Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Nisan '07

 
Kategori
Müzik
 

İbo, Barış Manço ve Pink Floyd

İbo, Barış Manço ve Pink Floyd
 

1980’lerde henüz Türkiye’den İngiltere’ye mülteci akını başlamamıştı. İngiltere’de o zamanlar Türk deyince akla Kıbrıslı Türkler gelirdi. Az sayıda olan Türkiye kökenli Türkler ise çok büyük bir çoğunlukla ya giyim atölyesi işletmeciliği ya da kebapçılık yapardı.

Biz Türkiyeli öğrencilerden çalışmak zorunda olanları genellikle İngiltere’nin her yerine yayılmış bu kebapçılarda veya kuzey Londra’daki konfeksiyon atölyelerinde çalışırdı.

Greg, Hayri’nin atölyesinde presçilik (biz hofmancı derdik) yapan, yirmi yaşlarında, yaşam tarzı bize göre marjinal ama kendi ortamında belki “haşarı” sayılabilecek zenci bir arkadaştı.

Onun bizlere göre marjinal olan yönleri, yüklü sabıka listesindeki hırsızlık, uyuşturucu, sürücülük vs. suçları idi ki bunlar onun ortamında günlük denebilecek olaylardı.

Dinlediği müzik de bize pek uymazdı. Kendi “ceket ütüleme rekoru kırma” denemelerine konsantre olurken kulaklığını takar ve bana “taka tuka” gibi gelen tuhaf, tekno tarzı bir şeyler dinlerdi.

20-25 kişilik atölyedeki işçilerin en azından dörtte üçü Türk’tü ve sürekli Türkçe kasetler çalınırdı. O sıralar İbrahim Tatlıses’in “mavi mavi” kaseti yeni çıkmıştı. Türkiye’yi kasıp kavuran “mavi-mavi”, atölyede gün boyunca en azından iki-üç kere baştan sona dönerdi.

Arabesk müziği, yozlaşmanın, Türkiye kentlerinin köylüleşmesinin bir sonucu ve simgesi olarak kabul eden bizler atölyelerdeki bu müzik tercihlerini pek beğenmezdik ama buna karşı durmak pek mümkün olmadığından çok da kafaya takmazdık.

Greg, bir süre sonra çalışırken volkmeninin kulaklıklarını takmamaya başladı. Bir iki gün sonra "disk jokeyimize", yani kasetçaların sahibi Kıbrıslı yaşlı kadına gidip bir şeyler sordu. Anladık ki İbo’nun kaseti ona ilginç gelmişti, ya da .. , hadi itiraf edeyim “beğenmişti” ve bu kasetten bir tane almak istiyordu.

Greg bu kasedi aldı ve benim oradaki birkaç aylık kısa çalışma süremde gözlemlediğim kadarıyla bir “İbo hayranına” dönüştü.

Bu çapraz ilgi ne kadar sürdü, başka kasetlere veya şarkıcılara yayıldı mı yoksa orada söndü mü bilmiyorum ama yirmi küsur yıl sonra buradan ifşa ediyorum; İbrahim Tatlıses’in “Mavi mavi” kasedi o kadar yüz bin (veya milyon neyse) satışını sadece Türk hayranlarına yapmamıştı.

* * *

Bir yıl sonra, Westbury kentinde Pilot benzin istasyonu, Long Island, New York şehrinin 50 km kadar doğusu.

Hayatın başlama düdüğünü ertelemeye devam ediyorum. ABD’deye maceraya gelmiş Türklerin dörtte üçü gibi ben de benzin istasyonunda çalışıyorum. Yalnızım ve öyle çalışıyorum ki, haftanın altı günü 12 saat.

Yedinci gün ne yapıyorumdur sizce?

. . . Bilemediniz, Pazar günü 15 saat mesaim var.

