini de dolaşıp çıkıyorum. Hemen hepsindeki, gerek taş gerek ahşap oymacılık mükemmel. Anlaşılan, Portekizliler, bu toprakların yerlilerini etkilemek için, bütün hünerlerini göstermişler.Gerçi, Hindistan’ın güneyinde, 1000 yıllarında Müslüman orduları gelmeden de, yoğun Hristiyan yerli vardı.

Hindistan’ın İngiliz mirası, ters trafiğine alışamadık daha. Ters yönde beklediğimizi fark edip, karşıya geçiyor ve ilk gelen Panjim otobüsüne binip, Kadamba otobüs durağının kalabalığında, Miramar plajına giden otobüsü bulup biniyoruz.( 5Rs) Vakit erken, Miramar sahilleri de yakınlarda olmalı.

Akşamüzeri, otobüsler kalabalıklaşmaya başlıyor. 5 km ileride, Mandovi nehrinin Arap Denizine döküldüğü geniş deltanın solunda kalıyor Miramar sahilleri. Bu nedenle, suları pek temiz değil, milli. Balıkçılar denize U şeklinde attıkları ağlarını, sahilden asılarak çekiyorlar.

Yanlarına giderek, fotoğraf çekiyorum, bunca uğraştan sonra iki kilo balık çıkmıyor, ağlardan. Arap Denizi gözle görülebilen bir hızla geri çekiliyor bu saatlerde. Miramar sahilleri gün batımı ile ünlü imiş. Çekilen sular, kumlar üzerinde, ayna gibi, üzerlerinde yürüyenleri ve güneş ışıklarını yansıtıyor. Sahil giderek, rengarenk giysileri ile gün batımı izlemeye gelmiş Hintlilerle doluyor. Yüzlercesi, kumlarda keyif içinde oturuyor, bir kısmı, çocuklarla deniz içinde çığlıklarla oynuyorlar.

Maharastra eyaletinin Nagpur kentinden gelmiş, kalabalık bir aile, bizimle fotoğraf çektirmek istediklerini söylediler. Derken, başkaları geldi, güneş batana kadar, adeta sıraya girdiler beraber görünmek için. Hintlilerin böyle bir alışkanlıkları var.

Gerçekten, güzel bir gün batımı sonrası; ortalık kızardı, derken, kıyılara akın etmiş Hintliler, yavaş yavaş sahili terk etti ve Miramar sahilleri kendi doğasına, yalnızlığına döndü. Sessizliğin o çok bildiğim sesini dinledik bir müddet uzandığımız kumlar üzerinde, sonra Panjim Kadamba durağına gitmek üzere, meydandaki otobüse attık kendimizi. Giderek otobüs tıklım tıklım doldu. Genç bir kadın, oturduğum koltuğa ve omuzlarıma sıkı bir şekilde yanaştı. Elindeki kocaman çantayı da, sanki, içindekinin kırılmasını istemiyormuş gibi, burnuma dayadı. Ben, tamam kalabalık ama, bu kadar da üzerime gelme, anlamında bakarken, omzundaki uzun şalın ucunu da bacaklarımın üzerine atınca, daha önce Sri Lanka’da yaşadığım bir olay aklıma geldi;

Sri Lanka’nın Dambulla kentinden, Kandy kentine, yine böyle çok kalabalık bir otobüsle dönüyordum. Ayaktaydım. Küçük sırt çantamı, otobüsün tavanındaki rafa koyayım derken, sarsıntıdan koltukta oturan bir genç kadının kafasına düştü. Ben, tepki beklerken, kadın, gülümsemeye, giderek anlam dolu bakmaya başladı. Karanlıkta vardığımız Kandy otobüs terminalinde inip ilerlemeye başlayınca, kadın kolumu tutup , Sinhala’ca ( Sri Lanka’nın resmi dili ) bir şeyler söylemeye başladı. Ben, para istediğini zannederek, ne yapacağımı düşünürken, otobüs bürolarının önüne gelmiştik. Bir gence, İngilizce, kadının benden ne istediğini öğrenmesini istedim. Aralarında konuşmaya başladılar, o arada, etrafımızda kalabalık arttı. Kadın, beni çok beğenmiş, benimle birlikte olmak istiyormuş. Bunu duyunca daha da ürktüm. Zira, etrafımıza toplanan kalabalık beni linç edebilirdi, ulusal gurur yaparak. Ben, hayır diye bağırarak, hızla uzaklaşırken, kadın da ağlayarak ters yöne koşmaya başladı. Ama, çok ilginç bir olayı uluorta yaşamıştım.

Kadının da bütün ağırlığı ile üzerime çullanmasını, böyle bir olayla özdeşleştirip, dik dik baktım yüzüne, uzaklaşır umudu ile. Kadının ısrarlı sokulması, yanımda oturan eşimin de dikkatini çekince , kadını göz hapsine aldı. O arada, omuzuma asılı, ancak, eşim oturduğum için dizlerimin üzerinde bulunan çantanın, bir gözünün fermuarının yarıya kadar açık ve içindeki cüzdanımın, dışarı çekilmiş olduğunu fark etti, yandan daha iyi görebildiği için. Meğer kadın çantası ile görmeme, şalı ile de benim çantamla arama engel koymuş. Üç tane gözü olan çantanın, cüzdanın bulunduğu gözünü tesbit edip yarıya kadar açmış, ancak, çantamın üzerindeki cırtlı kapağı kaldıramadığından, fermuarı daha fazla açamadığı için, sıkışıp kalan cüzdanı çekip alamamış. Kolumla kadını hızla itince, yanında genç bir çocuk belirdi ve ilk durakta indiler. Ben, dikkati ile, kadını önlediği için sarılıp eşimi öper, böyle yetenekli bir yankesiciden, biraz da rastgele kurtulduğumuz için şükrederken, diğer yandan, içindeki 150 YTL ve 100 $ ‘dan çok kredi kartlarının iptali için, nasıl çırpınacağımı düşünüp, ürperip durdum. Siz siz olun, her yerde, size fiziki olarak, gereğinden fazla sokulan insanlara karşı dikkatli olun. Karanlık sokaklardan geçerek öğlende yemek yediğimiz Kama restorana geliyoruz tekrar. Bu kez, idli (1) ve küçük tabaklardaki , sebzeli yemeklerden alıyoruz. Yine 38 Rs gibi, hiç de turistik olmayan bir bedel ödüyoruz, keyifle yediklerimizin karşılığında. Kaldığımız Hotel Republica’ya daha canlı olan MG caddesi boyunca ilerliyoruz. Panjim’in en güzel yerlerinden birinde, Mandavi nehrine hakim, çok güzel mimariye sahip Hotel Republica, hiç de kendisine yakışmayan insanlarca işletiliyor. Ah, diyorum, benim olsa, Panjim’in en popüler oteli yaparım burayı.

Gece, Hampi’den başlayan maceralı otobüs yolculuğu ile bugün Old Goa ve Miramar’a yaptığımız geziler sonrası, perişan vaziyette merdivenleri çıkıyor ve yatağımıza atıyoruz kendimizi. Malum, notların, fotoğrafların derlenmesinden sonra, resepsiyondan gelen , şiddetli televizyon sesine rağmen uyumayı başarıyoruz.

29.01.2009 ( PANJİM - ANJUNA PLAJLARI )

Camlarına basit bir perde koymayı bile akıl edemeyen sözde turizmcilerin elinde kıvrandığı her halinden belli olan Hotel Republica’dan ve Panjim’den ayrılarak, Goa’nın kuzeyine Anjuna’ya gideceğiz bugün.

Saat 09.00’da toparlanıp, Mandovi nehrinin hemen kıyısındaki ana cadde, Avenida Dom Joao Castro’da rikşa bekliyoruz, Anjuna’ya giden otobüslerin kalktığı Kadamba terminaline gitmek için. Havada, insanın içine işleyen, cildine yapışan bir rutubet var. Sisten önümüzü zor görüyoruz. Yanımızda duran rikşaya binerek Kadamba’ya geliyoruz (30 Rs).

Anjuna’ya direkt otobüs yok, önce Mapusa’ya gitmek gerekiyor. Kalabalığın arasında otobüsü bekliyoruz, az sonra geliyor ve kocaman çantamızı, sonra eşimi, sonra da, kendimi otobüsün içine atmayı başarıyorum. Mapusa- Panjim arası 9 km, ( 7 Rs/kişi ), yollar boş, Hindistan’ın geleneksel Tata otobüslerinin en döküntülerinden birindeyiz, ama, bağıran motoruna, küçücük pencerelerinden giren hava ile içindeki insanları boğmadan Mapusa’ya getirebiliyor. Muavin çoğunda sarkarak gidiyor, inecek olduğunda kaportayı yumrukluyor veya benim diyen çobana taş çıkartacak bir ıslık çalıyor.

