Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Kasım '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İçimde coşan biri var

İçimde coşan biri var
 

jandarma sen kardeşimsin köylümsün, kırlarında salgın gezen köyden geldin daha dün


Tuncay: ... Hoş geldin şekilcan... Abi iyi hoş da öğlene doğru gelseydin bari. Sabahın bu saatinde ne acelen vardı.

Okan: Köy yerinde erken davranacaksın oğlum... Babacan şunların ucundan tutsana bi. İyice yoruldum artık ben... Tuncay nakliyeci aşağıda arabayı bir an önce boşaltalım da gönderelim kaptanı, işinden gücünden kalmasın adam.

Tuncay: Hacı ne yaptın böyle sen yahu. Bunlar da neyin nesi, nereyi patlattın babacan? Aaa kitaplara bak, el yazması mı bunlar?

Okan: Değil be oğlum, hadi aşağıda bir iki parça daha eşya olacak onları da çıkarıverelim.

Tuncay: Aaa ağlayan çocuk portresi de var. Nereden çıktı bunlar?

Okan: Anlatırım sonra, hadi bir el atalım şu hadiseye.

(Sonra)

Tuncay: Abi harika şeyler var burada ya, şu radyonun güzelliğine baksana.

Okan: Almancı radyosu derler ona. Ragıp dayım bisikletin arkasına bağlayıp ovaya gidermiş o radyoyla. Anasını satayım be, nereden nereye...

Tuncay: Çalışıyor hala.

Okan: Çalışacak tabi. Senin benim gibi daha kaç nesil çalgıcıyı devirir o cengaver.

Tuncay: Canım ya, şunun güzelliğine baksana ‘ses – ton – istasyon’... Aaa dünya kadar kitap var burada hafız.

Okan: Onlara bakıyorum bende. Baksana şu kitaba; Fakir Baykurt’un Efendilik Savaşının birinci baskısı. 1959 Köy ve eğitim yayınevi. Dayımın adına imzalamış hem de kitabı. ‘Sayın Ragıp Anaç’a sevgilerimle’ yazıyor.

Tuncay: Vay be... E senin dayın tanıyor olabilir mi Fakir Baykurt’u?

Okan: Niye tanımasın gezici memur olduğundan göller bölgesindeki hemen her köye gider gelirmiş dayım, aklımda kaldığı kadarıyla Fakir Baykurt’un da Yeşilobalı olması lazım, belki o zamanın şartlarında iki aydın insan bir şekilde tanışa gelmiştir ya da ben öyle düşünmek istiyorum.

Tuncay: Ne güzel kokuyor kitaplar.

Okan: Şu masayı içeriye, benim odaya kuralım be Tuncay, hadi sen de bi el atıver.

Tuncay: Masa da asaletliymiş ha. ‘gül ağacı değilem, her gelene eğilem’ durumları.

Okan: Aman dikkat... Hah şu lambayı da kurduk mu üzerine cillop gibi olacak şimdi. Şu ağlayan çocuk portresini de karşı duvara astığımız zaman tam olur memleket.

Tuncay: Babacan gel şu ağlayan çocuk resmini asma be.

Okan: Niye hacı, ne güzel işte.

Tuncay: Yani güzel ama bende pek iyi anıları yok sanki bu resmin, ne bileyim görünce içim bir tuhaf oluverdi.

Okan: Benim de öyle oldu aslında.

Tuncay: Gel beni dinle asmayalım biz bunu. Valla bak.

Okan: Sadece sana bana özgü bir durum değil ki bu. Yıllar sonra tekrar göz göze gelmek zor tabi. Çünkü biliyoruz ki ağlayan çocuk hala bir yerlerde ağlıyor. Hakkari’de, Tunceli’de, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, hatta bizim Kaleiçi’nin virane konakları arasında ağlamasına devam ediyor. Belki ona karşı kendimizi suçlu hissediyoruz, bu yüzden yıllar sonra bakacak halimiz yok ağlayan gözlerine. Bence sırf bu yüzden asalım bu resmi biz, ne zaman bu ülkenin çocukları gülmeye başlar o zaman duvardan indirip sandıklara kaldırırız.

Tuncay: Öyle olsun o zaman. Eski dostumuza kıyağımızı yapıp evin en görünen yerine konduralım kendisini.

Okan: ... Hskttrr...

Tuncay: Ne oldu hacı?

Okan: Dayımın günlüğü lan bu. Hayırsız herifler onu da atıp geçmişler depoya demek ki. Ulan... İnsan biraz atasını, ecdadını sayar, merak eder yahu. Sağ olsunlar bu benim yeğenlerin gözü Dolar’dan, Euro’dan, başka bir şey görmez.

Tuncay: Hacı bayağı enteresanmış bu be. Kaç yıllarına ait notlar bunlar abi?

Okan: 1955 – 60 arası. Öğretmenlikten kovulup köye döndüğü yıllar. Şu el yazısının güzelliğine, özenliliğine baksana hacı.

