Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Nisan '10

 
Kategori
Felsefe
 

Hukuk nedir ve ne işe yarar?

Hukuk nedir ve ne işe yarar?
 

Azınlık hukuku çoğunluğa, çoğunluğun hukuku da azınlığa yarar sağlamaz


İnsanın inanası gelmiyor ama maalesef bir gerçek. Hukuk, toplumsal ve siyasal yaşamımızın en eski ve en önemli kavramlarından birisidir ama ne var günümüze kadar hukukçular bile hukuk nedir sorusuna tatmin edici bir cevap verememişlerdir. Geçmişi ve günümüzü göz önüne alarak hukukun işlevine baktığımızda onun adaleti sağladığını öne sürebilir miyiz? Hayır! Toplumsal barışı sağladığını düşünebilir miyiz? Hayır! Kısacası hukukun ne belli bir tanımı ne de görünür bir faydası yoktur ama bütün bunlara rağmen günden güne artan bir şekilde hukukun üstünlüğü ilkesini toplumsal yaşamın merkezine yerleştirmek istiyoruz.

Basit bir soru. Tanımı ve de kuralları olmayan bir oyun icat edebilir miyiz? Hayır, ne kadar düşünürsek düşünelim, ne kadar uğraşırsak uğraşalım tanımı ve kuralları olmayan bir oyun icat edemeyiz. Örneğin futbolun içinden o oyunu oynanır kılan kuralları çıkarın geriye hiçbir şey kalmaz. Peki, bu neden böyledir? Neden biz kuralları olmayan bir oyun bile icat edemeyiz ve her şeyin mutlak bir şekilde tanımı ve de kuralları olmak zorundadır?

Yaşam nedensellik yasalarının hüküm sürdüğü bir evrende gerçekleşir ve biz farkında bile olmadan yaşamımızı sürdürürken nedensellik yasasının upuzun zincirini de devam ettirecek bir şekilde yaşarız. Çünkü eğer bunu yapmayacak veya karşı koyabilecek olsak ortada nedensellik zinciri diye bir şey kalmaz. Kısacası biz ne yaparsak yapalım yaptığımız her eylem sonuç itibariyle bu nedensellik zincirine bir halka daha ekler. Bu nedenle de yaşam dediğimiz var oluşu upuzun bir

neden › yaşam › sonuç› neden › yaşam › sonuç

halkalarından oluşan bir nedensellik örüntüsü şeklinde sembolize edebiliriz. Buradaki önemli bir ayrıntıda ortaya çıkan her sonucun kendisinden bir sonrası için neden teşkil etmesidir. Buda zaten böyle olmasaydı her sonuç bir son olur ve zincir orada kopardı.

Doğada da durum hiç farklı değildir. Hayvanlarda farkında olmasalar bile nedensellik yasasını devam ettirecek bir şekilde yaşarlar. Nedensellik yasasını evrensel bir yasa oluşturacak bir şekilde yaşamak aynı zamanda yaşarken bu evrensel yasayı ihlal edemeyecek yeni alt yasaları da oluşturmayı zorunlu kılan bir durumdur. Kant’ın “öyle yaşa ki yaşamın genel bir kural olabilsin” önermesi bizim hepimizin zaten sürekli yaptığımız bir şeydir. Örneğin balıklar kendilerinden küçük balıkları yutarak yaşarlar ve bu da “büyük balık küçük balığı yutar” evrensel yasasının oluşmasına neden teşkil eder. Oysa her balığın ancak kendisinden küçük bir balığı yutabilmesi nedensellik yasasının ortaya çıkardığı bir zorunluluk halidir. İnsanlar hayvanlardan farklı olarak evrimleri sürecinde bilinçlerini geliştirmişler ve yaşamın akışına bilinçli bir şekilde müdahale etmeye başlamışlardır. Örneğin balık kendisinden büyük balığı yutamazken, insanlar aletler icat ederek kendilerinden büyük hayvanları avlayabilmiş, parçalayabilmiş, yiyebilmiş ve de doğaya egemen olmaya başlamıştır. Ancak ne var bu egemenliğini kurarken de asıl yasa olan nedensellik yasasını ortadan kaldıramamış ancak onun yerine nedensellik yasasına

