Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ağustos '10

 
Kategori
Kültürler
 

Hola melekê tavus, hola! (2)

Hola melekê tavus, hola! (2)
 

Ne kadar öyle kaldığımı bilmiyorum. Mir'in şefkat dolu sesiyle kendime geliyorum, ''Kej Xan, hızlı hareket etmezsek, ateşe yetişemeyeceğiz!” Ateş mi? Ateş! Kutsal Ateş! Ar! Agir! Har! Yaşamın ve aşkın kaynağı... Tek bir adım atacağım! O adımın, her zamanki gibi, geri kalan tüm serüveni bana hediye edeceğini bilerek. Titreyen dizlerime inat o ilk adımı atıyorum. Çıplak ayağımın altında bereketi, hayatı, aşkı, ihaneti, ateşi, katliamı, ölümü, sevgiyi, çocuğu, sevgiliyi, ayrılığı, yoksulluğu, çaresizliği, yalnızlığı, itilmişliği ve daha binlerce duyguyu hissederek... Etrafıma bakıyorum. Tanrım! Burası insanlık tarihi kadar eski olmalı. Toprağın, dağların, kayaların, duvarların, çiçeklerin, ağaçların, yaprakların rengi, kokusu, görünüşü ne kadar da her yerden farklı! Bu yüzden mi Laleş'ê Nuranî acaba? (1)

Önce dışarıdaki dikdörtgen şeklindeki küçük havuzun içine dolan Kaniya Spi'ye gidiyoruz. (2) Önünde üstü demir parmaklıkla kapatılmış bir yükselti var. Büyükçe bir hamurun, lök diye atılmış ve taşa dönüşmüş haline benziyor... Xeri, yükseltiyi göstererek: ''Bu, Adem yaratıldıktan sonra arta kalan çamur.'' diyor. Hiç kuşkum yok, burası zaten Adem’den önce varmış gibi. Kaniya Spi’de elimizi yüzümüzü yıkayıp kutsandıktan sonra, binlerce yıl uzaktan gelmiş gibi duran tahta bir kapıyı iterek, taş bir tünele giriyoruz... Tam o anda yeşil şalvarlı, beyaz gömlekli, yeşil ceketli, beyaz sarığına bir demet kırmızı gelincik takmış, siyah saçlı, sakallı bir adamla karşılaşıyoruz. “Bu da ne böyle?” diyorum kendi kendime. Ne tuhaf görünüyor, o uzun saç ve sakallı haliyle. Ya, o başına taktığı gelincikler de neyin nesi öyle? Uzanıp Mir'in elini öpüyor! Kürtçe konuşuyor. Başına çiçek takmış bir Kürt erkeğini ilk defa görüyorum! Laf aramızda, yakışmış da! Çiçeklere bakıp, ''Bunlar ne güzel çiçekler!'' diyorum. Fotoğrafını çekeyim mi? Hiç İtiraz etmeden, dünya kurulduğundan beri oradaymış izlenimini veren bir kapının önünde poz veriyor objektifime. Yanımızdan uzaklaşırken Xerî'ye çiçekleri soruyorum. ''Gûla Nisan'e'' diyor. ''Çarşema Sor ya!’’ (3) A tabii, tamamen unutmuşum! Deli Kejê, bayram tabii... Sen bunun için buradasın. Çarşema Sor, Ezidiler'in en büyük bayramı. Nisan ayının ilk çarşambasına denk geliyor. Ezidi takvimine göre yılbaşı. Ezidiler salı gecesi Laleş'te toplanıp ateş yakıyorlar. Türbeleri ziyaret edip, güneş battığında getirilen kutsal ateşten, kendilerine dağıtılan ince fitilleri tutuşturarak zılgıtlar eşliğinde, dua edip, kasideler söyleyip, halaylar çekerek Melekê Tavus'u çağırıyorlar. İnançlarına göre Melekê Tavus bu gece Laleş vadisine iniyor, yeryüzüne bereket ve barış dağıtıyor.

