Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '12

 
Kategori
Kitap
 

Hrant Dink biyografisine devam (2)

Şimdilerde sıklıkla duyduğumuz güçlenen Türkiye söylemi yavaştan bazı fantezilerin kurulmasına izin vermeye başladı. Çok sistematik çalışmadığım için kaynağı bulamayacağım; ama bazıları belki günün birinde Ermenistan ve Gürcistan’ın Türkiye ile birleşebileceğini söylüyor sanırım. Karşı tarafın ekonomik kalkınma için buna razı olabileceği üzerine kurulu bu önermeyi neden isteyebilir bazı Türkler? Henüz hâlâ azınlıkta olmakla beraber, bazı Türkler tehcir ve sonrasında yaşananlardan dolayı suçluluk duyuyor. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda bile 300 bin civarında olan Ermeni sayısının 60 binlere inmesi (sayfa 368) ve hızlı yurtdışına göçlerden geriye dönüşün çok az olmasının bununla ilgilisi olabilir. Çoğunluğu 15 milyonluk bir kente akmış 60 bin kişinin çoğalarak, tekrar canlı bir uygarlık kurup Türkiye çok kültürlü yapısına  bir katkı yapamayacağını tahmin ediyor olabilirler. Yıllar önce Kuzey ve Güney Amerika’ya; hattâ Lübnan’a ulaşmış Ermenilerin tekrar döneceği sanılmıyordur. Bu durumda fakir Ermenistan’dan gelenler olmazsa, ara sıra nükseden milliyetçi saldırganlıkla göçün devam edeceği ve Ermenilerin de Rumların sayısına düşeceği akıllara geliyordur.

 
Bu düşünceye sempati ile bakanlar 1915 öncesinde Tokat; veya Harput’taki Amerikan kolejlerini, tehcir sırasında evlerden çıkan piyanoları, Ermeniler gittikten sonra 30 yıl fotoğrafçısı bir daha olmayan kasabaları, gerileyen tarım ve hayvancılığı da düşünüyor. Ve bana kalırsa hem ilk paragraftaki fanteziyi akıllarından geçirmelerinin hem de 1915 öncesine nostalji duymalarının bir sakıncası yok (gerçekçi ve ahlaki midir tartışılır). Tabii bilmiyoruz 1915 öncesinde Doğu’daki her Ermeni Fransızca konuşabiliyor muydu; yoksa konuşabilenler kasabalardaki bazı ileri gelenler miydi, çoğunluk fakir köylü müydü? İster istemez, hepsinin Fransızca bilen ve piyano çalan elit insanlar olduğu kabulüyle –ya da genel olarak Türk ve Kürtlerden daha müreffeh bir toplum diyelim-- Hrant biyografisini okumaya başladığımda  Dink’in doğduğu zamanın Ermenilerine biraz acıyarak baktığımı fark ettim.
 
İlk yazımda da işaret etmiştim. Bu duygusallığı göstermeyen çok olacaktır. En tarafsızı, 1940’larda 50’lerde oralarda kim zengindi ki, kimin karnı doğru düzgün doyuyordu ki özellikle Ermenilere üzülelim diyecektir. Daha milliyetçi bakışı olanlar, zaten haksız yere Batılı güçlerin kanatları altında fakir Müslüman halkı sömürerek edindikleri zenginlikten oldular diye üzülemeyiz, diyebilir. Benim acımam, Dr. Jivago ailesinin malikanelerini Sovyet Devrim’inden sonra evsiz halkla paylaşmak zorunda kalmalarını gördüğümde duyduğum acıma gibi. Kapitalist bir anlayışla biçimlenmiş bakış açımı eleştirebilirsiniz; ama demek istediğim şu. Tehcirden dönenlerin çocuklarına baktığımız yıllarla başlıyor kitap. Aileler dağılmış, Osmanlı döneminde daha bir global olan dünya, Büyük Buhran ve sonrasında savaşla her ülkenin sınırları arkasına çekilmesine yol açmış, artık Doğu’da ne Amerikalı, Danimarkalı misyonerler ne gezgin Fransız İngilizler kalmış. Bazılarınca suçlu olan atalarının günahını hâlâ anlayamayacak durumda olan bu insanlar acılarını sessizce paylaşıyor, artık belki de kendilerini çok da vatanlarında hissetmeden toparlanmaya çalışıyorlar.
 