neden › amaç › “araç= yöntem” › sonuç

şeklinde ifade edilebilecek yeni anlam ve yeni bir boyut kazandırmıştır. Gerçekten de insanlar bilinçlendikleri oranda amaçlar belirlemiş, araçlar ve yöntemler geliştirmişler, günümüz sanayi toplumlarını ortaya çıkarabilmişlerdir.

Aracın ve aletin ne olduğunu hepimiz biliyoruz, onları yeniden tanımlamak gerekmez. Ancak ne var Descartes’in 500 yıl önce keşfettiği gibi “yöntem” yaşamın ayrı bir zorunluluğu ve yasasıdır. Çünkü ne yaparsak yapalım belli bir yöntem belirlemeden yapamayız. Eğer yapabiliyor olsaydık ortada yine nedensellik yasası dediğimiz temel yasa kalmazdı. Yöntem en kısa ve öz tanımıyla bir eylemin “nasıl ve ne şekilde” gerçekleştirilebileceğini belirleyen bilgi ve kurallardan oluşan bir bütünlüktür. Araç ile yöntem arasındaki tek fark birisinin elle tutulabilir gözle görülebilir bir nesnellik olmasına karşı, diğerinin elle tutulup gözle görülemeyen bir bilgi türü olmasıdır. Ama işlevleri açısından bir araç veya alet ne ise, yöntemde odur. Her ikisi de bir işin yapılabilmesini, bir amaca erişilmesini mümkün kılan akıl ürünü icatlardır. Yöntemin asıl içeriği olan “nasıl ve ne şekilde” sorusu sadece bir tanımlama değil, aynı zamanda da o tanımı kural haline getiren bir bilgi bütünlüğüdür. Çünkü bir şeyin “nasıl ve ne şekilde” yapılabileceğini belirlerken aynı zamanda da o yapılışın başka türlü ve başka bir şekilde yapılmaması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Eğer bir yöntem belli bir “nasıl ve ne şekilde” sorusunu cevaplayabiliyorsa onun “nasıl ve ne şekilde olursa olsun” olasılığını da ortadan kaldırıyor olması bilinçli olabilmenin temel yasalarından biridir. Bu nedenle de yöntem dediğimiz şeyi

“yöntem = ( bilgi - kural)”

şeklinde simgelenerek daha önce belirlediğimiz nedensellik dizgesini

neden › amaç › (araç + bilgi -kural) › sonuç

dizgesi halinde sembolize edebiliriz. Gerçek yaşamdan bir örnek verecek olursak örf adet ve geleneklerimizin önemli bir “bilgeliği” olan “kadının karnından sıpayı, sırtından da sopayı eksik etmeyeceksin” önermesinin aynen yukarda sembolize edilen nedensellik ilişkisi içinde gerçekleştiğini görürüz. Diğer bir ifadeyle de o önerme hem bir bilgi hem de bir kuraldır. Bu önermede hem amaca ulaşmak için ne yapılması gerektiğinin bilgisi vardır hem de bu konuyla ilgili olarak amaca ulaşmanın kuralı. Kadından faydalanmak ona egemen olmak isteyen erkek kendi amacına uygun bir yöntem geliştirmiş, sonuçta kendi özel amacına ulaşmış ve de bu özel sonuç daha sonraki olaylara da neden teşkil ederek erkeğin kadına egemenliği olarak tanımladığımız evrensel olgu gerçekleşebilmiştir. Burada da görüldüğü gibi insanoğlu bilinçlendikçe ve gücü yettikçe sadece kendisinden büyük hayvanları yakalamak ve parçalamak için aletler geliştirmemiş aynı zamanda da bilinçli yöntemler geliştirerek hemcinslerini de kendi amaçlarına alet etmeyi başarmış ve bunu yapabildiği oranda da kişisel olarak başarılı olmuş, hemcinslerine üstünlük tesis etmiş, toplumsal hiyerarşide sayılan, sevilen, hürmet edilen ve de itaat edilen statülere kavuşabilmişlerdir. Tabi bu arada yöntemler geliştirilirken dolaylı olarak pozitif hukuku oluşturan kurallar ve yasalarda geliştirilmiştir.