İlerliyoruz… Sırlar Mekânı’na doğru gidiyoruz. Labirentler gibi iç içe geçmiş birçok tünelden geçtikten sonra, taştan bir merdivene tırmanıyoruz. Seslerden anlıyorum ki, kalabalık bir alana çıkacağız. Merdivenin başına gelmeye bir kaç basamak kala aşağıdaki avluyu görüyorum, oldukça geniş bir avlu, sağa sola koşuşturan çıplak ayaklı, telaşlı insanlar görünüyor. Hangi birine bakacağımın şaşkınlığını yaşarken Mir Temir'in sesiyle arkama dönüyor, dönmemle de şok olmam bir oluyor. Derwêş! Yıllardır aradığım Derwêşlerden biri, olanca heybeti ve aksakalıyla karşımda duruyor! Şaşkınlıkla, ''Aaa, Derwêş!'' diye bağırıyorum. Mir gülümsüyor, ''Yok Kej Xan, Derweş değil, Faqî” diyor. “O ne demek?” diyorum... Xerî'ye dönüp, anlat diyor. “Bizim inancımızda kast sistemi var Kejê.” diyor Xerî. ‘’ <ı>İlk sırada Müritler gelir, toplumumuzun en büyük kastını oluşturur. Her Ezidi bir şeyhin yada pirin mürididir. İkinci sırada Ruhaniler vardır; Bunlara olağanüstü saygı gösterilir. Bazı hallerde ruhanilik kadınlara da geçebilmektedir. Altı sınıfa ayrılırlar; <ı>1)Şeyhler; Şeyh Adi'nin müritleri veya kardeşlerinin soyundandır. Evleri Ezidi toplumu için mabettir. Okuma-yazma, cenaze ve sünnet törenleri, oruç, bayram merasiminde görev yaparlar. <ı>2) Pirler; Şeyhlerden sonra Ezidilere yol gösterenlerdir. Hacca gidenlerin yiyecek, içecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılar, dini törenlerde şeyhlere yardım ederler. Şeyhler ve Pirler dokunulmazlık hakkına sahip ruhani reislerdir. <ı>3) Kawallar; Bunlar Şeyh Adi bin Müsafir'in türbesi civarında oturan dini görevlilerdir. Dini bayram ve ritüellerde ilahiler söyleyip, tef çalarlar. Ellerine Melekê Tavusun heykelini alıp yılda bir kez Ezidi köylerini dolaşarak zekât toplarlar. <ı>4) Faqiler; Zamanlarının çoğunu tefekküre dalarak ve dualar okuyarak geçirirler. Faqilik babadan oğula geçer. Dünyevi zevklerden kaçınırlar. Aileler arası arabulucu ve barış sağlayıcı olarak hizmet verirler. <ı>5) Qöcekler; Laleş’ê gelip yerleşmiş hacılardır. Aralarında bazıları Melekê Tavus’la iletişime geçecek kadar telepatik yeteneğe sahiptir. Gördükleri her rüyaya itibar edilir. Sayıları fazla değildir. Şeyh Adi'nin türbesine hizmet ederler. <ı>6) Çömezler; Ruhanilerin en alt tabakasıdır. Türbenin bakım ve temizliğinden sorumludurlar. <ı>Hiyerarşik yapının zirvesinde Şeyh Nasır denilen dini, Mirza Bey denilen dünyevi işlere bakan iki reis bulunur. Şeyh Nasır en üstün (Mir-i Şeyhan ) olup en yüksek manevi makamı temsil eder. Ezidilere, Ezidilikten çıkarılma cezasını yalnızca o verir. Mirza Bey Ezidilerin emiri olup en yüksek siyasi makamı temsil eder. Ezidlikte emirlik babadan oğula geçer.Anlamadığın bir yer var mı Kej Xan?” diyor Xeri. Ben; gözlerimi çağlar öncesinden fırlamış gibi duran benim Derwêş’imden ayırmadan, ‘’Anladım.’’ diyorum. Sürekli Derweş’e bakıyorum. Yüzüne! Ama yüzünün her çizgisine... İlk dikkatimi çeken şeye gerçekten emin olmak istiyorum. Uzun, uzun inceledikten sonra karar veriyorum. Evet, eminim, hiç mimiği yok! Yüzünü seyrederken fark ediyorsunuz, bu dünyada olmadığını! Ruhu ve benliği bizden çok uzakta, çok ötede bambaşka bir yere dönük. Gözleri bu âleme bakmıyor. Sanki öte âlemlerden gelmiş iki intihar çiçeği... Yokluk ve Hiçlik! Ama aynı zamanda hiçliğin zenginliği, yokluğun telaşsızlığı öylece o mimiksiz yüzde ve o vakur bedende duruyor. Alıp götürüyor sizi, asla size ait olamayacak bir dinginliğe... sadece onun yüzünü seyrederken hissedeceğiniz bir huzura... Derweş’lerim! Benim güzel Derweş’lerim!

