Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Haziran '10

 
Kategori
İlişkiler
 

Hulian'ın Düşleri (Üçüncü Bölüm)

Hulian'ın Düşleri (Üçüncü Bölüm)
 

Öner Samanlı, kadın ve erkek ilişkilerinde sanatsal irdeleme yapıyor


SAHİLE VURAN ANILARLA ŞİİRSEL SÖYLEŞİLER…

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM )

Her gece giderim o ateş yakıp da, sıcağında ısındığımız, aydınlığında, kırmızı şarabı içtiğimiz sahile…

Geçen süreçte kumlar yok etmiş görünse de…

Güzel anıların tanığı külleri, elimdeki okaliptüs ağacından kopmuş dal parçası ile eşelediğimde, göz kırparlar tozlu taneli, grili siyahlı, sanki yanmamış bir meşe edasıyla bana…

Sonra soluklanırlar derinden ve hüzünlerime ortak olarak gelirler dile…

Üzülme terk edilişler görecelidir ekseri, dürüstse yaşanılanlar kaygılanma görünür yakında “Sevgilim bak söz vermiştim ya, işte geldim” diye…

Tesellim olurlar, anılarıma saklı sevgilerimin külleri, işte bu tesellilerin umarında her gece…

Aaaaaa,

O da ne..?

Hani olur ya romanlarda, filmlerde, aynen ki, öyle….

Bir şişe var sahilde, kumlar üzerinde….

Aldığımda ellerime üstelik ağzı mantar tapalı, içine özenle rulo edilmiş yazılı kağıtların bulunduğu bir yetmişlik şarabın içilip de boşaltıldığı beyazdan yeşile çalan bir şişe…

Sanılarımca, bir yabancı memleketten atılmış olsa gerek, üzerinde bir kadın eli, kadının elinde kadehi…

Silinmiş olsa da kısmen okunup seçiliyor üzerindeki etiketi…

“ L’amour Vin de Rouge” yazısı ince ve zarif bir kadın elinin resmi üzerinde…

…arsilya diye yırtılmış bir kısmından anlaşılıyor ki, Marsilya….

Açsam mı yoksa açmasam mı..?

Bir yanım aç diyor, bir yanım ya çıkarsa içinden bir cin, ya çarparsa seni, bırak açma, fırlat gücünün yettiğince Akdeniz’e, gerisin geriye..!

Dese de o bir yanım, yenildi ani bir kararım ile diğer yarıma….

Tam üç gün, üç gece savaşımın sonrasında…


Şişeden ne çıkarsa çıksın ölüm de olmaz ya sonunda…


Her gün bir şeylere çarpılırken hayatımızda, varsa kaderimizde düzülmek, bu kez de, hazırız işte cinzadeye…


Hayır birileri ile paylaşmış olsam, tezahürat etseler hep bir ağızdan, hani askere gelirde bir ortamın kadını, onun amacı ekmek kavgası, alayın tüm askerleri, izlerken ağızlar kulakta, onda oryantali…


Birden birisi çıkartır kepini atar ya sahneye…


Birde bağırdıklarında askeri umumiye, “aç aç aç” diye…


Açarsa namert, birazcıktan malum o yeri, moral işte bu, biçare gençliğe olur mu, bundan iyi hediye…


Tüm aç aç desteklerinden mahrum olarak, ayın dolunaylı bir gece vakti gittim, o ateş yakıp da, sıcağında ısındığımız, aydınlığında, kırmızı şarabı içtiğimiz sahile…


Geçen süreçte kumlar yok etmiş görünse de…


Güzel anıların tanığı kumlar üzerindeki o yeri, elimdeki okaliptüs ağacından kopmuş dal parçası ile bu kez, biraz korkulu ve merakla fark bile edemedim eşelediğimi…


Kumlar altından sanki bir illegal define arayıcısı gibi önce, tozlu taneli, grili siyahlı, sanki yanmamış bir meşe edasıyla kül ailesine ulaştım, evet şişe masum ve sessiz bir şekilde beni bekliyordu….


Deniz aşırı yolların dingin yolcusu şişe, birden sanki ışıldadı, korktum, acaba içinde varsa cin, çıkmak için heyecanlanmış mıydı..?


Kesinlikle elimde okşamayacaktım.


Masalını okuyanlar bilirler, Alaaddin, sihirli cinine, lambasını okşadıkça ulaşıyordu..


Biraz daha heyecanım yatışsın istemiyle, “Fidel Amca” Küba’dan göndermese de, onun ülkesinden kaçak yollarla gelen, çikolata kokulu birde puro yaktım…


Sahi şişede arada bir ışıldayan neydi..?


Gözlerim ayaklarımın önünde duran şişenin masum mu, yoksa bir tehlikeli hınzır mı olduğunu saptayabilmek için dikkatle onu izliyor ve inceliyordu.


Evet şişenin ışıldaması, gökyüzünden ay ve yıldızların üzerindeki yansımasıydı.


Kesin öyleydi kendimce, yedi kez okuduğum “Ayetül Kürsü” duasının beklentim olan hayırlara vesile olması dileklerimle, “Ya Allah” diyerek mantar tapayı açmıştım bile…

Bir süre beklediğimde, hiçbir hareket olmadığını gözlemledikten sonra, kahramanım şişeyi, baş aşağı çevirerek, sanki bir tuzluktan tuz serpercesine sallayarak içerisindeki yazılı kağıtları çıkarmaktaydım….