Tarihten başka bir örnek daha vermek gerekirse din adamları da daha ilk çağlarda “tanrıları” ve de “dini kuralları” icat etmiş, onları her türlü yücelikler ve kutsallıklar ile donatıp, kurallar belirleyerek sayılası, itaat edilesi bir konuma sokmuşlardır. İnsanların tanrıya inanmaları, ibadet ve itaat etmeleri elbette ki ne tanrılara ne de insanlara bir şey kazandırmamış ama günümüzde bile görülebileceği gibi din adamlarına tanrıları temsil yetkisi vererek onların toplum içinde önemli bir konuma gelmelerine olanak sağlamıştır.

Tanrılara yakın olmak insanlara her zaman tanrıların gücünden yaralanma şansı vermiştir. Nitekim eski kralların pek çoğunun yarı siyasetçi yarı din adamı olduğu bilinen bir gerçekliktir. Örneğin Mısırlı firavunların bir tanrı olduğu kabul edilen güneşin oğlu olduğuna inanılırdı. Bu inançta elbette ki öyle kendiliğinden oluşan bir inanç değildi ve bu inancın genel olarak benimsenebilmesi için kırbacın ve de tanrılara değilse bile en azından firavunlara yakın olmayı becerebilen kraldan çok kralcıların ikna gücü de yeterince etkili olmuştur. Ama netice olarak firavunlarda firavunun sayılası, itaat edilesi bir statü kazanmış ve bu statülerini koruyabilmek ve güçlendirebilmek amacıyla biraz tanrıdan biraz da kendinden fikirlerle yasalar çıkartılmıştır. Siyasallaşma süreci çerçevesinde krallar, firavunlar toplumsal yaşamın merkezine yerleşmeye başlamış ve de onların kurumsallaşmasından başka bir şey olmayan “devlet” kurumları varlıklarına kavuşmuşlardır. Diğer bir ifadeyle de tanrılara ibadet ve itaat etme geleneğinin yerini krallar ve devletlere ibadet ve itaat etme geleneği almıştır. Dini yasalar her ne kadar tanrıların yasaları olarak algılansalar da sonuç itibariyle din adamlarına güç, yücelik, kutsallık veya ayrıcalık tanıyan yasalardı. Siyasi yasalar ise krallara ve onların çoğu zaman sahibi oldukları daha sonraları da temsil ettikleri devletlere güç, yücelik, kutsallık ve de ayrıcalık sağlamışlardır.

Laikliğin benimsenmesi özü itibariyle krallar ve din adamları arasında bir tür yetki ve mal mülk paylaşımı anlaşması olarak değerlendirilebilir. Bu ilkenin benimsenmesi ile devlet ve vatandaşların yönetimi krallara, ibadethanelerin ve inananların yönetimi ise din adamlarına tanınan bir hak haline gelmiştir. Burada asıl önemli olan unsurda kralların yasa çıkartma yetkisi üzerinde tanrılara hesap verme zorunluluğunun da ortadan kalkması olmuş ve laikliğin kabulü ile krallar devleti temsil etmenin verdiği güç ve meşruiyet ile hukuk yasalarını tek başlarına belirleyebilir hale gelmişlerdir.