Meydandaki heykelin etrafından dolaşarak Mapusa otobüs terminaline giriyoruz. Meydanda, ellerinde torbaları ile yüzlerce adam, iş bekliyor. Önlerinde duran arabaların içindekiler, bunları inceliyor ve işe yarayacaklarına inandıklarını arabalarına alıp gidiyorlar. Muavin, Anjuna otobüslerinin kalktığı yeri gösteriyor, yine ite kaka biniyoruz, devasa çantamızın sapı elimde, kendisinin nerede olduğunu uzun zaman anlayamıyorum. Neyse; 2-3 durak sonra rahatlıyor otobüs, oturuyoruz. Şöförün önündeki tütsünün kokusu rüzgarla burnumuza girip, genzimizi yakarken, hemen önümüzdeki resimde, İsa, sırtına aldığı kuzu ile görünüyor. Malum, İncil’de sık sık İsa’dan kuzu namı ile söz edilir. Genellikle, yurt dışında, şehir içi otobüslerde, birine sorarım, bilet fiyatını. Zira, muavinler, birkaç rupi de olsa, fazladan almaya çok heveslidirler. 7 Rs olarak öğrendiğim bilet ücretini, biletçi 1 Rs fazla alıyor. İkaz edince de, pardon deyip uzatıyor. En kızdığım şey, yabancının istismar edilmesi.

Goa’nın kuzeyindeki Chapora nehrine giden yoldan , sola saparak 1 km. sonra Anjuna’ya giriyoruz. Otobüsün durduğu , kırmızı toprak meydanda, çantalarımızı koyabilecek bir taş buluyor ve LP ‘ deki Anjuna haritasını bulunduğumuz yere uyarlamaya çalışıyorum. Hemen 100 m. ileride, listemdeki otellerden birini görüyorum. Mary’s Holidays Home. Daracık bir sokağa açılan bahçe kapısından, ortada bir İsa heykelinin bulunduğu meydana geliyoruz. Bence bu iyiye işaret. Demek ki; sahipleri Hindu veya Müslüman değil, Hıristiyan, dolayısı ile daha temiz, düzenli bir yerde kalacağımızın ilk işareti bu. Kıvırcık saçlı, yaşlı bir kadın, verandada oturduğu yerden bize gülümsüyor. Saat 10.30, check-out saati, bugün ayrılan olur mu bilemem derken, aklına geliyor, bahçedeki büyük oda boş diyor. Bakıyoruz, vasatın üzerinde büyük, üç yataklı kocaman bir oda, tavan vantilatörü de var. Israrlı olduğu 550 Rs fiyatı kabul ediyor, çantaları bırakıp, plaj kıyafetlerini giyerek, sahile doğru yürümeye başlıyoruz. Mary’nin bahçesindeki kokonat ağaçlarının dibinde, kapkara, zayıf ve bir o kadar da uzun boylu bir adam ; boynuna asılı bir ip demeti, ayakları arasına bağlanmış bir tomar keten ip ile, hiç kıpırdamadan etrafa boş gözlerle bakıyor. Bu halde görünce, “ eyvah, adam, problemli, kendini asacak “ diye telaşlanıyorum. Genç bir çocuk, koşarak yanına geliyor ve uzun bir palayı uzatıyor. Uzun palayı, beline bağladığı iple vücudunun arasına yerleştirdiği gibi, kokonat (2) ağacının dalsız, budaksız gövdesini kolları ile kucaklayıp, ayaklarını geren iple, gövdeye sıkıştırarak, çevik hareketlerle tırmanmaya başlıyor. Adeta bir maymun gibi, on onbeş metre boyundaki ağacın tepesine, kokonatların yanına tırmanıveriyor. Belindeki palayı çıkararak, kestiği kokonatları aşağıya atmaya başlıyor. Böylece, az önce beni tedirgin eden vaziyeti çözmenin rahatlığı ile, nefes alıyor ve Anjuna sahiline doğru yürüyoruz.

Akşamın derbederliğini, yorgunluğunu üzerinden atamamış, masa örtüleri, sandalyeleri, hatta garsonları bile bezgin, dağınık ama denize hakim bir restorana giriyoruz. Oturduğum yerden, sipariş verdiğimiz tost ve çaylarımızın gelmesini beklerken, kuzeyde denize uzanan burnun arkasında olmalı diye düşünüyorum Vagator plajları, hava henüz puslu, birkaç balıkçı teknesi, sanki isteksizcesine kıyıya gelmeye çalışıyor. Neden sonra garson geliyor, elektrikler olmadığı için tost yapamıyormuş. İkişer çapati (3) ve rendelenmiş peynir istiyoruz bu kez. Az sonra, fırından yeni çıkmış çapatilerin karnını yararak, rendelenmiş peynirleri dolduruyor ve siyah çayla, Anjuna’da ilk kahvaltımızı yapıyoruz. Bir yandan da altımızda uzanan denize bakarak, milli ve kayalık oluşuna hayıflanıyoruz. Ama, kahvaltıdan sonra, girdiğimiz patika bizi sapsarı kumların ve tertemiz denizin bulunduğu sahile götürüyor. Toz içindeki patika üzerinde dizili, derbeder, hasırlardan oluşan küçücük dükkanlardaki satıcılar, sakız gibi yapışmaya başlıyorlar yine. Buraların güneşi, dikkat edilmez ise, insafsızca yakıyor insanın cildini ve canını acıtabiliyor. Hampi’de ensemizde boza pişiren güneşten, hiç değilse bundan sonra korunabilmek için, boynumuza sarmak için birer pamuklu şal alıyoruz, tabii 600 Rs fiyatı 100 Rs’ye indirene kadar pazarlık yaparken de göbeğim çatlıyor. Az ileride de, ketenden bir safari şapka alınca (100 Rs ), Goa plajları ile daha da özdeşleşebileceğimi hissediyorum. Satıcı pişkin, 100 Rs verince, yaktın beni diye dövünüyor. Ben zengin değilim, emekliyim deyince, kaç para aylık aldığımı soruyor, 900 $ diyorum. Biz bu sıcakta yanıyoruz bir şey satmak için, sen çok iyi para alıyorsun diyor. Ne demeli , ne anlatmalıyım, gülümseyerek ilerliyorum.

Solumuzda sıradan kokonat ağaçları, sağımızda Arap Denizi, ilerliyoruz. Restoranların, önlerine dizdiği şemsiye ve şezlonglara uzanıyoruz. Hemen bir genç beliriyor yanımızda ve bunların parasız olduğunu söylüyor. Anlaşılan, bir şeyler yiyerek, içerek ödeşeceğiz.

Güneş insaflı saatlerinde, henüz yükselmediği için. Şemsiyeleri kapatıp, güneşe teslim oluyoruz. Zaman ilerledikçe, sahilde dolaşan yabancılar çoğalıyor, sis dağılıyor, güneş toplu iğne gibi batmaya başlıyor tenlerimize. Tekrar şemsiyenin altına sığınıyoruz.

Bir haftanın yorgunluk ve şoklarını, akşama kadar şezlongtan kalkmadan gidermek kararındayım bugün. Denize giriyor, güneş kurutunca tekrar dalıyoruz. 68’lerde batılı gençlerin, hippilerin, Bob Marley rüzgarları estirdikleri sahiller buralar. Yine, ortalıkta reggie ezgileri dolaşıyor , çarpıyor kulağıma. Az sonra, Bob Marley’in “ I shot the sheriff “ parçasını mırıldandığımı fark ediyorum. Goa kültürüne çabuk adapte olacağım anlaşılan. Başımıza satıcılar, masajcılar, kulak temizleyicilerin biri gidip, biri geliyor. Giderek, tanıyor, artık sokulmuyorlar, daha doğrusu umudu kesiyorlar bizden. Güzel, keyifli anlardayız. Saat 16.00. Batıdan esen rüzgar, kuzeye drise edince, ortalık serinlemeye başlıyor. King Fisher saati geldi diyor ve buraların popüler birası olan King Fisher’dan kocaman birer şişe alarak (50 Rs), şezlonga uzanıyorum. Bu arada, eşim güneş altında uyukluyor. Bir anda feryadı basıyor. Haklı da, kafasını bana doğru çevirince, kocaman bir inek kafası ile karşılaşıyor. Sahil boyunca dolaşan ineklerden biri, az önce yiyerek, kabuklarını bıraktığımız sehpanın yanına gelmiş, onları yemeye çalışıyor.