İşte Hrant Dink bunun güzel bir örneği. 1980’lerde Beyaz Adam adlı kitapevini kurup geliştirinceye kadar, yetimhane yılları, sonra saat satması, babam dediği Patrik için koşuşturması, kardeşleri ile idare ettiği fotoğrafçı dükkânından eski İstanbul resimleri basıp satmayı akıl etmesi, eğitiminde çektiği onca zorluğa karşın üniversiteden mezun olması, erken evlenip bir de çocuklarına, sonra Tuzla’daki yetimhaneye  bakmasının yaşattığı zorluklar, 12 Eylül’de hapse girdiğinde çok dikkâtli hareket ederek başına tesadüfen sarılan belâdan sıyrılması, askerliğini yapışı, toplumla ters düşmemek için Hrant’ı bırakıp Fırat adını alması ile ona sempati duymadan okunamaz bu bölümler. Ama öte yandan, birçok kişi ilginç değil bizim için bunları okumak derse de bir şey diyemem. Çünkü azınlık kültürlerine şu; veya bu şekilde bir sempati ve ilgisi gelişmemiş birisi için buralarda herhangi bir insanın yaşayabileceği zorluklar bir Ermeni yaşadığı için daha ilginç olmayabilir.
 
Dink kitapevini kurup biraz işleri rayına oturttuktan sonra gidiyor bir de Antalya’da mücevher satıcılığını deniyor. İngilizce tabiriyle Jack of all trades mi? Biyografide sürekli olarak çok kitap okurdu deniyor. Bunun işlevi, dünkü yazımda da belirttiğim gibi onun kanaat önderi nasıl olduğunu açıklamak sanırım. Dink’in sahiplendiği ve savunucusu olduğu düşünce 1915 olaylarına çok takılmadan, asıl Ermenistan’la ilişkilerin geliştirilmesi. Ben ve arkadaşlarım ölümünden önce onu biliyor muyduk bilmiyor muyduk diye tartışa duralım, onun 1996’da Siyaset Meydanı programında konuşmaya çıkmasıyla birlikte milliyetçi Türklerin dikkâtini çektiği; ama hem Trabzon hem Antalya’da kendisine hınçlı bir kalabalığı bile sonunda kendini alkışlatacak denli kazanabildiği anlatılıyor kitapta.
 
Şimdi aktaracağım, Agos dönemini konu edinen ikinci bölümün tezi, başka gazeteciler tarafından da söylenmişti.   Burada özetleyelim. 6 Şubat 2004’te Agos gazetesinde Dink, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olabileceğini, tehcirden sonra bir yetimhanede büyüdüğünü yazıyor. Hürriyet gazetesi ise 21 Şubat 2004’te haberi manşetten geçince bomba patlamış oluyor. Genel Kurmay sert bir açıklama yapıyor, derken haberin kaynağını göstermesi için Dink sıradışı bir şekilde Valiliğe çağrılıyor, burada ona iki MİT çalışanı tarafından, milliyetçi tepkilerden onu koruyamayacakları yönünde bir aba altından sopa gösteriliyor.  Ulusalcı gazete yazarlarının tepkileri, Atatürk’ün manevi kızı Ülkü’nün ‘Hayır, Gökçen Boşnak’tı!’ diye rol kapmasıyla pekişiyor. Burada benim de anlatacağım bir şey var. Tarihini çıkaramıyorum; ama 2004’ün 29 Ekim ya da 10 Kasım’ında olabilir, Ülkü Hanım Rutgers’daki bir anma toplantısına geldi. Ona bu iddialar hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, kitapta anlatılan şiddetli tepkisinden daha yumuşamış bir halde, benim bildiğim Boşnak’tı, dedi. Ermeni olsaydı bu bir şeyi değiştirir miydi diye sorulunca, tabii ki değiştirmezdi, diye yanıtladı en sonunda. Ama 2004 Şubat’ında bayağı bir ortalığı celâllendirdiği anlaşılıyor kitaptan.
 
Bu konu üstüne çok gitmeden başka bir yazısıyla Dink’in cezasının verilmesine karar veriliyor. Yine Sabiha Gökçen tartışmalarına rastlayan, 13 Şubat 2004’te çıkan bir yazısındaki (s. 576 ve 578) ünlü zehirli kan, temiz kan, asil damar ifadelerini içeren cümle savcılığı harekete geçiriyor. Yazıyı bütün halinde ilk okuduğumda, daha önceden o cümleyi gazetelerden okumuşluğum çok olmasına rağmen bayağı sert bulmuştum.  Bugün bakınca o kadar niye sinirlenilir ki dedim. Kitaptan öğreniyoruz ki, yazıyı baskıya gönderdikten sonra okuduğu Mahcupyan gibi arkadaşları da başına iş alabileceğini söylemişler. Gerçekten de cümleyi; veya daha genelinde yazıyı okuyup sert bulacaklar çoğunlukta olabilir.
 