Kralların devletin ve hukukun patronu olmaları süreci fazla uzun sürmemiş ve Fransız ihtilali patlak vermiştir. İhtilal sonrasında da monarşiler yok olmaya ve cumhuriyetler kurulmaya başlamış, sonrasında da devlet yönetiminde kralların bıraktığı boşluk büyük bir memnuniyet ve mutluluk içinde siyaset kurumu tarafından doldurulmuştur. Cumhuriyetleşme sürecinin toplumsal yapıların oluşumu üzerinde kayda değer ve halk adına olumlu bir etkisi olmamıştır. Toplumsal yapıların adaletsizliği ile ilgili olarak Karl Marks’ın 150 yıl önce yaptığı bütün tespitler günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Pozitif bilimlerdeki gelişmelere paralel olarak her gün yeni keşifler ve icatlar yapılmış, çılgınca bir sanayileşme sürecine girilmiş bunun sonucunda da ekonomiler devasa boyutlar alacak bir şekilde büyümüş. Ama halkın kaderi ve alın yazısı değişmemiştir. Günümüz toplumlarında da eski monarşilerde de olduğu gibi toplumsal nimetlerin büyük bir bölümü belli azınlıklar tarafından çılgınca tüketilirken geniş halk kitleleri de vatana, millete ve devlete ibadet ve itaat görevlerini yerine getirmeye devam etmektedirler.

Monarşilerden cumhuriyetleşme sürecine geçişte değişen tek şey söylemler ve de üslup olmuştur. Eskiden kutsal ve yüce olan devlet ve de kraldı ve onlarda sahip oldukları kutsallın, yüceliğin, dokunulmazlığı verdiği rahatlıkla “ekmek bulamayan pasta yesin” diyebiliyorlardı. Günümüz devletleri ise halkı temsil etmek ve ölünceye kadar iktidar olabilmek kaygısıyla yaşayan siyasetçi sınıfı tarafından yönetildiği için söylem değişmiş ve “halkı temsil etmekten başka bir amacım varsa namerdim” şekline dönüşmüştür. Halkın yüceltilmesi ise tanrılara da olduğu gibi halka en ufak bir yarar sağlamamıştır. Her ne kadar “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” türünden söylemler geliştirilse de halkın devletin ve siyasetin nesnesi olma özelliğinde en ufak bir değişim olmamıştır.

Netice olarak tarihin de kanıtladığı gibi hukuk belli bir amacı gerçekleştirmek için belirlenen bir kurallar bütünlüğünden başka bir şey değildir. Yasasız ve yöntemsiz bir yaşam asla mümkün değildir. Balıklarda yaşarken yasalar oluştururlar biz insanlarda. Ancak insanların bilinçlenmesine paralel olarak insanlardan ve insanların ekonomik güçlerinden de faydalanmak amacıyla pozitif hukuk denilen hukuk yasalarını geliştirmeye başlamış ve bunların gücü sayesinde birbirlerini yönetme ve birbirlerinden faydalanma olanaklarına kavuşmuşlardır. Sistem neden › amaç › (araç + bilgi -kural) › sonuç nedensellik dizgesinde de görüldüğü gibi hep aynı kalmıştır ve asla da değiştirilemeyecektir. İnsanlar yaşadığı müddetçe devlet de olacaktır, devleti yöneten yöneticilerde olacaktır ve yönetimin bilgisini ve kurallarının oluşturduğu hukuk adını verdiğimiz yöntemler ve usullerde olacaktır.