Sahil boyunca, gruplar halinde köpekler dolaşıyor. Anlaşılan; buraları aralarında parsellemişler, sınır ihlallerinde, havlayarak birbirlerine saldırıp, göz dağı veriyorlar, ama insanlara hiç mi hiç tacizleri yok. Yanıbaşımızdaki, Janetan & John’s Restoran, saat 18.00’ de başlayacak, canlı reggie provalarına başladı bile. Davul, zil, trompet sesleri henüz akordsuz, başıboş notalarla dolaşıyor Anjuna sahillerinde.

Saat 17.30’da toparlanıyor ve borcumuz olan 70 Rs’ yi ödeyerek, ayıp olur diye 10 Rs de bahşiş bırakıyorum. Niyetim, gün batımı fotoğrafları çekmek. Güneye, Baga Beach sahillerine doğru yürüyoruz. Hava puslanıyor, güneş de keyif vermiyor batarken. Plajın sonunda, koyu renkli volkanik kayalar üzerinde etrafı seyrediyoruz. Sırada akşam yemeği var. Bir restoranda sebzeli çorba (50 Rs ), tavuklu pilav ( 70 Rs ) yerken, Hampi’deki Mangoo Tree’yi hasretle anıyoruz. Derbeder dükkanların hiç birinde elektrik yok, gaz lambalarını yakmışlar, gözleri ile yaklaşanları avlamaya çalışıyorlar yine. Oysa, bu pis, tozlu patika güzelleştirilse, şık dükkanlar yapılsa çok daha çekici bir hal alır buralar.

Hava kararırken, tekrar sahile iniyoruz. Akşam sessizliği, az sonra başlayacak müzik gösterilerine gebe. Kıyıda meditasyon okyanusunda salınanlar, çocuklarınla top oynayanlar, koklaşan sevgililer, birbirlerine sokulmuş inek ve köpekler arasında, kısa bir tur atıyoruz hava kararırken ve otelimizin yolunu tutuyoruz.

Kaldığımız otelin sahibi yaşlı Mary, devamlı ağrıyan ağrılı ayaklarını genç bir delikanlıya Ayurvedik yağlarla ovdurup rahatlamaya çalışan yaşlı kocası ve kaldıkları ev, sanki koloniyal Afrika’nın bir köşesindeymişçesine bir duygu veriyor bana. Mary’e , her zaman, küçük sırt çantamda bulunan , nazar boncuklarından veriyorum. Kızı, torunları ile ailece sohbete dalıyoruz. Ayrılırken, nedense eşime, “ kocan çok zeki “ diyor, ben cevaplıyorum “ retired and tired “. Ilık su altında günün yorgunluğunu atıyor, ardından, getirdiğimiz çaylardan demleyip, keyif yapıyoruz. Tabii; ardından, not ve fotoğraf düzenlemeleri.

30.01.2009 ( ANJUNA - CHAPORA - VAGATOR )


Dün, bütün gün boyu, şezlong üzerinde güneşlenip miskinlik yaptıktan sonra, bugün, Anjuna’nın kuzeyine Chapora’ya gideceğiz.

Her kıpırdanışta, her tarafı gıcırdayan yatağın verdiği rahatsızlık haricinde rahat uyuduk. Sivrisinek de yoktu. Tepemizdeki vantilatörü yavaş döndürünce sıcağı da hissetmedik. Otel sahibi, Mary , yaşlı olmasına rağmen kıpır kıpır. Bahçede ayak seslerimizi duyar duymaz verandaya çıkıyor ve bugünün de ücretini istiyor, 500 Rs daha veriyorum. Anjuna sahili ve yerleşim merkezinde çıt yok henüz. Anlaşılan, akşamın çılgınlıkları yormuş olmalı. Satıcıların tezgahları bile açılmamış. Oasis Kafe’de birer peynirli omlet ve çay ile kahvaltımızı yapıyoruz ( 120 Rs ), Mapusa- Anjuna otobüsleri, kaldığımız otelin yanındaki boş arazinin önünde duruyorlar. Chapora, Vagator tarafına gidecekler, 500 m. ilerideki Anjuna kasabasının içinden geçen yoldan sağa dönüyorlar. Havanın henüz ısınmaması cesaretlendiriyor olmalı, yaklaşık 20 dakikalık yolu yürümeyi düşünüyoruz bir ara. Ancak, az sonra, havanın hızla ısınması, daracık yollarda araçların toz ve dumanı arasında yürümenin keyifli olmayacağını düşünerek vazgeçiyoruz. Anjuna meydanında Mapusa’dan gelerek Chapora yönüne gidecek otobüsü beklemeye başlıyoruz. Az sonra Chapora otobüsü geliyor.( 5 Rs/kişi ). Chapora dört kilometre ileride, yol çabuk bitiyor. Gözüm, tepedeki Chapora kalesinde. Eşim, bastırıveren sıcakta, kaleye tırmanmaya pek hevesli görünmeyince, bir marketin gölge çardağında bırakıp, kaleye tırmanan patikaya sarıyorum. Oldukça dik patika bitiyor, kurumuş otların, ufalanmış koyu renkli tüflü taş parçalarının üzerinde kaymamaya çalışarak, kalenin duvarlarının önüne geliyorum kan ter içerisinde. Ancak, yüksek duvarları aşıp, içeri girmek mümkün değil. Duvarlar boyunca yürüyüp, bir gedik ararken, kalenin Vagator sahillerine bakan, burnuna geliyorum. Aşağıda kokonat plantasyonları ve sapsarı kumları ile Arap Denizinin sahile yaklaştıkça kırılan dalgaları ile Vagator çok güzel görünüyor. Kale duvarlarının hemen yanındaki keçi yolunu izleyerek, sağa dönüyrum, bu kez, geniş Chapora nehrinin Arap Denizi ile birleştiği geniş delta ayaklarımın altında.

Geniş Chapora nehrinin ötesinde, sessiz, bakir kumsalları ile Morgim uzanıyor. Kale burnunun doğusunda olduğunu sandığım, Chapora balıkçı limanına doğru, geleneksel bir balıkçı teknesi ağır ağır ilerliyor. Sıcak, hakkını vermeye başladı, gözlerime giren, yakan terden anlıyorum. Kalenin içini dolaşıyorum, 5-6 dönüm büyüklüğünde, düz bir arazi.Ama, kale konum itibarı ile, çok kurnazca bir yere inşa edilmiş. 17. y.y başlarında Müslüman Bijapur hanedanlığının başı Adil Şah tarafından inşa edilmiş. Esasen; Chapora adı Shahpur kelimesinden geliyor. Müslümanlardan, Portekizlilere, Marathalara, durmadan el değiştiriyor, 1892 yılında terk ediliyor. Aslında, eşimi, aşağıda yalnız bırakmamak için, Chapora Kalesi ile derin sohbetimi kesmek zorunda kalıyorum, yoksa, biliyorum ki; anlatacak pek çok şeyi, dökecek pek çok derdi vardı, her şeyden önce yapayalnızdı.

İniş kolay oluyor, eşimle birlikte Chapora balıkçı limanını hedefliyoruz bu kez. Ancak, herkes farklı ve ters yönleri gösteriyor nedense. Sonradan anlıyorum, “ harbour “ ile 13 km. ilerideki “ Arambol “ u karıştırıyor, kimisi Arambol’u, kimisi de harbour yani limanı tarif ediyor. Sonunda, haritaya bakarak, kendim buluyorum, rengarenk balıkçı teknelerinin istiflendiği balıkçı limanını. Tekneler, avdan döneli çok olmamış anlaşılan, hala kantarlarda, balıklar, kalamar ve karidesler tartılıyor, yoğun balık kokusunun hakim olduğu küçük meydanda. Mezgite benzer, ancak üzerleri pullu balıklar çoğunlukta. İskelede, üç beş yabancı, ellerindeki oltalarla beceriksizce balık yakalamaya çalışıyor.

Bir köşede de, ağlar onarılıyor. Jumbo karidesleri görünce, buradan deniz ürünü yemeden gitmenin hata olacağını anlıyorum. Chapora, daha uzun süre kalacak olanların kaldığı yer. Daha çok, sezonluk ev kiralanıyor anlaşılan. Zira, her yerde , kiralık ev ilanları ve evlerin gölge verandalarında, ellerindeki kitapların sayfalarında yitip gitmiş yabancılar görüyorum.

