Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ocak '09

 
Kategori
Öykü
 

Hükümdar ve Zümmec-III

Casusu konuşturup çıkılacak seferi ve Hükümdarın itibarını büyük bir tehlikeden kurtaran Zümmec’in ünü kısa sürede tüm ülkeye yayılmıştı. Sohbetlerin baş konusu onun mahareti ve gaddarlığıydı. Her sohbette hakkında bilinenlerin üzerine yeni bir şey ekleniyor, yaptığı işkenceler bire bin katılarak anlatılıyordu. Aslında Zümmec ne öteki nühâvendîlerden daha zalim ne de daha ustaydı. Ağzı laf yapan kulağı delik kimseler yine kendileri gibilerden dinledikleri efsaneleri heyecanla ve ballandırarak anlatır, etrafındakiler de biraz korku çokça da merakla dinlerlerdi. Bu da Zümmec’in şöhretinin yayılmasını sağlıyordu. İnsanların ekmeğe suya olduğu kadar korkuya da ihtiyacı vardı. Kendi çaresizliklerini o korktukları şeylere yüklemek onların da işlerine gelirdi.

Yüzlerce yıl önce oralarda hüküm sürmüş Tuğlukoğlu Muhammed Şah’ın hudutsuz zalimlikleri anlatılırdı hâlâ… Rivayete göre, Tuğlukoğlu, bir gün payitahtı Dihli şehrinin halkına kızmış ve şehri harap etmeye karar vermişti. Şehirdeki bütün evleri parasını verip satın almış sahiplerinin de başka bir yere göç etmesini emretmişti. Tellallar çıkarıp üç gün içinde şehirde kimsenin kalmamasını duyurmuş, üç günün sonunda evleri aratıp emre uymayan var mı yok mu diye yoklatmıştı. Askerler biri kör öteki yatalak iki adam bulup getirdi. Sultan, yatalağın mancınığa konup fırlatılmasını kör adamın da ayağından bir ata bağlanarak kırk gün uzaklıktaki bir şehre sürüklene sürüklene götürülmesini emretti. Adam yolda paramparça olmuş, atlı şehre vardığında zavallıdan geriye sadece ipe bağlı bacağı kalmıştı. Muhammed Şah, şehir viraneye döndükten sonra köşkünün terasına çıkıp ona uzaktan bakmış ve “ne bir ses, ne ateş, ne duman, ne kandil; içim rahat gönlüm hoş oldu” demişti.

Yaptığı işkencelerin mübalağayla anlatılması Zümmec’in işini kolaylaştırıyordu. Zavallı kurbanların çoğu daha onun karşısına gelmeden titremeye başlıyor, Zümmec’i gördüklerinde ise dilleri kendiliğinden çözülüyordu. Ancak arada bir yaman direnişçiler de çıkmıyor değildi. İnsanoğlu zayıf olduğu ölçüde de kuvvetli bir mahluktu. İki tokat yiyince bülbül gibi ötenlerin yanı sıra bedeni paramparça olduğu halde ağzından tek kelime alınamayan kişiler de vardı. İşte Zümmec hem bunları konuşturmanın yolunu bulmaya hem de insandaki bu dayanma azminin kaynağını öğrenmeye çalışıyordu. Direnmeye karar veren kişiye hiçbir işkence usulü kâr etmiyordu. Sanki bu çeşit adamlar bir şekilde acıyla bağlarını koparıyordu. Dağlamak, yakmak, hayalarını sıkıp yumurtalarını ezmek, canlı canlı derisini yüzmek, kollarından tavana asıp ayaklarına ağırlık bağlamak, aslanların kafesine atmak, hiçbir şey ama hiçbir şey onları konuşturmaya yetmiyordu. Ama böylesi de binde bir çıkıyordu. Genellikle en kararlı görünen bile üzerinde birkaç usül denendikten sonra konuşmaya başlardı. Ancak konuşmakla da kurtulamazlardı. Çünkü işkence sadece sorgulama değil aynı zamanda bir cezalandırma ve ibret verme aracıydı. Bir hükmetme ve idare şekliydi. Hükümdarlar kullarına yaptıkları işkenceyle onlara sadece suçlarının bedelini ödetmez aynı zamanda suç işlemeyi tasarlayanlara da gözdağı verip bu planlarından vazgeçmeye zorlardı.