Devletsiz ve hukuksuz bir toplumsal yaşam hiçbir zaman olmamış ve asla da olmayacaktır. Bu nedenle de devletin ve hukukun yüceltilmesinin, kutsanmasının en ufak bir anlamının da olmaması gerekir. Onlar toplumsal yaşamın olmazsa olmaz araçları, yöntemleri, organizasyonları veya kurumsallıklarıdır. Biz tanrılara, krallara, devletlere, hukuk kurallarına ibadet, itaat ve riayet etmek konusunda tüm tarih boyunca üstümüze düşen görevi layıkıyla yerine getiren sıradan insanlar için önemli olan hukukun varlığı veya yokluğu değil amaç › hukuk › sonuç dizgesindeki hukuku belirleyen faktör olan amaç ve o hukukun neden olduğu sonuçların niteliğidir. Çünkü hukuk bir araçtır ve bu nedenle de her türlü amaca hizmet edebilir. Atatürk’ün, Saddam Hüseyin’in, Stalin’in veya Adolf Hitler’in amaçları farklı olduğu için gerek siyaset biçimleri ve gerekse de belirledikleri hukuk yasaları farklı olmuşlardır. Ama hepside sonuç itibarıyla nasıl bir siyaset uygularlarsa uygulasın daima o amaca uygun yasalar çıkartmak zorunda kalmışlardır. Bu nedenle de hukukun kendisi üzerinde yapılan tartışmalar soyut tartışmalar olmaktan ileri gidememektedirler. Çünkü önemli olan ve üzerinde tartışılması gereken konular hukukun hangi amaca hizmet ettiği ve de ne gibi toplumsal sonuçlara neden olduğu sorularıdır.

Dünya genelinde bakacak olursak bütün toplumların siyasi rejimleri ne türden olursa olsun mutlak bir şekilde bir hukuk sistemleri de olduğunu görürüz. Ama ne var dünyanın hiçbir toplumunda adalet tesis edilememiş ve eşitliğin hüküm sürdüğü sınıfsız, huzur ve barış içinde yaşamaya olanak sağlayan bir toplumsal yapı kurulamamıştır. Peki, bu neden böyledir? Böylesine adaletsiz, barışsız ve de huzursuz bir şekilde yaşamak insanların alın yazısı mıdır?

Dünyanın bütün toplumlarının ortak bir noktası varsa o da hepsinin bir devlet çatısı altında ve de o devleti yönetenlerin belirledikleri hukuk sistemleri altında yaşıyor olmalarıdır. Başka bir ifadeyle de devletleri yöneten insanlar hem yaşamı, siyaseti hem de yaşama, siyasete esas teşkil eden hukuku belirlemektedir. Daha da başka bir ifadeyle de hangi rejimde olursa olsun siyaseti belirleyenler tanrının bile sahip olmadıkları güce ve dokunulmazlığa sahiptirler. Tanrı doğa yasalarını belirlemiş ama yaşama bir kez olsun müdahale etmemiş ve onu belirlemeye çalışmamıştır. Bu güne kadar dünyayı yöneten din adamları, krallar ve de siyasetçilerin yaptığı da işte tam da budur, yani tanrının bile yapmadığı veya yapamadığıdır. Buna karşılık siyasetçiler hem kuralları belirliyor, siyaseti belirliyor hem de yasaların ve devletin gücünü diledikleri gibi kullanmak ayrımcılığından faydalanabiliyorlar. Bunun sonucunda da bir araçtan başka bir şey olmayan hukukun gücünden faydalanarak devlet kurumunu bir araç haline getirilebilmekte ve sonuçta da toplumsal nimetlerden aslan payı alınabilmektedir. Neden siyasetçiler her seçim döneminde seçim propagandaları için büyük paralar harcarlar?