Tuncay: Babacan şimdilik kaldır bi yere.

Okan: Haklısın kaldırayım, sonra uzun uzun okuruz. Neyse en azından farelerden kurtardık.

Tuncay: Eee Okancan, hani böyle bir durumda sorulmaz ama başka bir şey kalmış mı sana? Ne bileyim tarladır, deredir, anasondur.

Okan: Yok be oğlum. Bu getirdiklerimin Sultan nenenin mirasıyla ilgisi yok zaten, dayım bu kişisel eşyalarının hepsini anneme bırakmış zamanında.

Tuncay: E şimdiye kadar niye söylememişler.

Okan: Sormadım... Neyse ki birilerinin vicdanına oturmuş da ahırdan kurtardık bunları... Bir de bazı şeyler çok tuhafıma gidiyor benim, yani saygıdan ağzımızı açmıyoruz ama...

Tuncay: Nedir tuhaf olan?

Okan: Şehirde köyü olmayanı adamdan saymazlar sanki, köye gittiğin zaman da onlar seni kabul etmez, önünde arkanda bir sürü laf döner durur. Sen de hal bilmez, üslup bilmez gibi aralarında kalırsın.

Tuncay: Belki birkaç gün daha dursaydın alışırdın mevzua.

Okan: Bana kalsa dururdum ama ‘Ayda eline kaç para geçiyor’ sorularını alacak yerim kalmadı artık.

Tuncay: Doğrudur. Sağ olsunlar Kaç paralık adam olduğumuzu hep merak ederler.

Okan: Biraz da şey var tabi. Yani boyumdan büyük laf etmek istemiyorum ama bizim köylümüzün evrim sürecindeki en önemli unsurlardan birisi Anadolu tasavvufudur bence. 12 Mart, 12 eylül derken köylü bunlardan uzaklaştırılıp vahabileştirilmek isteniyor. Şimdiki Anadolu; Yunus’un, Köroğlu’nun, Emrah’ın, Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın yeşerdiği Anadolu’ya hiç benzemiyor.

Tuncay: Dur be oğlum bu yaylaya gittin sosyolog kesildin başımıza.

(Akşam – Cumartesi sofrası)

Okan: Hacı nostaljik atmosfer yaratsın diye kırk yaşındaki radyoyu açtık orada da pop müzik çalası tuttu anasını satayım.

Tuncay: Bence kapatıp kaldıralım bu radyoyu. Yani ben kendi adıma söylüyorum mahcup oldum şu radyoya, sayemizde İsmail Y.K ile tanıştı ya iyi .ok yedik anasını satayım.

Okan: Ne bileyim abi ben türkü dinleriz diye açtıydım. Kapat gitsin o zaman. Tuncay şu bakraçta köy yoğurdu var bak, teyzem yolladı sana ‘o uzun saçlı arkadaşınla yersiniz’ diyerekten.

Tuncay: Allah razı olsun.

Okan: Bu akşamın şerefine şu testiyle bakır kupaları da kullanalım hacı, sonra yıkayıp kaldırırız, ileride çoluk çocuğumuz görmüş olur.

Tuncay: Aferin lan Okan, köye bir araba laf söyledin ama bak gittin geldin zihnin açılmış, kendini bulmuşsun sanki.

Okan: Çocukluğumun yaz tatillerinde çok sıkılırdım köyden. Öyle ya nerede bizim Şarampol sokaklarındaki hızlı, sosyal çocukluğumuz nerede Gencer yaylası. Alır götürürlerdi bizi, bütün bir tatil boyunca yoz dağlara bakar durur sıkıntıdan patlardık.

Tuncay: Oğlum yaz günü köy yerinde insanın canı mı sıkılır? Atlarsın traktöre doğru boru değiştirmeye, çapaya gidersin.

Okan: Biz de giderdik ya pek de bir işe yaramazdık oralarda. Antalya’ya dönünceye kadar tipimiz, konuşmamız, oturup kalkışımız değişmiş olurdu. Okul başladıktan bir iki ay sonra ancak kendimize gelirdik.

Tuncay: Evet abi, testi mevzuu tamamdır.

Okan: İyi de o testi öyle güreşir gibi tutulmaz hafız.

Tuncay: Ahkam kesme be oğlum. Hah oldu mu?

Okan: Çeşme gibi boşalttın mübarek, neyse biraz sert kaçtı rakı ama o kadar olsun. Babacan ya. Şımarma ama ben en çok seninle müzik yapmayı özledim lan.

Tuncay: ehe eh... ne yalan söyleyeyim ben de. Aç şu gitarı ben de getireyim klarneti.

Günün türküsü
Ay ışığı jandarmanın sürgüsünü yakıyor

Mahpus kardaş pencereden jandarmaya bakıyor

Ve diyor ki o;

jandarma sen kardeşimsin köylümsün

Kırlarında salgın gezen köyden geldin daha dün.

...

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..