Her köşede karşımıza çıkan, barlar, kiralık motosikletlerini park ederek, neredeyse, üst üste yığılmış, hippilerle dolu. Çoğu, Allahın sıcağında, alkol ve uyuşturucularla kaykılmış, boş gözlerle dolaşıyorlar. Özellikle Goa’da, 1968’lerin mirası olan uyuşturucu kullanımı ve ticareti sürüyor. Dün akşam, Anjuna’nın karanlık sokaklarında dolaşırken, sık sık , marihuana satıcıları önümüzü kesmişti.

Chapora’nın bar ve restoran yoğunluğundan, kendimizi deniz kıyısına Vagator sahillerine atmak istiyoruz. Önünden geçtiğimiz manavdan, bir papaya (4) 25 Rs ile iki mango (4) 95 Rs alarak, Vagator plajına doğru, iyice çılgınlaşan güneşin altında yürümeye başlıyoruz. Bir km. kadar yürüdükten sonra, salaş bir restoranın , nizamiye kulübesi gibi durduğu, kumsala geliyoruz. Ortalıkta ne plaj şemsiyesi, ne de şezlong var. Uzaktan gördüğümüz bir ağacın gölgesine sığınmak amacıyla, kızgın kumların üzerinde neredeyse sürüklenerek ilerliyoruz. Gölgede, kendimize gelince, mangoları soyup, susuzluğumuzu gideriyoruz. Daha terimiz kurumadan, yanımıza doğru, ellerinde kovalar, sepetler ve torbalarla yirmi kişiye yakın Hintli bir genç grup geliyor. Torbalardaki viski ve biraları görünce, bize yol göründüğünü anlıyorum. Toparlanıp, denize, kumlara doğru yürürken, gülüşerek yerleşiyorlar bıraktığımız gölgeye. Çaresiz, kızgın güneşin, kızgın kumlarına, kızgın bir şekilde yayılıyoruz. Aslında, dün, Anjuna’da bütün gün cildimiz hassaslaştı. Şimdi, ışınlar, iğne gibi batıyor, neredeyse, canım acıyacak. Bizim, harika ağaç gölgesinin altındaki grup, otuz kişi olmuş, viskilerin görevini yaptığı, gittikçe yükselen şamatalardan belli.

Giderek Vagator plajı, 10-15 kişilik erkek grupların akınına uğruyarak, tam bir erkekler plajı oluyor. Üstelik, her gelen, viski ile geliyor, bu sıcakta zom olmak için. Ellerindeki cep telefonlarının kamerası ile güneşlenen kadınların resimlerini çekmeye başlayınca, yabancılar yavaş yavaş toparlanıyor. Bir ara, beş kişilik bir grupla dalaşmak üzere iken, toparlanıp, güneye doğru, tepenin üzerine çıkarak, harika Vagator sahillerini fotoğraflıyorum.

Burada, epey oyalandıktan sonra, aynı yoldan Chapora’ya geri dönüyoruz. Ter ve sıcaktan hoşaf gibi olduk , bir restoranın tam gaz dönen vantilatörlerinin altına atıyoruz kendimizi. Kalamar köri (95 Rs), patates kızartma (70 Rs), kola (20 Rs) ve 650 ml’lik meşhur Kingfisher bira (70 Rs) alıyoruz. Köri tabağını, kocaman pilav tabağının üzerine boca ederken sayıyorum, tam yedi halka kalamar var. Goa’da, balıkçı limanına 100 m. yakın olan bu yerde manzara vahim. Doya döküm deniz mahsülü için, başka baharı mı bekleyeceğiz acaba ?

Biz yemekle uğraşıp, Kingfisher ile gevşerken, etrafımızdaki dükkanların birer birer kapandığını fark ediyorum. Oysa, buraya gelirken gözüme çarpan, “ medical store “ lardan, parmaklarımın arasına giren kumların zımpara gibi ovarak derilerimi sıyırdığı ayaklarım için, talk pudrası alacaktım.

Kalkıyor, bir gölgede, Mapusa otobüsünü bekliyoruz gecikmiyor.( 5 Rs/ kişi). Yollar boş, Anjuna ayrımında iniyor ve sabah gördüğümüz, oldukça büyük bir süper markete giriyoruz. Bir kutu pudra (60 Rs) ve bir boş defter alıyorum. Aslında, burada her şey var ama, otel odamızda buzdolabı olmadığı için, sıcaktan korumak mümkün olmayacak aldıklarımızı.

Odamız serindir şimdi diye düşünüyorum, çıkarken, vantilatörün devrini arttırmıştım. Klimayı hiç sevmiyorum, anında, rahatsız ediyor, öksürmeye başlıyorum. Bu yüzden zaturree olup, hastanede yatmıştım. Serin odada, yatağa vücudumu serme özlemi ile daha bir hızlı yürüyor ve verandadaki sedirinde, her zamanki gibi, oturan Mary ile selamlaşıp, anında dinlenme moduna giriveriyoruz.

Saat 18.00’de ortalık kısmen serinlemiş , plaja yürümeye çıkıyoruz. Yol boyunca, kuytularda, kılıksız marihuana satıcıları çıkıyor karşımıza sık sık. Önde kokonat, palmiye silüetleri, arkada, kıpkızıl top haline gelmiş güneş ve kızarmış bulutların göründüğü posterlere aşinayızdır çoklukla. İşte şimdi, tam da öyle bir fon önündeyiz. Sanki, Anjuna’da, uyuşturucu satıcıları, yapışkan tezgahtarlar, dişleri ile vücutlarını kaşırken, kan içinde kalan köpekler, yani; tüm olumsuzlukların sıyrılıp, akıp gittiği, bir uhrevi alemdeyiz, birkaç dakika da olsa. Denizin yorgun soluganlarının, bitap kumsala kendini bıraktığı yerde, bir Batılı, meditasyon okyanusunda yüzüyor. Sıcaktan bunalmışlığını hala üzerinden atamayıp, uyuklayan köpekler, birinin havlaması ile dikilip, anında bir araya gelerek organize oluyorlar. Şanslı hemcinsleri, sahiplerinin, şefkatli okşayışları altında, gözlerini kapamış, anın keyfini çıkarıyor, sevginin hazzını demlendiriyorlar.

Çok geçmeden, o güzelim büyü bozuluyor, kafelerden yüksek volümle yayılan müzikler hakim oluyor Anjuna’ya. Sahilde, küçük gruplar halinde toplanmış gençler, müziğin ritmi ile hareketlenmeye başlıyorlar. Ahşap kazıklar üzerinde yükselen kafelerde, bir elleri bira bardağında, diğeri sevgilisinin omzunda aşıklar, yaşadıkları anı sindirip, demlendirme derdindeler.

Plajın sonuna kadar yürüyüp, Baga kumsalları başlamadan, kumsalın arkasında kalan yerlere yürüyoruz. Burası, bir sokak öndeki alemden çok farklı, gözlüklerini takmış kadınlar, kitaplarına gömülmüş. Toprak patikalarda yürürken, ara sıra geçen araçların kaldırdığı kırmızı tozları yutup, daracık yollarda üzerimize çıkacak gibi sokulan araçlardan sakınarak, kazasız belasız, karanlıkta odamıza dönüyoruz.


31.01.2009 ( ANJUNA - MAPUSA - PANJİM - MADGAON )


Sabah, erken saatlerde, kokonat ağaçlarına dadanmış kargaların bed sesleri ile uyanıyoruz. Bugün, Kuzey Goa’dan Güney Goa’nın merkezi Madgaon ( Margao )’a geçeceğiz. Dün akşamüzeri, dolaşırken, otobüs durağında, üzerinde Anjuna- Panjim yazan bir otobüs görmüştüm. Saatlerini öğrenmeye çalışıyorum, yaşlı bir adamcağız, sadece 16.00’da var diye tercüme ediyor. Günde, sadece bir otobüs garip geliyor bana. Öyle olunca da; geldiğimiz tersine, buradan Mapusa’ya, daha sonra da; Mapusa- Panjim ve Panjim-Madgaon otobüslerine bineceğiz anlaşılan. 08.30’da çantalarımızı toparlayıp, kahvaltı için, Anjuna’nın siyah volkanik kayalarının üzerindeki Sunset restorana gidiyoruz. Garson uykulu gözlerle sipariş almaya çalışıyor. Hava ısındıkça, kayaların süngerimsi dokularından su buharları yükseliyor, bu arada burnumuza zengin ozon kokuları geliyor. Restoran sahibi, sarı yeşil sariler giymiş kadın, elindeki çalı süpürgesi ile yerleri süpürüyor, ne burnunu karıştırarak onu seyreden garson ne de kendisi, kahvaltı yapan 5-6 masanın toz bulutu içinde kaldığının farkında değil. Birer peynirli omlet, çay ve kek ile kahvaltı yapıyor ve 105 Rs ödeyerek, çantaları almak için, Mary’nin oteline yollanıyoruz tekrar.

