Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Aralık '20

 
Kategori
Eğitim
 

Hocanın Vurduğu Yerde Ne Biter

Memleketimden İnsan Manzaraları: 300

 

HOCANIN VURDUĞU YERDE NE BİTER?

 

                Doğru sanılarak, ağızlara sakız olmuş öyle yanlış sözlerimiz var ki…

                Sözgelişi, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz!”

                Tanrı aşkına, şu sözün savunulacak bir yanı var mı?

                Böyle diye diye, ne hale geldiğimiz ortada işte!

                Bu sözü, “Devlet malı deniz değil ama yiyenler domuz oğlu domuz!” diye değiştirsek, daha doğru olmaz mı?

                Bir başka yanlış ve çirkin söz de, “Meyvenin kötüsü erik, insanın kötüsü Yörük.”

                Keşke, Yörük dediğimiz konargöçerlerimizin çeyreği kadar dürüst ve alın teriyle kazanıp yiyen yiğit insanlar olabilsek.

                Bilim insanları, özellikle kuru eriğin vitamin ve besleyici değerinin tüm meyvelerden çok çok üstün olduğunu söylüyorlar; yanılıyorlar mı dersiniz?

                Aslında Osmanlı Beyliği’ni kuranlar da Yörük’tü. Öz be öz Türk yani… Beyliğin ve halkının dili de Türkçe idi. Öz Türkçe idi elbette.

                Saray hayatına alışan yöneticiler, sürekli yabancı hanımlarla evlenince, her geçen yıl uzaklaşırlar özlerinden. Dilleri bile Türkçe olmaktan çıkıp Osmanlıca oldu. Arapça, Farsça okuyup yazmayı, Türk halkının anlamadığı Osmanlıca ile konuşmayı aydın olmak, bilgili olmak sandılar .

                Osmanlıca’yı asla benimsemeyip anadili Türkçe ile konuşup yazan halkımızı, “kaba, bilgisiz” diye aşağıladıkları gibi, “Türk ne bilir bayramı; lak lak içer ayranı” diyecek kadar da kabalaşırlar.           Böyle bir ortam içinde bu anlayışla yetişen Mustafa Kemal’in, 1927’de çok ağdalı bir Osmanlıca ile söylediği “Nutuk”tan, çok değil birkaç yıl sonra “Dil Devrimi” yapabilmesi her şeyden önce gerçekten büyük bir özveridir.

                Doğruymuş gibi gevelenip duran bir başka söz de şu:

                Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir;

                Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.

                Nush, nasihat yani öğüt demektir. Buna göre, “Önce öğüt vereceksin. Aklı başına gelmezse azarlayacaksın. Yine de akıllanmazsa, döveceksin.” diyor şair.

                Sözgelişi işçiler, 2350 TL asgari ücrete az mı diyorlar. Önce:

                “Bak kardeşim, bu para az değildir. Böyle bir işi arayıp bulamayanlar da var. Şükredin, şükredin halinize” diye öğüt vereceksiniz.

                Baktınız ki, anlamıyorlar mı? Orda burda homurdanmaya mı başladılar?  İşte o zaman:

                 “Aklınızı başınıza toplayın. Orda burda homurdanıp durarak aptallık etmeyin. Böyle yapmaya devam ederseniz,  iş sözleşmenizi iptal ederiz. İşsiz kalırsınız, aç kalırsınız. Pişman olursunuz ama geri dönüş yok.” Diye paylayıp gözdağı vererek korkutmayı deneyeceksiniz.

                Yine de uslanmayıp işi yavaşlatmaya, grev yapmaya; sokaklarda caddelerde yürümeye kalkarlarsa, tazyikli su ile bir güzel ıslatacak, gözlerine biber gazı sıkacak, sonra da coplatacaksın. İşte ancak o zaman aklı başına gelir bu işçilerin!

                Koskoca Ziya Paşa’mız, laf olsun diye söylememiş ya bu beyti! Yalnızca işçiler için değil canım! Sözgelişi aile reisi olan erkek de eşine ve çocuklarına aynı yöntemi uygulamalı!

                Zaten uyguluyoruz. Tokat, yumruk kâr etmezse bıçak, tabanca ve tüfek kullanarak Ziya Paşa’mızın emrini yerine getiriyoruz.

                Yalnızca işyeri ve ailede değil okulda, askerde, çarşıda, pazarda da geçerli bu kural.

                “Ankara eski vali yardımcısı” yazar Ertuğrul Taylan, birkaç ay önce yayınlanan Kuyubaşı adlı eserinde bir arkadaşının anılarını öykü tadında anlatır.