Şu ilahi tesadüfe bakınız, ne kadar unuttuğumu söylesem de, Fransızca el yazısı ile yazılmış bu notları, mesajı, tesadüfi arkadaşlığın söylemek istediklerini algılamaya çalışıyordum…

Nede olsa bilmek gerekli az az da olsa, tüm dünya dillerini…


Dillerin var mı senin Akdeniz…?


Dillerin var mı senin…?


Yerim o dillerini varsa eğer senin..!


Ne de olsa ben, bir çeyrek asır öncesinin yakışıklı genci, şimdilerinse çılgın adamı…

Yani namı değer, Konstantinopolis Dükü, “Onners Samanli”… değil miyim..?

Denize karşıyım…

Akdeniz’e karşıyım…

Akdeniz’in her daim karşısındayım…

Tüm bu karşı duruşların ardında inandığım o ki;

Sevmeli Tanrı’nın yarattığı tüm varlıkları….

Sevmeli tüm yüreği boş kadınlar aramalı erkeğini, aramalı erkek de Tanrı’nın kendisine eş diye bahşettiği o mükemmel meleğini…

İşte bu düşüncelerin, maddesel çıkarların, tümünü reddetmiş, din taciri olmaksızın sahibi, her şeyin sahibinin, inanmışlığında diyor ki;

Her şeyin kainattaki tek sahibidir her daim, “Yüce Tanrı”…!

İşte bu yüzdendir yıllarca yaratana, yaratılmışlığından dolayı bu saygılı ve onunla konuşkan olan bağlılığı…

Karanlığa karşı her gece mum yakmak alışkanlığı…

Sonrasında, sevmek yetmez ki çiçekleri, egoistliktir koklamak, konuşacaksınız, canlarım, kızlarım, oğulları, yavrularım diyeceksiniz onlara…!

İşte ondan sonra bakın sizi nasıl tanıdıklarını ve sevdiklerine tanık olacaksınız, açtıkları pembeli, morlu, allı çiçekleriyle, boy veren yüzlerce tonlarındaki dallarının yeşilleriyle…

Sonuçta sevmeyi bilirseniz eğer, sevilirsinizde, kıskanmaz ve kıskanılmazsınız, çünkü her şeyden emindir doğru sevenler…

Ama ben yenemedim bir alışkanlığımı…

Benim kadar sevmesin istiyorum yaratılanlar, Yüce Tanrı’yı…

Sevmeli…

Aldatılmalar, aldatmalar, sözlerinde duranlar, durmayanlar, kalleşlikler, mertlikler olsa da hayatı…

Yalan yahut doğrular söylense de, sevgi ve barışın, zaman ve sabır, bu sabrın körüklediği umar da değil mi, yaşam serüveninin ilacı…

Görebilmeli içten ve samimi her insan;

İster insanda, ister eşekte, isterse de maralda, en güzeli olan, bakışların ardında saklı olan tüm gerçekleri…!


At gözlüğü ile değil, çağdaş teknolojiye inkarcı olmaksızın bakmalı, üç değil, onbeş boyutlu gözlüklerle, öyle değil mi..?

Bir de sakın ha vazgeçilmemeli..!

Sevmeli sadakatine sığınarak, yüreklerinde, kokularında gizemli kadınları ve erkekleri…

Üstelik bunları söyleyen ki;

Fransa Hükümetince kendisine evvel zamanın birinde “Devlet Nişanı” verilmiş olan,

Laik ve aydınlık fikirlerinin ışığıyla aydınlanmacı şair ve yazarlığından ödün vermeksizin, Libya’da “Allah Dostu” unvanına layık görülmüş olan,

Muammer El Kaddafi tarafından okuduğu betimlemelerinin, Arapçaya çevirtildiği, “Ben bu zevatta, ‘Ömer Hayyam’ın ruhunu hissediyorum” diyen o diktatörün bile, mutedil yönünü sevgi öğretileriyle ortaya çıkartabilen, “Trablusgarp Şiir Festivali” Sanat Ödülünü alabilmiş ilk “Türk”

Amma velakin de, dandikten;

Konstantinopolis Dükü, “Onners Samanli”

Öner SAMANLI

DİPNOT:

“ Yaşama Geldiğinde Zaten Hançerlenmişti Yüreği, İşte Bu Yüzden Suçu Yok Acılarda Kimsenin ”


“Şiirsel Söyleşiler” Betiğinden


*Mustafa Kemal Atatürk’e olan saygın hayranlığın tezahürü…


(Türkiye ve Dünyanın En Kapsamlı Atatürk Sitesi Kurucusu ve Editörü)


http://www.ataturksitesi.com/

Lütfen Ziyaret Ediniz, ettiriniz, internetten tüm mecralara linkini veriniz…!

 
Toplam blog
: 295
: 3087
Kayıt tarihi
: 22.08.08
 
 

Prof.Dr. Öner Samanlı, yıllarını eğitim ve öğretim faaliyetlerine adamış, birçok bilimsel makalen..