Mary ve ailesi uyanmış. Yanlarında çalışan genç çocuk, yine yaşlı kocasının, ağrıyan ayaklarına, vıcık vıcık yağlı elleri ile ovarak masaj yapıyor. Mary bizi görünce, “ nereye “ diyor, “ Madgaon’a “ diyoruz. İçeri giriyor, elinde, konaklayanların kaydını tuttuğu, kocaman defterle çıkıyor ve dikkatle defteri inceliyor. Ne hikmetse, 100 Rs anahtar parası almıştı bizden. Kocasına sesleniyor, adam, zorlukla kalkıp içeri giriyor, elindeki 100 Rs’ yi uzatıyor bana. Ayrılıp, hemen yandaki tozlu otobüs durağında Mapusa otobüsünü beklerken , meydanın ortasındaki, üç konsollu aydınlatma direği çarpıyor gözüme. Üç aydınlatma armatürü de, ters dönmüş, gökyüzünü aydınlatıyor.

Çok geçmeden Mapusa otobüsü geliyor. İki turistin dışında, işe gitme derdindeki Goa’lılarla doluyor otobüs.( 7 Rs). Mapusa’nın Kadamba otobüs durağına yarım saat içinde geliyoruz. Kadamba, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde 325-525 yılları arasında, şimdiki Goa eyaletinin hemen doğusunda hüküm sürmüş bir Hint İmparatoru, anlaşılan her otobüs durağında, Portekiz Emperyalizmine karşı, antik Hint İmparatorluğunu hatırlatan , Kadamba ismini tercih etmişler. Hemen ileride bekleyen, Panjim otobüsüne biniyoruz bu kez ( 8 Rs) 11 km. lik yolu aşmak için. Panjim, bir anlamda Mandovi nehri demek. İlk geldiğimizde, geniş deltasını deniz sanmıştık. Tüm, meta nakli, Mandovi nehri ile yapılıyor. Panjim’in, Kadamba otobüs durağında iniyoruz bu kez. Sırada Madgaon otobüsüne binmek var. Shuttle bus yazan gişeye sokulup, biletleri alıyorum. ( 22 Rs ). Ayakta yolcu almadan, hemen hiç durmadan, huzurlu ve keyifli bir yolculuk yapıyoruz. Madgaon-Panjim arası 33 km. Madgaon’a yaklaştıkça, yol kenarları ve refüjde rengarenk çiçekler görüyoruz. LP, Madgaon hakkında; “ bu kentin temizliği sizi şaşırtacak“ diye yazıyor. Ben de, inşallah diyorum. Goa’nın tek havaalanı Dabolim’e, Vasco Dö Gama’ya giden yollar tek tek ayrılıyor. Elimde harita, yol güzergahı ve civardaki yerleşimleri izliyorum. Madgaon’a girerken trafik yoğunlaşmaya başlıyor. Municipal Gardens ( Belediye bahçeleri ) önünden geçerken, listemdeki otel Madgaon Recideny’nin , bu bahçelerin hemen arkasında olduğunu hatırlıyorum. Otobüs bahçenin yanında indiriyor. Hatırlamasam, 20 m. için rikşa arayacaktım.

Madgaon Recidensy oteli GTDC ( Goa Turizm İşletmesi ) tarafından işletiliyor. Resepsiyondak kıza ( dokunduğu için ) klimasız oda göstermesini rica ediyorum.700 Rs istenen, odayı görünce, böyle sıcak bir iklimde duvarlarının yarısının rutubet içinde oluşuna anlam veremiyerek, ayrılıyoruz. Belediye binasının hemen arkasındaki Luis Miranda caddesi az ileride bitiyor ve burada, 150 m. ileride süslü cephesi ile Saaj oteli görüp, resepsiyona geliyor ve vergiler dahil 700 Rs fiyatla, beğendiğimiz odayı kabul ediyoruz. Saat 13.00. Sıcak bastırdı, oda serin, ama öğle yemeği için çıkmamız gerekiyor. Saaj Otelin zemin kattaki restoranını gözüm tutmuyor. LP’ yi karıştırıyorum.

Madgaon’da en güzel Kuzey Hindistan yemekleri için Banjara isimli bir restoranı öneriyor. Güney Hindistan’da en iyi Kuzey Hindistan yemeği aramak gibi, bir züppeliğimiz olmasa da; karanlık ve kutup soğuğuna sahip, bodrum kattaki Banjara’yı merak ediyoruz. Giriş kapısında, Raca muhafızı kıyafetli bir genç karşılıyor, merdivenlerden bir kat aşağı indiğimizde gerçekten buzhane gibi bir salonda buluyoruz kendimizi. Duvarlarda, Hint kilim desenli panoları saymazsak; Hindistan’da bir restoranda olduğumuza inanmamız güç. Tabii, bir de, bembeyaz gömlek ve siyah pantalonları ile servis yapan ve bembeyaz dişleri ile gülümseyen Hint’li garsonları hariç tutarsak. Oturmadan önce, menüye bakıyorum. Öncelikle fiyatlara, sonra da, yemek çeşitlerine. İyi; fiyatlar çok acıtmayacak, menüdeki zenginliği de sora sora anlayıp, çözeceğiz. Şef garson, tepemde, durmadan anlatıyor, tarif ediyor çeşitleri. Dinlemekten yoruluyorum ve “ sen bizim için seç , getir “ deyiveriyorum. Garson, yemekleri tanıtmakta ısrarlı, biz de “ Baigan Bharta “, “ Goan Fish Curry “ ve geleneksel pilav söylüyoruz. Baigan Bharta, anladığım kadarı ile patlıcan, zeytinyağı, soğan, yeşil biber kimyon, kişniş, zerdeçal, bezelye ve soya sosu’nun muhtelif oranlarda harmanlanıp, fırınlanması ile yapılıyor. Ancak, gerçekten çok lezzetli bir vejetaryen yemeği, gerçi biz de, giderek bu akıma uyacağız, sıcaklarda hafif yemekler yemek için. Sade pilavın üzerine döküp, keyifle yiyoruz. Hele, mango kabuğu sosu ve soğan ve acılı baharatlarla hazırlanmış başka bir sosun katkısı ile Baigan Bharta nefesimizi kesiyor. Herhalde, en iyi balık köri’yi böyle bir yerde yeriz inancı ile sipariş verdiğimiz King fish curry, bizi hayal kırıklığına uğrattı. Zira, yemekteki curry ve sebzeler, balıktan çok daha lezzetli. Bir daha, yaz günleri çapari ile yakaladığım istavrite tek söz ettirmeyeceğim. 297 Rs ödeyerek, Madgaon sokaklarına atıyoruz kendimizi.

Dün, Chapora’ ki gibi, burada da, her yer kapalı. Madgaon’un meşhur olduğu söylenen kapalıçarşı’sını buluyoruz, bizim Mahmutpaşa, yanında Paris kalır. Kısa bir tur atıp, Belediye binasının önünde bulunan ve Ağa Han’ın katkıları ile yapılmış Municipal Gardens ( Belediye Bahçesi )’da biraz gölgelenip, hemen yanıbaşından kalkan Colva otobüsüne biniyoruz.( 7 Rs ) Colva sahilleri, Madgaon’a 6 km. mesafede, genellikle Hintli ailelerin ve orta yaş Avrupalıların ilgi gösterdiği yerler. Tabii; dünyanın tanıması, tüm Goa gibi Hippiler kanalı ile olmuş. Biletçiye 15 Rs veriyorum, geriye 1 Rs veriyor. Nerede ise, 15 dakika sonra gelerek 10 Rs uzatıyor. Bu ne diye işaret ediyorum. Senin verdiğin para eski diyor, bakıyorum, para iğne ile delik deşik edilmiş, elimde olsa fark ederdim. Israrla, başka para bekliyor, ” eski ise neden aldın “ diyorum. Adam ruh gibi, gülerek başka bir 10 Rs vererek, krizi atlatıyorum. Colva’da otobüsten indikten sonra şişe suyu alırken verdiğim bu para sorun olmuyor. Anlaşılan, biletçi, hır çıkarmak istedi.

Güney Goa’da, Dabolim’den, Betul’a kadar, nerede ise düz bir hat üzerinde, sonsuza uzandığı izlenimini veren plajlar silsilesi var. Bunların içinde, Betulbatim, Colva, Palolem, Benaulim oldukça popüler olanları.