Bakıyorum uzun uzun; yeşil şalvar, beyaz gömlek, yeşil yelek, siyah sarık ve nihayet kendisini olduğundan bin kat daha heybetli gösteren o simsiyah, etekleri kırmızı şeritli cübbesiyle çıplak ayakları ve bembeyaz sakalına.... ''Bu nedir, Tanrım?'' diyorum kendi kendime. Sanki biri beni sırtımdan itti ve zaman tünelinin içinden geçip binlerce yıl öteye düştüm! Artık hiç bir şeye hayret etmiyorum. Evet, anladım artık, Laleş'in kapısının çook eskilere giden bir zaman tüneli olduğunu. Zaman tünelini buldun Kejê!” Mir ve Xerî'nin telaşlı sesleriyle kendime geliyorum. ''Kejê, n’oldu sana, bizi duyuyor musun?’’

Şaşkınlıklar içinde kendime geliyorum, “Ee, evet'' diyorum. “E, hadi o zaman!” diyorlar. İlerliyoruz avludan, bir kapıdan geçiyoruz, taş bir tünelde ilerleyip yeniden bir merdivene çıkıyoruz. Yine bir avlu. Ve yine telaşlı çıplak ayaklı insanlar... Ben ha bire bir şeyler soruyorum, Mir ve Xerî durmadan anlatıyor Açıkçası aklım fikrim aşağıdaki avluda olduğundan Mir'i dinliyor gibi yaparak kaçamak bakışlarımı avluda gezdiriyorum. Birden avluda başka birini fark ediyorum. Üzerinde boydan bembeyaz bir elbise var, bembeyaz bir sarık takmış, o hınca hınç kalabalığın içinde bile, bir anda tüm dikkatleri üzerinde topluyor. Uzun boylu... Simsiyah sakalları var. Gözlerimi ondan alamıyorum. Kalbim fena çarpıyor yine. Xerî'ye eğilip heyecanla, ''Kim bu?'' diye soruyorum onu göstererek. “ O mu?” diyor Xerî, birden yüzü değişiyor, sesi titriyor sanki, ''Kej Xan, o Bavê Çaweş’tir!’’ ”Yanına gideceğim.” diyorum onun bulunduğu yöne doğru hızla atılarak, ‘’Konuşmam lazım!’’ Mir tam o anda kolumdan yakalıyor. Kolumu sıkıca kavrayarak mavi gözlerini kararlı bir şekilde üzerime dikip, ''Şimdi olmaz Kejê!'' diyor. ''Hayır, şimdi!'' diye bastırıyorum çocuk inadım ve yüzüme takındığım en masum halimle... Mir yumuşuyor, ''Yarın.'' diyor. ‘’Söz mü?’’ diyorum. Söz diyor, derin bir nefes alarak. Tekrar ona doğru bakıyorum. Hâlâ orda. Kalabalık küme küme etrafını sarıp elini öpüyor. Bu adam, bu kadar saygı göstermek için henüz çok genç değil mi, diye düşünüyorum kendi kendime. Az sonra Mir’le Xerî'yi atlatıp merdivenlerden koşar adım avluya inerek hızla ona doğru ilerliyorum. Aman Tanrım, ne kadar da yakışıklı görünüyor! Bir anda bir hareketlilik oluyor, kalabalık beni sağ tarafa doğru itiyor, aralarından sıyrılıp daha sakin olan sol tarafa geçtiğimde gözlerime inanamıyorum!

