Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Haziran '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hurrem... Bit ve İkbal...

Hurrem... Bit ve İkbal...
 

Bir adam... Bir kadın.

Çok beyaz tenli, etine dolgun, endamlı, dolgun dudaklı, açık kumral ve uzun saçlı bir kadın.

Kudretli, kuvvetli ve şahin bakışlı bir adam.

Adamın cinselliğinin emrinde sayısız kadın... Kadın ise Kırım Hanı'ndan hediye gelmiş bir Rus asıllı halayık... (Aslen Ukran bir Ortodoks rahibin kızı yahut Fransız veya İtalyan olduğu hususunda iddialar bulunur.)

Adam dünyaya hükmediyor, kadınsa dünyaya hükmeden adama.

Bir kere görüyor adam kadını. Ve derler ki; O güne kadar duygusuzca sürdürdüğü cinsel hayatına "aşkın heyecanını da katma hevesine" yetmiş de artmış bu bakış.

Geceler gizli ve geceler alabildiğine karanlık. Ama nasıl oluyor bilinmez, tüm saray halkının nerede ise gözü önünde tüm "cinsel fettanlık".

Savaşlar var adamın hayatında... Kuşatmalar, anlaşmalar. Ama hepsinin sonunda "kadınla kavuşmalar."

Ve Muhteşem Süleyman'ın, savaş meydanından gönderdiği aşağıda bir örneği görülen türden mektuplar...

"Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ay’ım, can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi cennetim, kevser şarabım. Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meşalem. Turuncum, narım, narencim, hayatımın aydınlığı. Gönlümdeki Mısır’ın sultanı, varlığımın anlamı, İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevdiğim."

Ve aynı aşkla yazılmış Hurrem'in mektubu...

“Ayağınızın bastığı toprağı yüzlerce defa öptükten sonra, benim güneşim ve saadetimin sermayesi sultanım.”

“Eğer siz, bu ayrılık ateşi ile yanmış, ciğeri kebap, sinesi harap olmuş, gözleri yaşla dolmuş, gecesini gündüzünden ayıramayacak kadar hasret denizinde boğulmuş biçareyi; aşkınızla, Ferhat ve Mecnun’dan beter olmuş âşık kölenizi sorarsanız, sultanımdan ayrı olduğumdan beri bülbül misâli âhım ve feryatlarım dinmemiştir. Öyle bir hale düştüm ki, bu hasretin verdiği kahrı ve acıyı, Rabbim düşmanlarıma vermesin.”

Nasıl bir aşktır ki bu, yıllarca ne biter, ne tükenir? Uzun zaman içinde biri kız, üçü erkek... Dört de meyve verir. (Beş erkek bir kız olduğunu yazan kaynaklar da vardır)

Erkek Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük padişahı: Kanuni Sultan Süleyman... Kadınsa saraya esir bir kız olarak girip, onca kadın içinde Kanuni'nin gönlünün tek hakimi olan ıÜüRoxelanne ıÜüLisowska'dır. Bilinen adı ile Hurrem Sultan. Yani tarihte bir Osmanlı padişahı ile evlenmiş tek kadın.

Öyle büyük bir gücü vardır ki erkeğin üzerinde... En yakın arkadaşı, "mey ve saz alemlerinin yoldaşı" sadrazam İbrahim'i öldürtecek, öz oğlunu gözünün önünde boğdurtacak... İstediğini vezir yaptırıp, sevmediğini azlettirecek kadar.

Burada anlatmak istediğim Osmanlı tarihi, Hurrem'in hayatı ve entrikaları değil. Çok daha enteresan bir olay.

Hurrem Sultan, "vezirlik mertebesine yükselmesini sağlama" sözü verdiği Rüstem Paşa'yla tek kızı Mihrimah Sultan'ı evlendirerek... Şehzade Mustafa'yı ortadan kaldırmak ve kendi çocuklarından birini tahta çıkartmak amacıyla, bir müttefik kazanmak istemektedir.

Kanuni'ye bu düşüncesini açar "kadınlığının tüm hünerlerini kullanarak." Sultan da araştırmak, uygunsa "olur" vermek için, güvendiği paşalara sorar soruşturur damat adayını.

Sadrazam Ayas Paşa'ya sorar... Olumlu cevap alır. İkinci vezir Lütfi Paşa ise kıskançlığından, iftira atarak "cüzzamlı olduğunu" söyler Rüstem Paşa'nın. Hurrem'in dileğini kırmak istemediği için, üçüncü vezir 90'lık Arabistan Fatihi Süleyman Paşa'ya da açar konuyu Kanuni. Ve çok ilginç bir öneri gelir vezirden "duruma açıklık kazandıracak."

Ve plan uygulamaya koyulur.

Rüstem Paşa Diyarbakır'da valilik yapmaktadır o sıra. Hatırlı bir saray adamı olan Hekim Mahmud Ağa'yı, hediye bir bohça eşliğinde "Ne olacak ki 4-5 günlük yol" dediği kısa(!) yola gönderir Sultan Süleyman.

Mahmud Ağa usulünce karşılanır, ağırlanır Rüstem Paşa tarafından. Günlerce hediyeler taşınır kendisine, yemekler verilir şerefine

Günler bu şekilde geçer geçmesine de... Bir türlü misafirliği sona ermez. Diyarbakır civarında gezintiler yapıp, gördüklerini yazıp nakletmekle görevli olduğunu söyleyerek... Tüm çevre iller boyunca beraberinde Rüstem Paşa ile dolaşmaya başlar. Ama ne dolaşma. Konak yerlerindeki çadırlar yerine, köy kulübelerinde ve köylü yataklarında uyumayı tercih eden Mahmud Ağa'ya eşlik ederken, eziyet haline gelen bu gezinin sonunda, bitlenir Rüstem Paşa.

Saçlı dağı'na gelindiğinde ölmüş köpeklerin soğan suyu ile yıkanıp, kefenlenip, merasimle gömülmeleri... Yıkanmayı büsbütün imkansız hale getirdiğinden, kaşıntılar eşliğinde mintanının yakasını açıp gösterir Rüstem Paşa hekime. Açık yakadan göğse doğru bakan hekim, bulduğu iri biti, sevinç içinde eline alıp haykırır "Devlet kuşu başına kondu, şu hayvancık sana gelecek getirdi. Sen buna elmastan bir kafes yapmalısın, bülbül beyniyle beslemelisin... Çünkü seni o yükseltiyor."

Rüstem Paşa, Hekim Mahmud'un çıldırdığını düşündü önce. Sonra bu duruma açıklık getirdi Hekim Mahmud. Dediğine göre "cüzzamlıların vücudunda bit barınmazdı". Bunca pislik içinde dolaştırılmasına neden de buydu. Teşhis koymaktı amaç... "Şu bit bütün iftiralara cevaptır, bundan gayrı endişeye mahal yoktur... Sen 'damad-ı padişahî'sin" dediğinde hekim... Rüstem Paşa şöyle bir durdu düşündü:

"Demek ki ikbal denilen şey, bazan bir "bit"in bir bedende bulunup bulunmamasına bağlıydı! Temeli bu kadar çürük olan bahtiyarlıkların değeri, acaba ne olabilirdi?"

 
Toplam blog
: 139
: 1916
Kayıt tarihi
: 12.04.07
 
 

Bana biri kendini anlat dese, susar kalırım. Her konuda çılgın bir istekle konuşan ben, işte o anda ..