Colva plajına geliyoruz. Sahilde kum gibi insan var. Günlerden Cumartesi olduğu için, Hintliler 10-20 kişilik gruplar halinde doldurmuşlar sahili. Jet-ski’ler, paraşütler, sürat teknelerinin egzost gazları tertemiz hava içerisinde daha da, kötü hissediliyor. Kalabalın azaldığı bir restoranın önünde şezlonglara yayılıyor, şemsiyenin gölgesinde miskinlik yapıyoruz. Gerçi, ben uzun süre yatmaya alışık olmadığım için, sık sık kalkıp, kumsallar boyunca dolaşıp geliyorum. Güneşin, denize doğru devrilmeye başladığı saatlerde, içtiğimiz iki kola ve bahşiş dahil 50 Rs verip , Colva’nın kuzeyindeki Betulbatim Plajına doğru yürümeye başlıyoruz. Bu sahillerde, kumlar öyle ince ki; üzerine bastığınızda, pudra veya kar üzerine basmış gibi kıtır kıtır ötüyor. Hava çok net, çok temiz bugün. Daha sonra, bu kez Colva’nın güneyine, Benaulim’e yürürken, bir yandan da, fotoğraf çekiyoruz. Nedendir bilmem, Goa’lı balıkçılar teknelerini, denizde bağlayıp bırakmıyorlar.

Ahşap kütüklerle, kızaklar yaparak, muhakkak kumların üzerine çekiyorlar. Tekneler, omurgalar üzerine, ahşap, enli lataların , kumaş gibi birbirlerine dikilmesi ile oluşmuş. Aralardaki boşluklar da, halat parçaları ile kalafatlanması ile kapatılmış. Her teknenin baş kısmında, çerçeveli bir İsa resmi var, teknenin baş bodoslamasına da, Hindu rituellerindeki gibi , ipe geçirilmiş çiçek hevenkleri asılmış. Goa, Portekiz hakimiyetinde uzun yıllar kaldığı için, Hristiyan ( Katolik ) sayısı çok fazla. Güzel yerler, güzel anlar içinde mutluyuz, güneş denize iyice yaklaştı, temiz bir restoranın, kumlar üzerindeki masalarına oturup, çok sevdiğim 630 ml. lik Kingfisher bira ve patates tava söylüyoruz. Öyle keyifli anlar ki; bira geldiği gibi bitiyor, garson şaşkın, “ küçük bira getirmişsin , çabuk bitti, bir tane büyük getir “ diyerek takılıyorum, çocuk inanmış olmalı, getirdiği birayı, bu kez yanımızda açıyor.

Yanımızdaki genç çift ile sohbete başlıyoruz. Mumbai’den gelmişler. Bir ara eşimle fotoğrafımızı çekmesini rica ediyorum. Bu kez, adam, “ karımın yanına otur, beraber resminizi çekeyim ” deyince, havayı bozmamak için, kabul edip, kadının yanına oturuyorum, hoppala, kadın bir de avuçlarımı avuçlarının içine almaz mı. Adam da fotoğrafımızı çekiyor. Eşim , şaşkın bakıyor, “ Hintliler, yabancıları çok seviyor ve art niyet aramıyorlar “ diyorum, herhalde de; öyledir ! Hemen eşimin yanına koşup oturuyor, vaziyeti kurtarıyorum. Derken, hava kararınca, bizim de, aklımıza Madgaon’a gitmek geliyor. Garsona son otobüsü soruyorum, 19.00’da diyor. Deniz, güneş ve bira ile hemhal olmuşluktan sıyrılıp, 170 Rs ödüyor ve kalkıyoruz. Benaulim’de otobüs durağı 2 km. içeride imiş. Toz, duman içinde, koşar adımlarla, otobüslerin kalktığı meydana geliyor ve bu arada bir otobüsün hareket ettiğini görüyorum. Ama, Colva tarafına devamlı otobüs gittiği için, nasılsa dönecekler düşüncesi ile inatla bekliyoruz. Rikşacılar sarıyor etrafımızı, her biri , bundan sonra, otobüs olmadığını söylüyor, ben inatla bekliyorum. Önümüzdeki balıkçı balıklarını satıp bitiriyor, arkadaki manavın müşterileri azalıyor, derken dükkanı kapatıyor, biz, ortalığı izliyoruz. Bizimle beraber bekleyenler, birer ikişer, yanımıza gelen motosikletlerin arkasına binerek, moto- taksi ile Madgaon’a gidiyorlar.( 30 Rs ). Ortalık iyice tenhalaşmaya başlayınca, yolun karşısında bekleyen bir rikşaya binip, Madgaon’a geliyor ( 100 Rs ) ve Saaj Otelin banyosuna atıyoruz kendimizi. Madgaon Meydanı, kaldırımlar üzerine yaydığı bez üzerinde bir şeyler satmaya çalışanlar ile bahçe duvarlarının üzerinde uyuyan berduşlara kalmış. Sıcak ve yorgunluk adamakıllı eziyor, ama, ille de notlar var. Bunları yazıp, iyi bir uyku çekmem lazım, yarın daha güneye Palolem plajına gitmek hesabındayız.

Bugün, Colva plajındaki keşmekeş, Benaulim plajında yoktu, kafe ve restoranlar temiz, insanı bezdirecek kadar, musallat olan satıcılar da yoktu. Sevdim Benaulim plajını.

01.02.2009 ( MADGAON - PALOLEM )

Akşam sivrisineklerin hışmına uğradım. Hep, yanımızda taşıdığımız çarşafın altına sığındığım halde, bazen dışarıda kalan parmaklarımı şişirmiş namussuzlar. Oysa, yatmadan önce, plastik şakşakla epey öldürüp, bitirdiğimi sanmış ve huzurla girmiştim yatağa. Dün, odayı alırken, resepsiyon görevlisinden, sessiz bir oda istemiştim. Meğer, tren yolu, otelin çok yakınından geçiyormuş. Üstelik, Kuzey Goa’daki Thivim’den kalkan her tren, Madgaon istasyonuna girerken, “ ben geldim dercesine “ sirenlerini faryap ediyor. Nerede ise, geçen trenleri sayacağız gece boyu. Neyse; yine de, kalan zamanda aldığımız uyku bize yetmiş, zinde olarak güne başlıyoruz. Bugünün ödemesini de ( 700 Rs ) de yaparak, Belediye Bahçesinin yanındaki otobüs durağına geliyoruz. Palolem otobüsü gelir gelmez, bir yığın insan üşüşüyor kapılara. Diğer otobüsü

beklemeye başlıyoruz, muavin, ” bugün Pazar, başka otobüs yok “ diyor. Artık, bu tür yalanlara alışmış olsam da, ayakta, bir köşeye sıkışıyoruz. Hindistan’da otobüs şöförlerinin mahalleri çok havalı. Yanındaki, tek sıra oturağa, ancak, hatırlı kişiler oturabiliyor. Genellikle Tata ve Ashok Leyland marka otobüslerin motorları, şöförün hemen yanında. Motordan yükselen ısı, zaten çok sıcak olan havayı, cehenneme çevirse de; hareket etmeden önce, muhakkak, demir kapıyı kapatarak, kendini yolcuların bulunduğu salondan ayırıyor. Bu kapının parmaklıklarına yapışmış vaziyette gidiyoruz. Pazar olduğu için sanırım, yollar boş, şöför sakin, aheste, 40-50 km. süratle Palolem’e doğru ilerliyor. Madgaon- Palolem arası 40 km. Ancak, otobüs öyle sık duruyor, doluyor ve boşalıyor ki; ne zaman varacağımızı tahmin edemiyorum. Palolem, Goa’nın en güneyinde. Conacona, önemli bir ulaşım merkezi, güney plajlarında kalanlar, Hindistan’ın güneyine, Kerala eyaletine gitmek için, Conacona’daki tren ve otobüs istasyonlarını kullanıyor. Burada otobüs tamamen boşalıyor, biz de oturabiliyoruz. 1.5 saat sürüyor yol ve Palolem’deyiz. Sahile yürürken, yol boyu restoran ve dükkanların çokluğu Palolem’in popüler bir yer olduğunu anlatıyor.