Bunu yazmasaydı, 301 süreci başlamaz ve Dink bugün hayatta olabilir miydi? Maalesef, sanmıyoruz. Muhakkak bir şeyler bulunurdu ve dava açılırdı, birilerinin eline o silah yine verilirdi herhalde. Kaldı ki  hoşumuza gitmeyen bir yazıya uygarca tepki verme yollarını öğrenememiş olunması, yazının hedef kitlesi olmayan çoğunluğun düşünmesi gereken şeydi.  Yani mağdura hatayı yüklemek doğru değil.
 
Bundan sonraki hukuk sürecini okumak insanı çok yoruyor. Artık hayatından şüphe eden ve bir yandan da yurtdışına çıkma olasılıklarını değerlendiren bir Dink var. Ama bu süreçte Dink Reuters ajansına (s. 605) 1915’in bir soykırım olduğunu söylüyor. 11 Temmuz 2006’da zehirli kan ifadesinden dolayı 301’den aldığı ceza Yargıtay tarafından onaylanmışken, bir de şimdi bu açıklamasından dolayı 14 Temmuz 2006’da ikinci bir 301 davası açılıyor. Bu dava ölümünden sonra onun ve de oğlunun aleyhine sonuçlanacak. Benim de aklımı karıştıracak. Fransa’da çıkması muhtemel yasaya ifade özgürlüğü kapsamında karşı çıkanların çoğunlukta olduğu bu diyarda, birisi çıkıp olan soykırımdı derse başına iş alıyor mu almıyor mu? Bazı gazete köşelerinde öyle diyenler var ve bir şey olmuyor. Ama Dink ve sonrasında Taner Akçam için 2007’de dava açılmış. Yine öğreniyorum ki, bu konu hakkında Türkiye’de ilk yayımlanan kitap olduğunu (1993) ve bir ara toplatıldığını bilmeden Ermeni Tabusu adlı kitabı o yıllarda almış okumuşum; ama sonra bu konuyu incelemeye devam etmekten tırsmışım herhalde, daha moda olan Rumlara yoğunlaşmışım.
 
Sonuca bağlamaya çalışırsak, tehcir sonrası sinmiş bir toplumun onun cesaretiyle artık hakkını arar hale geldiğini söyleyenler var. Bunun tam karşısında, Patrikhane de dahil onu Ermenilerin yeterince sahiplenmediğini söyleyenler de. Ana akım liberal Türk basınının, öldürülünceye kadarki süreçte mahkemelerde estirilen Ergenekoncu terörden hiç bahsetmediğine dikkât çekiliyor Çandar’ın biyografisinde. Hürriyet ve Ertuğrul Özkök bayağı bir eleştiriliyor yangına körükle gittiği için. Ben Ermeni toplumunun haklarını aramasını destekliyorum tabii; ama bu sürecin ne kadar devam edebileceğini de göremiyorum. Seçmen sayısı olarak çok azlar, ABD’deki anlayış burada yok. Tarihi olaylar da düşünülürse durumlarına çoğunluğun anlayışla yaklaşmasını ya AB ve ABD; ya da yurtdışı terbiyesi görmüş aydınlar isteyecek. Ama bunlar toplumun büyük çoğunluğunda gıcıklık hisleri yaratıyor gibi. Cahilleri bırakın, üniversite mezunu, yurtdışı görmüş arkadaşlarım bile Ermenileri bir eli yağda bir eli balda Kınalıada’da yazlarını geçiren bir kitle olarak algılıyor ve benim gibi yürüyüşe katılanların da Cumhuriyet düşmanlarının oyununa geldiğini düşünüyor. Sorun herkesin kendini bu ülkenin mağduru hissetmesi. Bu kadar çok sorun varken 60 bin kişinin sorununa odaklanmayı gereksiz bir lüks; ya da asıl sorunlara bakmaktan korkan aydınların kendini tatmini olarak görüyorlar. Ben daha yakın olduğum için Atatürkçülerin milliyetçilerinin bu hislerini biliyorum; ama muhafazakâr kesimin de daha esnek olduğunu sanmıyorum.
 
Toplam blog
: 19
: 865
Kayıt tarihi
: 11.06.12
 
 

Sabancı Üniversitesinde Endüstri mühendisliği dersleri veriyorum. ..