                Yatılı bir okuldadır; roman kahramanı Fuat Çınar. Kulak verelim bakalım:

                “Lisede, eşya dolaplarının bir kısmı, yan bloktaki laboratuvar koridorunun bir kenarında sıralanmıştı. Bir arkadaşımla birlikte kullandığımız dolap da oradaydı. Ortaokuldayken, bir teneffüste, dolaptan bir şey alıyordum. O sırada, koridordan geçen müdür, dolabın önünde durdu. Eşyaların düzensiz bir şekilde konulduğunu söyleyerek yüzüme bir tokat aşk etti. Afallamıştım. Kızmıştım da…”

                Ne kızıyorsun kardeşim? Karşınızdaki bir müdür. Tokat atmasaydı, belki de hiç korkmayacaktın ondan. Gerçi kurala uymamış, önce öğüt verecek, sonra azarlayıp paylayacak, dediği gibi yapmamakta ısrar edersen şamar atacaktı.

                Doğru düşünürsün de, karşındaki koskoca bir lise müdürü! Olacak o kadar…

                Lise böyle de karakol nasıl acaba?

                Köyün İhtiyar heyeti üyesi Hüseyin, 50 yaşlarında zayıf yapılı, sakin biridir. On beş yıl kadar önce, jandarma karakolunda, hiç yoktan bir tokat yer.

                Yine ihtiyar kurulu üyesiyken, bir iş için karakola gider. Çıkarken bir jandarma eri, yüzüne bir tokat aşk eder. Köye bir gelişinde o jandarma erine gereken ilgiyi göstermemiş midir, nedir? Sol yüzünde, bir sıyrık belirir. Tokat atanın parmağındaki yüzüğün izi…  Davacı olmak ister. Ama köyün ağası: “Vazgeç. Hükûmet kapısı. Bir tokadın lafı mı olur? Babamı bile dövmüşlerdi…” deyince, şikâyetten vazgeçer.

                Yine bu yurttaşımızın evli, askerliğini de yapmış bir yeğeni, hırsızlık şüphesiyle aranmaktadır. Karakoldan çağırırlar Hüseyin’i.  Gecikmeden gider. Akşama doğru: “Git, çarşıdan bir kefil bul. Gece serbest kalırsın.” derler. Ama uzaklaşmadan geri çağrılır.  Dönünce, bir asker dört tokat atar yüzüne. Sol yüzü kızıl bir renk alır. Birkaç gün geçmez. Tanık olmadığı gibi, uğraşacak gücü de yoktur.

                Derken yeğeni yakalanır. Sanık, iki ay kadar kaldığı hapishaneden kaçar bir gün. Bu kez yakınlarına başlar eziyet. Hüseyin’i oğluyla birlikte tekme tokat döverler karakolda. Dizleri arasına taş koyup vücutlarını geriye doğru iterek dizlerini çiğnerler. Yani bir çeşit engizisyon işkencesi… Yeğen o gün bugün yakalanmamıştır.

                Bu kişinin karşısında kimse karakoldan, jandarmadan söz etmesin sakın!

                Yasalarımızda, “Kimseye eziyet ve işkence yapılamaz.” diye yazıyormuş. Yazsın tabii. Ele güne karşı bir “hukuk devleti” olduğumuz nerden belli olacak?

                Kuyubaşı’nın kahramanlarından Songül ne anlatıyor; bir de O’na bakalım:

                “Öğretmen o yaz gelmişti. Okulun ilk günlerinde derslerdeki başarımla kendimi göstermiştim. Ama gözdeliğim çok sürmedi. Aralık’ta bir gün, gürültü etmekten sınıfça sıra dayağına çekildik. İri yarı olan öğretmen, cetvelle elime iki kere vurdu. Çok acımıştı. Ama sus pus oturduk. Öğleyin evde anlatırken ağladım.”

                Öğretmeninden dayak yiyen Songül, babasından da yemiş midir acaba? Dinleyelim:

                “Babam bizi bir kere dövmüştü. Yaz sonlarıydı. Yeni evimizin ahırına, hayvan tablası yapıyordu. Anam da yardım ediyordu. Ağam ile ben taş maş getirip götürüyorduk. Sonra köy içine indik. Babam bir ara çekici parmağına vurmuş. Kızmış. Bizi göremeyince öfkesi kabarmış. Bizi köy içinden getirdi. Belinden palaskasını çıkararak dövdü. Ağlaşıyorduk.” (*)

                Kızmayın bu babaya sakın. Askerde yediği onca dayağın acısını kimden çıkaracaktı?

                Kendi çocukları dururken, komşunun çocuklarını dövecek değildi ya!

                Anne baba ile öğretmenin vurduğu yerde gül biter, gül!..

                                                                                                                                            

                                                                                                                             Hüseyin Erkan

                                                                                                              huseyinerkan.antalya@gmail.com

-----------------------------------------------------------------------------------

(*) Kuyubaşı, Ertuğrul Taylan, Dorlion Yayınları, Ankara 2020; Tel. 530 307 10 93 depo@insancilsahaf.com; Yazar: ertugrultaylan@gmail.com; Tel. 0535 526 09 95

 
Toplam blog
: 100
: 88
Kayıt tarihi
: 19.02.20
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..