Sahile geliyoruz, Deep Blue barın gölgedeki şezlonglarına çöküp, domates-peynirli omlet birer de, çay söylüyoruz. Tabii, buralarda, ekmek siparişini ayrı vermek ve kaç dilim istediğinizi bildirmeniz gerekiyor. İki defa geri göndermeme rağmen, her seferinde, boz bulanık çay gelmesine mani olamayınca, kaderime razı oluyor ve omletle kahvaltımı yapıyorum. Bir yandan da, ortalığı inceliyorum. Gerçekten, Palolem Sahilleri çok daha albenili. Güneş henüz, ışınlarını insaf dahilinde gönderiyor, sahili boydan boya arşınladıktan sonra, posterlere fon olan kokonatları tanıyorum. Barlar, restoranlar, hatta şemsiye ve şezlonglar bile daha sempatik. Ortalıkta, gruplar halinde gezerek, kumlara uzanmış kadınları süzen, bıçkın Hintli gençler de göze çarpmıyor.

Çantalarımızı alıp, bir gece Palolem’de kalmadığımıza hayıflanıyorum. Yarın akşam da; yakındaki Canacona tren istasyonundan, Ernakulam’a götürecek trene binebilirdik. Üstelik, az farklarla da olsa, herkes son Madgaon otobüsünün 15.15-16.00 arasında olduğunu söylüyor. Bu demektir ki; Palolem’de gün batımını göremeyeceğiz. Gerçi, geç vakitte de olsa, Canacona’dan geçen otobüslerle Madgaon’a gitmek mümkün ama, karanlıkta gerilmek istemiyorum.

Epey fotoğraf çekiyor, sonra da, Colomb Bay yakınlarında, nehrin denize karıştığı tertemiz kumsalda, bir kafenin şezlonglarına uzanıyoruz. Sabah, gökyüzünde bulutları görünce, bugün serin olacak, rahat gezeriz düşüncesi ile ( insanoğlu ne kadar müşkülpesent ) rahatlamıştım, oysa, güneş, daha şimdiden insafsızca batıyor tenlerimize, adeta toplu iğne gibi. Kulağıma trance müzik nağmeleri geliyor, yandaki kafeden. Goa’ya geldiğim günden beri hiç de aşina olmadığım şeyleri yapıyor, şezlongun üzerine tüneyerek, bütün gün uzanıyorum. Oysa, bağlasalar yarım saatten fazla aynı yerde kalamazdım ben.

Goa’nın en popüler posterlerinde gördüğüm, altın rengi kumsalda, denize doğru eğimle yükselen kokonat ağaçlarını tanıyorum, az sonra sahil boyunca yürürken.

Saat 15.30’da toparlanıp, salaş mağaza ve hediyelik eşyaların satıldığı toprak patikaya giriyoruz. Eşim ihtiyacı olan, keten bir çantayı 350 Rs’den 200 Rs’e düşürerek alıyor. Serin verandasında, asılı vantilatörlerin altına sığınıyoruz, Meksika mutfağında iddialı olduğunu yazan bir restoranın. Ama, yine de, ihtiyatlı davranıp, sebzeli büryani ve sebzeli pilav sipariş ediyoruz, tabii, yanında 650’lik Kingfisher birayı unutmadan. Önümüze, tahminlerimizin ötesinde, lezzetli yemekler geliyor. 170 Rs de hesap.

Durakta bekleyen otobüsün 17.15’de Margoa’ya kalkacağını öğrenince, dün akşam

Benaulim’deki gibi, karanlığa kalmamak için, biniyoruz, sıcaktan fırına dönmüş otobüse. Otobüs bulamazsak, Canacon’a veya Chaudi’ye gidip, buradan geçen otobüslerle Margao’ya dönmek mümkün. Ancak, bir sürü zaman kaybı ve telaş olacak. Dönüş trafiği sabaha göre çok yoğun, çılgın şöförümüz yaptığı slalomlarla, bizi ürküterek ilerleyebiliyor. Madgaon’a vardığımızda hava kararıyor, iki şişe su alarak ( 12 Rs ), saat 19.00’da otele geliyoruz. Güneş adamakıllı dövmüş olmalı, banyodan sonra daha iyi anlıyorum. Çayımızın demlenmesini beklerken de notlarımı yazıyorum.

Mango shake (45 Rs ), kumlara eğilmiş kokonat ağaçları, sıcağın alnında buz gibi Kingfisher biranın lezzeti, geleneksel teknelerin yorgun ve gururlu duruşları, sessizlik ve huzur anları ile dolu bir günün muhasebesini yaparken, çayımı yudumluyor, şükrediyorum.


02.02.2009 ( MADGAON - BENAULİM - ERNAKULAM )


Akşam odamızda dolaşan hamamböceklerini görünce sıkı bir katliama girişiyorum, ancak uzanamayacağım deliklere girenler canını kurtarıyor, biz de, moral olarak böceklerden kurtulduğumuz inancıyla, yanımızda getirdiğimiz çarşaflarımıza sarılarak hem sivrisinek, hem de böceklerden izole pozisyon alarak uyuyoruz. Hem de; öylesine deliksiz uyumuşuz ki; gece yarısı sirenlerini öttürerek yakınımızdan geçen trenlerin sesini bile duymamışız. Oysa, kaldığımız Saaj Otel ilk görüşte temiz, bakımlı bir atmosfer izlenimi yaratmıştı. Sabah , kalkınca, ilk iş olarak, çantaları boşaltarak, tüm eşyaları tek tek elden geçirip, silkeliyoruz, bundan sonraki rotamızda bulunan Kerala coğrafyasına taşımamak için. Saat 09.00’da çantaları resepsiyonun önüne bırakarak çıkıyoruz. Belediye binasının yanındaki dükkanın vitrinindeki samosaları görünce içeri giriyoruz. Hint çayı liderliğinde 5 samosa , 1 kruvasan ile kahvaltı yaparak 64 Rs. ödüyor ve belediye binasının önündeki bakımlı ve rengarenk “ municipal gardens “ ‘a giriyoruz. Babadan oğlan geçen Ağahan ünvanının son sahibi 4. Ağahan’ın servetinin bir kısmı, her yıl İslam ülkelerindeki mimarlara verilir. Tabii ödül dağıtmakla tükenmeyecek bu servetin , bir katresi de bu içinde bulunduğumuz bahçeler için harcanarak 1959 yılında inşa edilmiş. Hindistan’ın genel panoraması ile çelişen bu bakımlı ve tertemiz bahçede, iki kadın durmaksızın çalışıyor ve sulama yapıyorlar. 1961 yılından, Goa’nın Hindistan’a dahil oluşuna kadar olan dönemdeki Goa ve Madgaon yöneticilerinin heykelleri yer alıyor yeşillikler ve çiçekler arasında. Göründüğü kadarı ile de; herhangi bir şöven saldırıya uğramamışlar. Bahçenin hemen yanından kalkan Colva otobüsüne biniyoruz bu kez ve Benaulim plajına inen caddenin köşesinde inerek, denize doğru yürüyoruz. Benaulim plajı, 2 kilometre kuzeyde bulunan Colva plajından daha sessiz ve sakin, daha çok yabancılar geliyor ve Hintli grupların göz saldırılarından rahatsız olmuyorsunuz. Güneşin fazla hırpalamaması için, bir şemsiyenin altındaki şezlonglara sığınıyoruz. Birer papaya lassi (6) söylüyoruz, onun keyfi ile etrafa bakarken, etrafımızı, kalabalık bir Rus grubu sarıyor. Dikkat ediyorum, iki üç meyve suyu söylüyorlar, sonra da, çantalarında getirdikleri meşrubatları ( muhtemelen votkalı ) çıkarıyorlar, yavaş yavaş zulalarından. Zavallı garson da, Allahın sıcağında, elindeki tepsideki King Fisher biraları, red snapper balıkları ve tiger prawn deniz mahsullerini Ruslara pazarlayabilmek için çırpınıp duruyor.

Uzanıp yatmaktan afakanlar bastıkça, kalkıp kısa turlar atıyor, fotoğraf çekmeye çalışıyorum tepede insafsızca duran güneşe rağmen. Goa’nın geleneksel tekneleri çok ilginç. Ahşap lataları üzerlerindeki incecik deliklerden geçirdikleri urganlarla kumaş gibi birbirlerine dikmişler, aralarını arka tarafan kalafatlamışlar. Teknelerin üzerinde çivi vida gibi birleştirici bir eleman yok. Öyle ki; kürekler ve sapları bile, birbirine büyük bir ustalıkla iplerle bağlanmış. Ayrıca, tekneleri kesinlikle denizde bırakmıyorlar, imece usulü ile, tekne omurgasına dik olarak, belli aralıklarla kumların üzerine dizdikleri üzeri yağlı kalaslar üzerinde, bellerine bağladıkları halatlara asılarak tekneyi karaya alıyorlar.

