Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Aralık '09

 
Kategori
Siyaset
 

İç savaşı kim istiyor?

İç savaşı kim istiyor?
 

“Devlet, anayasasına göre liberaldi, ama yönetim ruhban sınıfı ağırlıklıydı. Ruhban sınıfı ağırlıklıydı ama özgür düşünceli yaşanmaktaydı. Yasanın önünde bütün vatandaşlar eşitti; ama zaten herkes de vatandaş sayılmıyordu. Bir parlamento vardı, fakat özgürlüğünü akıl almaz ölçülerde kullanması yüzünden genelde kapalı tutulurdu: buna karşılık bir olağanüstü hal paragrafı vardı ve bunun yardımıyla parlamentosuz olunabiliyordu ve ne zaman herkes mutlakıyetten tamamen memnun olacak olsa, saray yine de parlamenter bir yönetime dönülmesini emrediyordu. Bu devlette bu tür olaylar çoktu, haklı olarak Avrupa’nın merakını çeken ve bugün çok yanlış anlatılan, milliyetçilikten kaynaklanan savaşlar da bu olaylar arasındaydı. Bu savaşlar öylesine şiddetliydi ki, onlar yüzünden devlet mekanizması yılda birkaç kez aksar ve dururdu, ama aradaki zamanda ve devlet yönetimine ara verildiği dönemlerde herkes birbiriyle çok iyi geçinirdi ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yapardı. Aslında gerçek anlamda olan biten bir şey de yoktu.”

Avusturyalı yazar Robert Musil, başyapıtı “Niteliksiz Adam” romanında, 1. Dünya Savaşı sonrasında tarihe karışan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküş sürecindeki sosyo-politik durumunu böyle betimler. Musil’in bu dört ciltlik devasa romanı, sadece bir roman değil aynı zamanda Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” romanları gibi, felsefe, sosyoloji kitabı olarak da okunabilecek ve her satırında gerçeğin içindeki ironiyi, ironinin içindeki hakikati minik ama sarsıcı dokunuşlarla gözler önüne seren bir kara mizah şaheseridir. Musil, ömrünün tam yirmi bir yılını adadığı ve öldüğü yıla kadar üzerinde çalıştığı bu romanında, Habsburg devletinin çöküş sürecindeki sosyal atmosfer hakkında öylesine isabetli ve dahiyane tespitler yapar ki, bu saptamalar aşağı yukarı bütün çöküş ve geçiş toplumlarına uygulanabilecek cihanşümul bir nitelik taşır.

Zaten yukarıdaki alıntıya da Niteliksiz Adam’ı okurken Musil’in o geçiş sürecine dair gözlem ve tespitlerinin bugünün Türkiyesi için de geçerli olabileceğini düşündüğüm için yer verdim. Bugünkü Türkiye’nin durumuna baktığımızda da aynı çelişkileri, aynı belirsizlikleri, eskinin ve yeninin, çürüyen ve filizlenen şeylerin iç içe geçişini görmek mümkün… Bugün Türkiye bir bütün olarak çöküntüye gitmiyor belki ama Cumhuriyet’in kuruluş paradigması çöküyor. Türkiye toplumunu oluşturan kültürlerin farklılıklarının kabulü ve onların varlığına saygı gösterme yerine, her şeyin sonsuz bir tekillikte ve yapay bir homojenlikte eritilmesi çabasına dayanan Cumhuriyet paradigması, kendi ağırlığı altında ezilip yıkılıyor.

Biraz fazla kapalı bir tespit olduysa şöyle açalım: Cumhuriyet kurulurken, Türkiye toplumu farklı dinler, farklı etnisiteler ve farklı sosyal sınıflardan oluşan heterojen bir toplumdu. Büyük çoğunluğu Müslüman olmakla birlikte önemli bir gayrimüslim nüfus vardı. Ayrıca Müslüman kesimin kendi içinde İslamiyetin farklı yorumlarına dayanan mezhepler ve cemaatler vardı. Nüfusun çoğunluğu Türk’tü ve Türkçe konuşuyordu ama Türk olmayanlar da vardı. Bunların yanı sıra her toplumda olduğu gibi, sosyal sınıflar ve farklı siyasal akımlar vardı. İşte Cumhuriyet, bütün bu farklılıkları yok sayarak, her alanda tek unsurun egemen kılınması temeli üzerine inşa edildi. Yani bu ülkede yaşayan herkes Türk-Müslüman-Sünni-Laik-Kemalist olmak zorundaydı. Türk olmasa bile “Ne Mutlu Türküm Diyene” demeliydi. Anadili Türkçe olmasa bile Türkçe konuşmalıydı. Alevi olsa bile bunu dile getirmemeliydi. Hristiyansa bu ülkede yaşamasının kendisi için bir lütuf olduğunu unutmamalıydı. Devletin ve onun partisi CHP’nin ideolojisine asla muhalefet etmemeli; Ebedi Şef’in ve Milli Şef’in politikalarına itiraz etmeyi aklından bile geçirmemeliydi. Ezilen sınıflar sessizce oturup devletin onların sorunlarına da eğilmesini ve refah bahşetmesini beklemeliydi.