Gerçek dünyada asla var olmayacak kadar masal kahramanına benzeyen bir sürü adam yan yana dizilip yerde kilimlerin üzerinde L şeklinde oturmuşlar. Hemen fotoğraf makinemin deklanşörüne basmaya başlıyorum... Biraz daha yaklaşmam lazım. Nasıl olsa oturdukları yerin ortası boş alan. Hiç insan yok. İlerliyorum... Şaşırmış görünüyorlar. Hiç biri itiraz etmiyor ama fotoğraflarını çekmeme. Gittikçe yaklaşıyorum onlara. Hepsi acayip ruhani ve munis görünüyor. Bu ruhaniler, her dinde niye böyle munis ve nur yüzlüdür Allah aşkına? O sırada ileride bir hareketlilik oluyor... Bakışlarımı herkes gibi o yöne çeviriyorum. Bembeyaz entarisiyle, bembeyaz sarıklı, upuzun bembeyaz sakalı ile çok tonton ve sevimli bir dede geliyor. İlerliyorum, ona doğru ilerleyen insan selinden sıyrılıp fotoğrafını çekmeye çalışırken, sert bir el koluma yapışıyor. İrkiliyorum! Kolun sahibine baktığımda telaşlı, öfkeli ve kızarmış yüzüyle Mir'i görüyorum. İlk defa fena halde gergin görünüyor. Beni kenara çekiyor, Xerî biraz mahcup, biraz üzgün yere bakarken Mir, ''Keje! Biraz uslu durman gerekiyor, gelen kişi Baba Şeyh'ti. Fotoğraflarını çektiğin adamlar da kast sisteminin ileri gelenleri... Onların oturduğu yere yaklaşmaman, hele Baba Şeyh'e hiç yaklaşmaman gerekiyor! Eğer dediklerimi yapmazsan, bu hikâye burada biter!'' diye bir güzel azarlıyor beni.