Zümmec’in neredeyse denemediği işkence usulü kalmamıştı. Ateşi, demiri, suyu, her türden kesici ve delici aleti hatta hemen hemen her nesneyi bir mızrap gibi kullanıp insan bedeninden istediği her sesi çıkarabileceğini görmüştü. Bir parça bez, bir kova su, iki adet yumurta, birkaç arşın urgan, bir iğne ya da bir karışlık kırnap ipi bile korkunç bir birer işkence aleti olabilirdi. Elini ayağını bağladığın adamın ağzına bir parça kumaş teper ve kovadaki suyu kafasına boşaltırdın. Ağzından nefes alamayan kurban derin bir suya sokulmuşçasına nefessiz kalır, boğulduğunu sanıp çırpınarak kurtulmaya çalışırdı. Ya da kalınca bir urganı hücrenin karşılıklı iki duvarına gergince bağlardın. Dört nühavendî çıplak kurbanı kollarından ve ayaklarından tutup urganın üzerine sırt üstü yatırır ve onu ileri geri hareket ettirirdi. Birkaç dakika sonra sürtünmenin etkisiyle zavallının sırt derisi yarılır, muamele biraz daha uzatılırsa adeleleri, daha sonra da kemikleri aşınarak kesilirdi. Bu kadar zahmete girmek istemezsen adamın ağzını açıp dişlerinin arasına bir çubuk yerleştirir, açıkta kalan köpek dişlerine iki eline sıkıca doladığın kırnap ipini kıl testeresi gibi sürerdin. İp yavaş yavaş kurbanın dişinde bir oluk açıp içindeki sinirlere ulaşır, hem aşırı ısınan diş minesinin sinirleri yakması hem de ipin sinire dokunmasıyla kurban büyük bir acıyla kıvranmaya başlardı.

Sağlamca bir iğneyle de birçok iş yapabilirdin. En kestirmesi, iğneyi kurbanın tırnak aralarına daldırmaktı. O da olmazsa şalvarını indirir, adamın kamışını tutup iğneyi idrar deliğine sokardın, bu arada zavallının hayalarını da sıkardın ki, buna en namlı yiğitler bile dayanamazdı.

Ya da iyice haşlanmış iki yumurtayı kurbanın koltuk altlarına koyar, kollarını da koltuk hizasından sıkıca bağlardın. Çoğu talihsiz kurban yumurtalar soğuyuncaya kadar acıdan ruhunu teslim ederdi.

Isı en kullanışlı işkence vasıtalarından biriydi. En bilineni ve en eskisi kurbanın tenini kızgın demirle dağlamaktı. Daha dehşet verici bir şey yapmak istersen adamı yere yatırıp bağlar, çıplak göğsüne kor haline getirilmiş bir demir levha koyardın. Sonra levhayı kaldırıp yaraya tuz veya kül dökerdin. Daha basit bir iş yapmak istersen adamı ayağından tavana asar kafasının altına küçük bir mangal koyardın. Saçlarının tutuşup yanarak birden bire ölmemesi için dikkat etmeliydin; kurbanın kafasıyla mangal arasında yeterince mesafe kalmalı ve ateş alevli olmamalıydı. Zümmec, uzaklarda, sarı benizli, çekik gözlü adamların diyarı Caparka’da “demir öküz” diye bir işkence usülünün kullanıldığını duymuştu. Her tarafı demirden öküz şeklinde heykelimsi bir kutu yapılır, cezalandırılacak kurbanlar onun içine kapatılıp öküzün karnı altında ateş yakılırmış. Isınan demir kutu, içindeki adamı yavaş yavaş kızartır, zavallı var gücüyle çırpınıp feryad etmeye başlarmış. O feryadın dışarıdan duyulması için de öküzün ağız tarafından bir kanal açılır, böylece sanki heykel canlıymış da böğürüyormuş gibi olurmuş. İşkenceyi seyreden zalim idareciler için epey eğlenceli bir usül olduğu açıktı. Ancak Zümmec bu usülü hiç tatbik etmedi. Yanık insan eti iğrenç derecede pis kokan bir şeydi. Çok çaresiz kalmadıkça ateş işkencelerine pek başvurmuyordu.