Bu geleneksel Goa teknelerinden birinin gölgesinde, elimdeki ananası kumların içine düşürmeden soymaya çalışıyorum epeydir. Tayland’da öğrendiğim gibi, ananas üzerinde bir helezon çizgi boyunca uzanan, sert dikenlerin bulunduğu hatta, çakı ile boydan boya çentikler açarak, dikenleri kökünden çıkardıktan sonra, önceleri çam kozalağına benzeyen ananas estetik bir görünüm alıyor, enine dilimlendikten sonra da; nefis bir tad ve susuzluk giderici oluveriyor. Ben de; poşet içine istiflediğim ananasları eşime götürünce şaşırıyor, az önce söylediği “ soyayım derken kumlara düşürürsün “ siteminden biraz mahcup da olsa, birlikte, sıtma hastalarının soğuk suya sarılması gibi sarılıyoruz ananas dilimlerine.

Bir de; Goa sahillerinin 650 ml’lik kocaman Kingfisher birasını çok sevdim. Boşluk hissettikçe bir Kingfisher ile bir tabak parmak patates ile dünyayı, kainatı ve insanları daha çok seviyorum.

Etrafımız silme Rus, ancak, birbirlerinden habersizmişlercesine konuşup selamlaşmıyorlar bile. Benim milletim, yad ellerde bir Türk görse, saatlerce sohbet edip, rakı ısmarlamadan rahat edemez, yıllardır deneyimlerimle sabit.

Sıcaktan kumların üzerinde hareler oluşuyor kumlara basıp yürümek, cesaret istemeye başladı, tepemizde hınzır gülen güneş nedeniyle. Dün, Palolem plajında gördüğümüz ip cambazları, tam önümüzde, iki dakikada, büyük bir maharetle kurdukları ağaç direkler üzerine gerdikleri ipin üzerine, heyecandan, çırpı gibi bacakları titreyen küçücük kızı çıkardılar bile. Bir yandan titreyen bacaklarına, bir yandan korku ve heyecandan iri iri açılmış kara gözlerine bakıyorum, hırpani elbiseler içindeki kızın. Genelde, dilencilere para vermediğim halde, bunu bir sanat gösterisi olarak kabulleniyor ve sıcaktan adamakıllı gerilmiş tablasının içine gönlümden geçen rupileri boşaltıyorum.

Saat 15.30 da Colva plajına gitmek üzere, sahil boyunca kuzeye ilerliyoruz, denizin içinde yürüyerek. Gün boyu, şezlonglara uzanarak yaptığımız keyiflerde aldıklarımız karşılığında 155 Rs gibi çok mütevazi bir hesap geliyor.

Benaulim ve Colva plajlarında çok ciddi bir cankurtaran teşkilatı var. Sahil boyunca, sörf bordlarını kumlara dikerek sınırladıkları bölgelerinde, pür dikkat yüzenleri gözlüyorlar. Sayılsa, yüzen insan sayısından daha fazla cankurtaran var. İki plaj arasındaki iki kilometrelik yolu, kah Goa teknelerini , kah ıslak kumlar üzerinde açtıkları delikler arasında kaçışan yengeçleri seyrederek bitiriyoruz. Madgaon’a hareket eden 16.00 otobüsüne yetişiyoruz ( 8 Rs ). Altı kilometrelik yol, dura kalka Madgaon’a götürüyor bizi. Gecikmiş öğle yemeğimizi, Madgaon’un popüler fast food ve restoranı Tato’da yiyoruz. Yerel halkın çok rağbet ettiği bu yerde, menüdeki yemeklerin çoğu tükenmiş bu saatte. Güney Hindistan’a özgü tüm yemekler, Çin ve İtalyan yemekleri bile var. İstediğimiz yemekler bittiği için sipariş veremeyince, seçimi garsona bırakıyoruz. Dört harika samosa, iki kola, birer soğanlı idli benzeri nefis bir yemeği hijyenik huzur ve keyifle tüketiyoruz.( 95 Rs ). Boğucu sıcak ve yemeğin rehavetini, Municipal Garden ( belediye bahçesi )’nin ağaç gölgelerindeki banklarında göğüslüyoruz.

Saat 18.00 ‘de çantalarımızı alıyoruz Saaj Hotel’den ve 50 Rs verdiğim bir rikşa ile Madgaon ( Margao ) tren istasyonuna vasıl oluyoruz. Kerala eyaletinin Kochin kentinin ana karası olan Ernakulam’a gidecek olan 2618 nolu tren, tam bir saat geç giriyor perona. Ben, perondaki yolcularının azlığına bakarak seviniyorum, tren tenha olacak diye. Oysa, gelen tren öylesine dolu ki; yolcular, kapılardan dışarı sarkıyorlar. Neredeyse sonsuz uzunluktaki katarın en sonundaki S2 nolu vagonu kanter içinde buluyorum. Zar zor içeri girip ilerliyoruz. Oda ne ? Bizim yerimizde başkaları oturuyor. Bilet üzerindeki numarayı gösteriyorum, omuzlarını silkip duruyorlar, kalkmaya niyetleri yok. Ayrıca, bizim yerlerimiz karşılıklı 67-70 nolu berth’ler ( ranza ) olması gerekirken, burada farklı yerlerdeler. Adamların biletlerini istiyor ve bakıyorum, üzerlerinde bizim numaralarımız yazılı, demek ki; yerlerimiz işgal edilmemiş. Bir grup gençte de sorun var. “ merak etmeyin, kondüktör gelince düzeltir “ diyorlar. Bir ara, bir genç biletleri istiyor ve üzerlerindeki pin numaralarını yazarak SMS gönderiyor, cep telefonu ile. Az sonra da; vagon yerleşim şeması ve bizim yerlerimizi gösteren mesaj geliyor. Yeni yerlerimiz 75-78 nolu berthler.Üstelik boşlar ve bizi bekliyorlar. Rahatlıyorum. Zira, 16 saate yakın sürecek, 850 kilometrelik bir yolculuğun ayakta sürdürülmesi mümkün değil. En üstteki karşılıklı ranzalarımıza tırmanıyor, çantalarımızın arasına yerleşiyoruz eşimle. Az önce yaşadığımız gerginlik, yerlerimize uzanınca, etraftaki keşmekeşle birlikte dayanılır hatta mizahi bir ruh haline dönüşüyor. Hampi- Panjim ( Goa ) otobüsündeki tehlikeli gece yolculuğundan sonra, trenin, ray tıkırtılarını dinleyerek huzurla yolculuk yapacağız. En üst ranzaları, daha önceki deneyimlerime dayanarak özellikle seçmiştim. Buralar, gelen geçenin rahatsız etmeyeceği kadar yüksek ve çantalar için daha emniyetli idi. Eşimle, karşılıklı gülüşerek, birbirimize el sallayıp, uyku moduna giriyoruz bile.

03.02.2009 ( ERNAKULAM )

Saat 06.00 hava aydınlanmak üzere, ranzalardan aşağı inerek, bana SMS ile yardımcı olan genç ve karısının yanına oturuyoruz. Trissur’a akrabalarına gidiyorlarmış, Goa’da Ponda kentinde doktormuş. 07.35’de Pattambi’ye geliyoruz, vagon kapısından tren yolu kıyısındaki evleri, insanları seyrediyorum. Budist, Müslüman ve Hristiyanlar iç içe yaşıyorlar, ama Hristiyanlar çoğunlukta gördüğüm kadarıyla. Saat 11.00’de hedefimiz olan Ernakulam Junction istasyonuna giriyoruz. Kuzey Hindistan’dan tamamen farklı iklim ve kültüre sahip olan Kerala eyaletindeyiz artık. Hindistan bitmez gezgin için. Öyle inanıyorum ki; Kerala gezimiz de; diğer eyaletler gibi, dopdolu hem de adrenalin dolu geçecek.


Kaldığım oteller;


Panjim Hotel Republica Jose Falco Rd. 500 Rs.


Anjuna Mary’s Holidays Home Otobüs durağı yanı 550 Rs.


Madgaon Saaj Hotel Luis Miranda Rd. 700 Rs.

Meraklısı için notlar;


(1) İdli; Pirinç unundan yapılan jöle kıvamında tuzlu yiyecek


(2, 4, 5) Kokonat, mango, papaya Güney yarımkürede yetişen tropikal meyveler


(3) Çapati; Tam kepekli un ve sudan yapılan hamurun yağsız tavada kızartılması ile yapılır.


(6) Lassi; Katı kıvamlı, şekerli veya meyve parçaları içeren ayran.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..