Nihayet Mir'i de patlatmayı başardım. Biraz uslu durmam lazım. ''Tamam, kızma Mir. Özür dilerim, bir daha yapmayacağım.” diyorum en çocuk sesimle... Xerî de benim adıma, sanki haltı karıştıran kendisiymiş gibi yalvaran gözlerle Mir'e bakıyor... Mir, biraz daha yumuşuyor. ‘’Gel sana Sırlar Mekânı’nı gezdireyim.’’ Aklıma milyonlarca gizemli görüntü geliyor! Alice harikalar diyarında! ”Hadi gidelim!” diyorum Mir'i sürükleyerek. ''Ama söz verdin, uslu duracaksın. Yavaş Kej Xan yavaş, çekme beni!'' Mir avludaki kapıya doğru ilerliyor. Kapının sağ tarafındaki eşiğe yaşlı bir adam oturmuş, önünde iki tane tas var, tasların birinde paralar var, birinde de çamur. Adamın arkasındaki duvarda boydan boya bir karayılan tasviri... Ne kadar da gerçeğe benziyor? Duruyorum, ''Bu ne?''diyorum Mir'e. “Kejê, Nuh'un gemisi tufan koptuğunda bu topraklardan, yarın sana göstereceğim yerden hareket etti… Yolculuğun sonuna doğru gemi delinip su almaya başladı. Hayvanlar arasında o deliği kapatmak için kendini feda edecek birini istedi Hz. Nuh. Hiç bir hayvan kabul etmedi. Kara yılan öne doğru çıkıp ''Ben kendimi feda ederim.'' dedi. Gidip su alan deliğe kendini siper etti. İşte bu yüzden Ademoğlu ve bilcümle canlılar varlıklarını kara yılana borçludur. Ve biz onu kutsar ve asla öldürmeyiz.” Mir kapının sağını ve solunu öptükten sonra, eğilip eşiği öpüyor ve eşiğe basmadan atlayarak içeri giriyor... Xerî ve ben de peşinden... Karanlık bir mekâna giriyoruz. Hemen kapının solunda yanan bir ateş dikkatimi çekiyor... Ateşin başında, kahverengi şalvarlı ve uzun kollu gömlekli, kırmızı beyaz çefiyesiyle siyah sakallı bir adam var. (4) Her dakika başı masal tiplerini görmeyi kanıksadığımdan şaşırmıyorum artık. Elinden bir fitil alıp, dileğimi dileyip yakıyorum. Gözüm karanlığa alışınca koridoru ve sağındaki renkli örtüler örtülmüş sandukaları fark ediyorum... Mir sola doğru ilerleyip ilk sandukaya öperek üzerindeki örtülerden birine düğüm atıyor. Ne yaparsa onu taklit ettiğim için bende aynısını yapıyorum... Çıraların aydınlattığı serin ve loş koridorda bir kaç metre ilerideki küçük kapıya ilerlerken Mir beni çağırıyor. Eski, maşrapa benzeri bir şeyi gösterip, ''Bu ne biliyor musun, Kej Xan?” Anlam veremeden tasa bakıyorum. Arkasındaki duvarda rengârenk tavus kuşundan bir örtü var, tavus kuşunun gagası tasa doğru eğilmiş... ''Bu, Şêx Adi'nin su içtiği tas.'' diyor Mir. Sonra küçük bir kapıya yöneliyoruz. Eşikten atlayıp, iki basamak inip, sol tarafa dört basamak çıkıyoruz. Bir kapının önünde duruyoruz, Mir kapının iki yanını büyük bir saygıyla öpüyor ve içeri giriyoruz. İçeride kocaman bir sanduka ve üzerinde tonlarca renkli bez var... Mir'in varlığımı unutmasından, önemli bir yerde olduğumuzu fark ediyorum. Mir sandukanın başında üç tur atıyor. Her turda sandukayı öpüp, dua ederek üzerindeki renkli bezlere bir düğüm atıyor. Sonra yanıma gelip; ''Kej Xan, Şex Adi'nin yanındayız.'' diyor. Tahmin etmeliydim... Mir'in yaptıklarının aynısını yapıp odadan çıkıyoruz. Basamaklardan inip, bu sefer sol taraftaki basamaklardan aşağı iniyoruz. Tanrım, her taraf labirent gibi. Mir beni burada bırakıp gitse, geri dönmek için yolumu bulamayacağıma eminim. Birden ürperiyorum. Çok serin burası. Keskin bir koku var. Karanlıkta sağlı sollu yanan çıraların ışığında dar bir koridorda ilerliyoruz. Yine bir kapıdan geçiyoruz. ”O da nesi?” Sağ tarafta, kocaman eski ve tarihi olduğu her halinden belli olan toprak küpler sıralanmış... Boynu bükük, binlerce yılın sırlarına vakıf olmanın yorgunluğu ve suskunluğuyla birbirlerine sarılır gibi öylece yatıyorlar. ''Burası neresi?'' diyorum Mir'e... Gülümseyerek ''Yağ odasındayız, bu küpler Laleş var olduğu günden beri burada, içlerindeki el yapımı hakiki zeytinyağıdır. Bununla çıraları yakarız. ‘’