Hukuk ve siyaset aynı insanlar tarafından belirlendiği müddetçe hukukun üstülüğü ilkesinin hayata geçirilmesi ulaşılması mümkün olmayan bir ideal olmaktan bir adım ileri gidemez. Çünkü eğer hukuku belirleyen, ona yön veren siyasetçiyse hukukun kendi yaratıcısı olan siyasetçiye üstünlük sağlaması da olanaksız demektir. Ya siyaset hukuku belirleyecektir ya da hukuk siyaseti. Her ikisi birden olduğunda da hukukun ne bir tanımı olur ne yönettiği halka bir yararı. Sorun çok karmaşıkmış gibi görünse de aslında hiç karmaşık değildir ve çözümü için sadece binlerce yıllık ezberlere son verilmesi ve yasa yapma yetkinin siyasetçilerin elinden alınıp eğitimleri ve yaptıkları iş gereği zaten analitik düşünme tecrübesine sahip bilim adamlarında oluşan ve hiçbir yönetim yetkisi bulunmayan bir kuruma devredilmesi yeterli olacaktır. Çünkü yönetim yetkisi olmayan bir kurumun belirleyeceği bir hukuk her şeyden önce kişisel ve sübjektif bir hukuk olmayacak, aksine tamamen objektif ve bilimsel olacaktır. Burada önemli olan hukuku belirleyecek kurumun işin en başında hukukun hizmet edeceği amacı belirlerken gösterecekleri ahlaki iyi niyetten başka bir şey değildir. Sayılası idealler belirlendiğinde de onlara erişmeyi mümkün kılacak yöntemlerin geliştirilmesi bilim adına çok da büyük bir sorun teşkil etmeyecektir. Bu da devletin kişisel amaçlar doğrultusunda yararlanılan bir araç olmasını engelleyecek ve de kurumsal olarak işlevini yerine getirebilen bir araç haline gelmesine olanak sağlayacaktır.

Devleti yönetenlerin mutlaka yasa yapma yetkisine de sahip olmaları gerekmez aksine devletin kişiselleştirilmeden yönetilebilmesi onun her şart ve koşul altında belli bir esasa uygun bir şekilde yönetilebiliyor olması ile mümkündür. Bu da ancak ve ancak devlet yönetimi sürecinde tabi olunacak esasın başka bir irade tarafından belirlenmesi ile mümkün olabilecek bir durumdur. Çünkü hukuka amaç teşkil edecek ideal objektif bir kurum tarafında belirlendiğinde ve korunduğunda farklı bir amacın oluşmasını da olanaksız bir hale gelecektir. Aksi takdirde tarihte birçok kez kanıtlandığı gibi siyaset kurumunun hukuku ve devleti kendi kişisel amaçları doğrultusunda ele geçirip hırslarına alet etme geleneği sürdürülmeye devam edilecektir.

Belli bir düzeyi aşmış bilim adamları tarafından seçilecek ve en az üç – dört yüz bilim adamından oluşan bir yasa koyucu kurum siyaseti belirlenen hukuk esasına uyup uymuyor olması açısından denetlemesi ve yeri geldiğinde de uygulamaları veto edebilmesi sağlandığında hukukun sadece belirli bir zümrenin değil bütün toplumun ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden bir araç haline gelmesi önünde de en ufak bir engel kalmayacak demektir. Çünkü nasıl bilimsel bilgi bugüne kadar teknolojinin ve sanayinin gelişmesini mümkün kıldıysa aynı bilimsel bilgi toplumsal yapının gerçek anlamda bir uygarlığa dönüşebilmesini mümkün kılacak sosyal bilgileri de kolaylıkla geliştirebilecektir. Zaten geleceğin bilim adamları tarafından değil de günümüzde de olduğu gibi siyaset kurumu tarafından belirleniyor olması üniversitelerin ve bilim dünyasının varlık nedenini fazlasıyla sorgulayan bir çelişkiydi. Sadece teknolojinin değil de sosyal yaşantımızın geleceğini de bilim dünyasına emanet ettiğimizde bilim dünyasının hak ettiği varlık nedenine kavuşacağı muhakkaktır. Kaldı ki amaç ve sonuç arasındaki hukuk olarak tanımladığımız “yöntem” in sahip olması gereken tek nitelik demokratik çoğunluk değil sadece ve sadece akılcılıktır. Yöntem akılcı ise amacın gerçekleşmemesi de olanaksız demektir. En akılcı yöntemin ise siyaset kurumu tarafından mı yoksa bilim dünyası tarafından mı geliştirilebileceği sorusu ise cevap beklemeyi bile hak etmeyen son derece gereksiz bir sorudur. Ve her şey bir yana siyasetçiler tarafından belirlenen bir hukukun, bilim dünyası tarafından belirlenen bir hukuktan daha ahlaklı amaçlara hizmet edeceğini sanırım kimse iddia edemez.

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..