Zaten bir iki istisna haricinde konuşturamadığı kimse olmamıştı. Zamanla karşısına getirilen şüpheli ve suçlulara fiziki işkence yapmasına gerek kalmadığını gördü. Konuşturması için karşısına getirilen kurbanlarla konuşup ona hangi işkenceleri yapacağını anlatıyordu. Derinlerden gelen korkutucu sesiyle bildiği, yaptığı, başka diyarlarda yapıldığını duyduğu işkence usüllerini üzerinde uygulayacağını anlatıyor, zaten oraya gelirken Zümmec’in şöhretini duyup korkudan titremeye başlayan kurban onu fazla acı çekmeden canını alması için Zümmec’e yalvarmaya başlıyordu. İnsan denen mahluku tanımanın ve onu yönlendirmenin en kestirme yollarından biriydi işkence…

İşte bu noktada Zümmec bir şeyin farkına vardı. Acıyı asıl çeken insanın bedeni değil ruhu olmalıydı. Aslında bütün iktidarına rağmen Hükümdar da bir nevi işkence çekmiyor muydu? Hayatında en ufak bir işkence görmemiş olan Hükümdarın korkuları Zümmec’in elinde kıvranan zavallı bir işkence kurbanının korkusundan daha az değildi.

Zümmec uyuyamıyordu. Dışarıya hiç belli etmiyordu ama o işkencelerde kendisi de kurbanlar kadar acı çekiyordu. Kurbanlar er ya da geç ölüp kurtuluyor ama Zümmec ertesi gün aynı acıları yeniden yaşamak zorunda kalıyordu. Kendisini nasıl birden Hükümdarın işkencecibaşısı olarak bulduğunu, insanların ölünce nereye gittiğini, bir gün kendisi de oraya göçtüğünde acı çektirerek öldürdüğü adamların hesap sormak için yakasına yapışıp yapışmayacağını düşünüyordu. Yine böyle düşüncelere daldığı bir gece elini yatağın kenarında yanan mumun alevine tuttu. Ne kadar dayanabileceğini sınamak istedi. Birkaç defa nefes almaya kalmadan elini çekmek zorunda kaldı. Acı çeken bedenden ziyade ruh ise asıl yanan ruh muydu? Öldüğü zaman insanın ruhunun bedenden ayrıldığına inanılırdı. Peki sağken ruhunu bedenden müstakil hale getirebilmenin bir yolu var mıydı? O en zorlu işkencelere dayanabilen adamlar farkında olmadan bunu mu yapıyorlardı aslında?

Elini tekrar muma tuttu. Yanan elini değil başka şeyleri düşünmeye çalıştı. Odayı kesif bir yanık insan eti kokusu sarıncaya kadar da çekmedi. Eli yanmış ama bu defa öncekinden daha az acı hissetmişti. Ancak düşünceler kafasından uçup gidince yanığın acısını derinden hissetti.

Bir insanın canını acıtmak ne kadar basit ve zahmetsiz bir şeydi. Peki, o ağrıyı gidermek niye o derecede kolay değildi? Acaba ağrıları dindirmeyi denemek acı çektirmekten daha tatmin edici bir iş olmaz mıydı?

Uzun zamandır ilk defa heyecanlanmıştı. Uykusu iyice kaçtı…

(sürecek)


.......
Öyküyü hem hacim olarak genişletip hem de araları uzatarak, okuyanlara "işkence" yaptığımın farkındayım. Ama ne yapayım, ipler benim değil "Zümmec"in elinde! :)

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..