Küplere bakıyorum, sırlarını vermeye hiç niyetleri yok. Her hallerinden belli... Daha uzunca yıllar koyun koyuna ve suskun yatmalarını dilemekten başka çare olmadığı için “Bari fotoğraflarını çekeyim” diyorum. O sırada içeriye bir kadın ve genç bir kız giriyor. Genç kız, o ana kadar fark edemediğim ve sanki duvarın içinden fırlamış gibi duran, sütunumsu bir çıkıntıya doğru ilerliyor.Çıkıntının tepesinde yeşil saten bir örtü duruyor. Genç kız çıkıntının yanındaki yükseltiye çıkıp, örtüyü kadına atıyor ve bulunduğu yerde ayakta bekliyor. Kadın yaklaşık üç metre geri çekilip gözlerini kapatarak örtüyü sütuna doğru fırlatıyor. Örtü kayarak yere düşüyor. Kadın üzgün görünüyor. Bir daha atıyor… Yine kayarak düşüyor örtü. Kadın şimdi daha da üzgün. Tekrar alıyor örtüyü, yine gözlerini kapatarak fırlatıyor. Saten örtü, taşın üstünde kalıyor. Genç kız el çırpıyor. Kadın mutlu mutlu gülümsüyor. Sorgulayan bakışlarımı Mire çeviriyorum. “Dilek tutuyorlar Kej Xan! Üç hakkı var dilek sahibinin. Eğer örtü sütunun üstünde kalırsa dilekleri olacak demektir.” Durur muyum? Koşarak örtüyü alıyorum. Mir yükseltiye çıkıyor. Dileğimi tutuyorum, gözlerimi kapatıp, ''Ya Şeyh Adi!'' diye bağırarak örtüyü fırlatıyorum! Tam isabet! Çığlık atıp Mir'in boynuna sarılıyorum. Mir gülerek ''Hile yaptın ama!'' diyor. “Nedenmiş?” diyorum? “Şeyh Adi'yi çağırdın.” diyor. “Eee?” diyorum. “E, onu çağırırsan tabii ki gelip örtüyü oraya bırakacak.” diyor. Kahkahalarla gülüyorum. ‘’Madem öyle, ben de bundan sonra bütün zor işlerde onu çağırayım, benim yerime hallediversin.” Gülüşürken içeriye yine masal tiplerinden biri geliyor. Hani şu bildiğiniz, bize yıllarca anlatılan, rüyada gelip üç dilek dilememizi isteyen ak sakallı dede! Sizler boşu boşuna rüyada bekliyorsunuz onu! Laleş’e gidin, her köşe başından çıkıyorlar. Mir dedenin, dede Mir'in ellerini çapraz bir şekilde öperken sevgiyle izliyorum onları. Eşikten atlayarak odadan çıkıyoruz. Dönüp son bir defa sırlı küplere bakıyorum. Sırlar, bir küpe bu kadar mı yakışırmış?

Merdivenleri inip yeniden sola doğru dönüyoruz. İniş merdivenlerine doğru yöneldiğimde Mir kolumdan tutuyor. Yüzüne bakıyorum anlam veremeden; ''Dur Kej Xan, oraya giremezsin. Bundan sonrası sana yasak!” Yüzüne bakıyorum. Mavi gözleri bayağı kararlı görünüyor. ''Nedenmiş?'' diyorum. Aynı kararlı yüz ifadesiyle, ''Aşağıda Zemzem Suyu var, Laleş vadisinde bir kayadan çıkan bu su, Şeyh Adi'nin türbesinin altından geçip, kutsallaşır. Biz Ezidiler, bu suyla vaftiz oluruz. Bu yüzden senin girmemen gerekiyor. Burada bekle, ben hemen geleceğim.” Mir'in gözlerine gözümü dikip ''Peki ben sana içeriyi tarif etsem, girmeme izin verecek misin?'' diyorum en ciddi yüz ifademle. Mir ''Nasıl yani?'' diyor. ''Bak Mir, gel seninle bir anlaşma yapalım, ben içeriyi sana tarif edeyim, eğer bilirsem gelirim, bilemezsem burada uslu uslu seni beklerim, söz!'' diyorum ve başlıyorum anlatmaya... Mir beni dinledikten sonra büyük bir şaşkınlıkla ''Nerden biliyorsun bunları?''diyor, gülümseyerek. ''Düşümde gördüm dedim ya, Mir!'' diyerek Mir'in önüne geçip mağrur bir prenses edasıyla ilerliyorum. Merdivenlerden inerken fazla kibirden olsa gerek, fark edemediğim giriş tavanına kafamı “küüüt” diye çarpıyorum. İlahi adalet! ”Ah!” diyorum can acısıyla kafamı tutarak Mir'e mahcup mahcup bakıp. ''Ee, ne yapayım ama girişi rüyamda görmemiştim.

1-Laleş'ê Nurani: Nurlu Laleş.

2-Kaniya Spy: Beyaz Çeşme, yakındaki beyaz taşlı bir pınardan çıkıyor. Ezidiler bu suyun içinde kutsanıyor. Aynı zamanda vaftiz suyu.

3- Gûla Nisan'e, Çarşema Sor: Nisan gülü ve Kırmızı Çarşamba.

4- Çefiye: Boyna ya da başa bağlanan siyah beyaz, ya da kırmızı beyaz renkli örtü.

(Sürecek)

 
Toplam blog
: 36
: 7030
Kayıt tarihi
: 12.12.07
 
 

Elazığ'ın, şimdiki adı Alacakaya olan, ama eskiden küçük bir madenci kasabasında; Güleman'da doğd..