Tek dil, tek din, tek parti, tek lider, tek ideoloji; her alanda mutlak bir tekçilik... Her şey merkezî, her şey yukarıdan aşağıya, her şey devletin lütfuyla, devletin eliyle… “Cumhuriyetin kuruluş paradigması” dediğimiz şey budur. Tabii bu gerçek hayatta karşılığı olmayacak bir tasarıydı. “Kürt yok” demekle Kürtler buharlaşmıyordu. Bu ülkede Müslümanlık, Cumhuriyetin çizdiği çerçevede yaşanmıyordu. Siyaset alanında, herkesin sesini kesip totaliter bir ideolojinin hâkimiyetine boyun eğmesi sürgit devam edemezdi. Dolayısıyla, daha en başından itibaren bu tekçi anlayış bastırılıp yok edilmeye çalışılan kesimlerin itirazlarıyla karşılaştı. “Birinci Meclis” diye anılan 1920-23 yılları arasında faaliyette bulunan TBMM’de büyük tartışmalar oldu. Yok sayılan Kürtler defalarca isyan etti. Ancak neticede, bütün muhalefet kimi zaman açık şiddet, kimi zaman da korkutma yöntemleriyle bastırıldı.

Bastırıldı ama bunlar bastırmakla ortadan kalkacak şeyler değildi. Kendine farklı kanallar arayıp buldu. Mesela, bastırılan siyasi muhalefet çok partili hayata geçilir geçilmez çığ gibi patlayıp tek parti döneminin simgesi CHP’yi sandığa gömdü. Sınırını devletin çizip devletin tanımladığı “laiklik” çerçevesinin dışında kalan dini akımlar siyaset alanında boy gösterdi. Kürtler her vesileyle kimlik taleplerini dile getirmeye başladılar. Cumhuriyet paradigmasını çatlatan en sarsıcı darbe de Kürtlerden geldi. Ancak onu asıl işlemez hale getiren dünyanın değişimiydi. Değişen dünya 1920’lerin, ‘30’ların ideolojilerine, totaliter devlet anlayışlarına ve onun değişmeden ebediyen kalması iddiasına dayanan bu modelin en önemli mekanizmalarını bozup işlemez hale getirdi. Artık bu düzenin böyle sürüp gitmesi mümkün değildi.

Her statüko kendine bu düzenden faydalanan bir toplumsal grup yaratır ve haliyle statükonun yıkılması bunların işine gelmez. Bu nedenle statükodan faydalananlar değişime direnir ve kendileri açısından bir felaket olan bu gidişi durdurmak isterler. Buna karşılık kurulu düzenden mağdur olanlar da bu düzeni değiştirmek için çalışır. Bu da bir çatışma yaratır. Bizim ülke olarak şu anda yaşadığımız süreç tam da bu. Büyük bir değişim ve sarsıntılı bir geçiş sürecindeyiz. Böylesi anlarda her şey iç içe geçer, her şey bulanık ve belirsiz bir hal alır. “Eski” tam olarak ortadan kalkmamıştır ama artık egemenliğini sürdürmekten acizdir. “Yeni” bazı alanlarda hâkim olmuştur ama henüz her şeyi yönetmemektedir. Her an bozulacakmış gibi duran ama hiç değişmeyecekmiş gibi de görünen bir denge söz konusudur. Her an her şey olabilir ama hiçbir şey olmayabilir de… Her şey, dengesi bozulan bir bisikletçinin düşmekle toparlanmak arasında gidip geldiği o kısacık ana sıkışmış gibidir.

Paradigmanın iflası ve statükonun yıkılması kaçınılmazdı. Bir statüko ne kadar sert, katı, değişmez esaslar üzerine kuruluysa değişime o derecede dayanıksız ve kırılgan olur. Cumhuriyet tam da böylesi katı ve değişmez ilkeler üzerine kurulduğu için kırılgan bir yapı oldu. “Muasır medeniyet”e ayak uydurma iddiasıyla ortaya çıktığı halde en çok da kendini yenileme ve çağa ayak uydurma konusunda zorluk çekti. Özündeki katılık sorun çözme yeteneğinin güdük kalmasına yol açtı. Zamanında nispeten düşük bir bedelle ve belli sınırlar içinde çözülebilecek sorunlar kangrenleşti (ki, bunun en tipik örneği Kürt sorunudur). Hemen hemen hiçbir sorununu çözemediği için de bizatihi kendisi kocaman bir sorun haline geldi.

Cumhuriyet, tarihin bir dönemine özgü ve geçici olan/olması gereken bir durumu ebedi kabul edip kendine bir kutsallık atfettiği için en basit değişim taleplerini dahi “iç düşmanların ihaneti” olarak gördü. O nedenle statükoya itiraz edip bunu değiştirmeye çalışanlar “muhalif vatandaş” değil “düşman” sınıfına sokuldu. Bir zamanlar sosyalistlerin, şimdi Kürtlerin ve AKP’nin “düşman” olarak değerlendirilmesi bu bakışın ürünüdür. Eh, karşınızdakileri “fikirleri sizinle uyuşmayan kişiler” değil de “düşman” olarak görürseniz onunla ancak savaşarak mücadele edersiniz. Bu düşman içerdeyse bu savaşın adı da “iç savaş” olur. Şimdi statüko hem kendini hem de mağdurlarını bu çıkmaz sokağa sıkıştırdı. Bugün Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı ölçüde ciddi ciddi bir iç savaş ihtimalinden bahsediyoruz. İşin tuhafı, iç savaşı en çok arzulayan da statükodan zarar görenler değil, bizzat statükocular... “İmtiyazlarımız elimizden gitmesin de isterse milyonlarca kişi ölsün” diye düşünüyorlar.

Statükonun ne politik mücadeleyi, ne de bir iç savaşı kazanma şansı vardır. Bir iç savaş bizatihi Cumhuriyet idealinin kendisini ortadan kaldırır. Onun, darbe, provokasyon, Kürt-Türk çatışması, kaos planları, hukuk katakullileri vs gibi bu yolda atacağı her adım ancak kendi sonunu hızlandırmaya yarar.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..