Bu tarz bir yaşama insan ancak birkaç ay dayanabiliyor. Daha sonra, “ben kimim, burada ne arıyorum, hayat bundan mı ibaret?” gibi depresif bir psikoza giriyor ve ondan sonra önce bir-iki gün “off” yani tatil alıyor, daha sonra da lokal yaşam tarzına ayak uyduruyor ve bu da oraya geliş amacınızla genellikle örtüşmüyor.

Laurie ve John benzin istasyonunun karşısında oturuyor. Laurie öğretmen ve istasyondan her akşam bir paket Newport sigarası alıyor. Kocası rock gitaristi ve Manhattan’da bir gece kulübünde çalıyor.

Londra’da yaşadığım tecrübenin gazıyla Laurie’ye bir Barış Manço kasedi veriyorum ve “bir dinleyip bana nasıl bulduğunuzu söyleyin” diyorum.

Sonuçtan iyimserim ve bu nedenle kasedi geri getirecekleri anı iple çekiyorum.

Birkaç gün haber çıkmayınca sonunda dayanamayıp Laurie’ye soruyorum : “kasedi nasıl buldun?”

Cevap daha kötü olamaz : “Nefret ettim!”

Cevabının Türkçeye çevirisi tam bu anlamda ama bu nefret tamamen “beğeni ile ilgili”. Şaşırıyorum ve büyük bir ders alıyorum.

Anlıyorum ki taş yerinde ağır ve yerel güzellikleri ait olmadıkları yerde test etmenin bir anlamı yok. Daha sonraları rahmetli Barış Manço’nun New York konserinden sonra verilen kokteylde kendisiyle tanışma onuruna da erişmiş ve dostum Semih’le onu 15 dakika esir aldığımız sohbet sırasında bu konudaki görüşlerinin de hemen hemen aynı olduğuna şahit olmuştum.

Hoş, Barış Manço, Japonya ve Belçika’da Türkiye’dekine yakın bir şöhrete sahipti ama “evrensel” denecek kadar ünlü değildi. Ona göre bir yaşama ancak bu kadarı sığabilirdi.

Peki nasıl oldu da biz Pink Floyd’u, Queen’i, Fleetwood Mac’i böylesine beğendik?

Ya Greg'in arabesk’i benimsemesine ne demeli?

Sanırım bu sorunun cevabı “kabule ne kadar hazır” olduğunuzda yatıyor.

Son bir-iki yüz yılda Türkiye’de önce Fransız hayranlığı, daha sonra Alman hayranlığı rüzgarı esti ve şimdi Anglo-sakson yani İngiliz/Amerikan rüzgarları etkili.

Holywood’un da oldukça büyük katkısı olduğu bu rüzgar sadece bizi etkilemiyor, Dünyanın dört bir yanında esiyor. Buna içe kapanarak karşı koyamazsınız.

Greg ise muhtemeldir ki yanı başındaki Türk topluluğu ile arasında bazı ortak yönler ve sosyal benzerlikler buldu ve bu nedenle bu kültürden bir ürünü zihinsel olarak kabul etmeye müsaitti.

Kim bilir, belki de bir gün Dünyada Türk rüzgarları esip Çinliler, Hintliler, Amerikalılar Türk yaşam tarzına hayranlık duyup duvarlarına popüler Türk sanatçıların resimlerini asacaklar.

Ama eğer günün birinde böyle bir şey gerçekleşecekse bu, misyoner din adamlarını hunharca öldürenlerin ve içimizdeki farklılıkları şiddet ve baskı ile yok etmeye çabalayanların veya Hıristiyan veya Yahudi dini törenlerini ve geleneklerini yerine getirenlerin karşısında toplanıp “ya sev ya terk et” diye slogan atanların sayesinde olmayacak.

Ama Barış Manço gibi, İbo gibi bazılarımızın burun kıvırdığı müzik dehalarının bunda çok etkisi olacak.

 
Toplam blog
: 130
: 2132
Kayıt tarihi
: 28.06.06
 
 

İnsanın kendini anlatması zor, gereksiz de! Yaptığı işlere bakmak yeter, ne gerek var fazla i..