Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '08

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

İçimdeki çocuk Toroslar'da

İçimdeki çocuk Toroslar'da
 

“Dağda bağın, yüreğinde dağın yok. Hâlâ ne duruyorsun evde? Sıkıldım kapalı kalmaktan. Çıkalım dağlara, biraz özgürlük tanı bana” diyor içimdeki çocuk. Bir de ses geliyor kulaklarıma Toroslar’dan: “Haydi” diyor “gel, misafirimiz ol.” Çocuk, dağa çıkmak istiyor. Amacı, elbette ne insanlardan kaçıp ıssız yerlere sığınmak ne eşkıyalık yapmak ne de devlete karşı gelmek. O, yalnızca uyanan doğayı ziyaret etmek, dolaşmak ve temiz hava almak istiyor.

Haklıydı. Bindik arabaya ve koyulduk yola. Ver elini Sele yokuşu. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla çıkıyoruz. “Bak” diyor yanımdaki çocuk “sarılara bürünmüş deve azganları. Ne kadar da şirinler çiçeğiyle, dikeniyle!” Yaşam gibi, diyorum, gülünü seven dikenine katlanır. Yol boyunca papatyalar dizili, bir bakan karşılayan ilkokul çocukları gibi.

“Sıcak geldi” diyor çocuk ve ceketini çıkarıyor. Makilerin arasında keçiler yayılıyor, uzaklarda gökyüzündeyse küme küme koyunlar dolaşıyor. Arazi, engebeli ve taşlık. Boşuna dememişler Taşeli diye. Küçük küçük sekilerde mor sümbüller açmış. “Dur” diyor çocuk “inelim, şu pırnalların arasındaki nergisi koparıp koklayayım. Çekiyorum arabayı yolun iyice sağına. İniyoruz. Ben, bir sümbül koparıp koklayarak çıkıyorum bir kayaya ve oturuyorum. Çocuksa koşup koşup atıveriyor kendini papatyaların üzerine. Sümbül kokusu sarmış ortalığı. Dilime takılıyor Aşık Veysel’in bir dörtlüğü.

Sümbül der ki boynum uzun

Yapraklarım dizim dizim

Beni ak gerdana dizin

Benden âlâ çiçek var mı


Mor sümbüllü mavi dağlar

Yarim gurbet elde ağlar

Hafiften bir lodos esmeye başlıyor. Denizden gelen dalga dalga yosun kokusu karışıyor sümbül kokusuna. Ta uzaktaki tarlada iki erkek ile bir de güneybatıdan gelen yel, alıp götürüyorlar beni Antik Yunan’a.

Mitolojiye göre Hyakinthos, çok yakışıklı, ölümlü bir delikanlıdır. Onun güzelliğine hayran kalan Apollon, ona yürekten bağlanır ve arkadaşlık teklif eder. Hyakinthos da bu arkadaşlığı kabul eder. Meltem Tanrısı Zefiros da vurulur delikanlıya. Ama Hyakinthos, Zefiros’u reddeder. Zefiros deliye döner. Onun Apollon ile olan sıkı fıkı dostluğuna dayanamaz. Kıskançlığından kudurmak üzeredir.

Bir gün Apollon ile Hyakinthos disk atışı yaparlarken, Zefiros, Apollon’nun fırlattığı diski üfleyerek Hyakinthos’un başına çarptırır. Delikanlı da oracıkta ölür. Bu olaya çok üzülen, umarsız Apollon, arkadaşını bir çiçeğe, sümbüle dönüştürür.

Çocuğun oflayıp puflaması çekip çıkardı beni bu düşsel yolculuktan. İndim kayadan, vardım çocuğun yanına. Parmağını emip duruyordu. Sümbül toplayacağım derken pırnal yaprağının dikeni batmış eline. Yerde birkaç kızıl leke. Kan damları değil bunlar. Kıpkırmızı dağlaleleri.

Menekşe Deresi’ne inmeden sola sapıyoruz. Bir tepede park edip iniyoruz arabadan. Çam kokuyor her taraf. Mis gibi havayı dolduruyoruz ciğerimize. Sağda, aşağıda göz alabildiğine kıvrılarak akıp gidiyor dere. Soldaki kayalık arazide küçücük sekiler. Develik, meşe, çobançırası, melengiçler komşu olmuş birbirlerine. Kayaların dibinde küme halinde, çalıların dibindeyse tek başına yetişen ve papatyayı andıran dağ şakayıkları bir diğer adıyla yoğurt çiçeği gülücük dağıtıyor bana ve yanımdaki çocuğa. Beyazından tutun ta pembe ve moruna değin. Onlar da giriyor fotoğraf karelerine tıpkı nergis ve dağlaleleri gibi.

Yeniden biniyoruz arabaya. Etrafı kızıl çamlarla çevrili yolda ilerliyoruz bir süre. Bir tepeye yaklaşırken “Dur” diyor çocuk “bir bitki gördüm, kocaman üçgen şeklinde dalı vardı. Dalının da üstüne sanki yeşil çam iğneleri düşmüştü. Çekiyorum arabayı iyice sağa. Gövermeye başlayan meşelerin arasındaki bitkiyi gösteriyorum çocuğa. Onun dediği gibi üçgen şeklinde kocaman birkaç dal vermişti bitki. Bu mu diyorum. Evet diye yanıtlıyor çocuk. “Dedem değneği”, “dedem kamışı” ya da “çavşır” denir buna. Yaşlılar kullanır onu diye de ekliyorum. Bitkinin ortasından bir kamış çıkar, boğum boğum. İçi doludur kamışın. Kuruyunca sert ve hafif olur. Baston yapılır ondan. Dedem değneği diye de bundan demişler. Yaşlılar kullanır onu deyince aklıma Osman Şahin’in bir öyküsü geliyor. Evinin önünde çavşır yetiştiren, iki evli o yaşlı adam gelip dikiliyor gözümün önüne.

Bir sincap koşuyor yaşlı meşeye doğru. Çocuk da peşinden gidiyor. Oturuyorum bir çömenin önüne. Defterime gördüğüm bitkileri izlenimlerimle birlikte yazıyorum, ileride belki yöremiz bitkileri diye bir kitap olur diye. Yazarken hüzünleniyorum birden. Kolay mı kitap bastırmak, kim satacak, kim alacak? Yüreğimin burukluğu yüzüme yansımış olmalı ki çocuk sordu: “Neden kaçtı neşen?” Böyle bir kitaptan söz ettiğim zaman “Parana yazık değil mi? Hem neye yarayacak” diyenleri anımsadım bu taş yığınının yanında. Çocuğu yanıtlamadım. Yalnızca ona sana bir fıkra anlatayım mı dedim. “Haydi, haydi” dedi iki elini birbirine sürterek. Gözleri sevinçten pırıl pırıldı oldu.

Bir gün Temel ile İdris limanda dolaşırlarken, yaklaşan bir yat görmüşler. İçinde bikinili kızlar varmış. Güzel mi güzel kızlar.Tanrının özene bezene yarattığı kızlar. Bizimkiler hemen koşmuşlar kıyıya. Yardım etmişler teknenin bağlanmasına. İnen kızlar sarmış Karadenizli dostların çevresini. İçlerinden bir güzel, İngilizce bir şeyler sormuş. Yanıt yok. Kız başlamış Almanca konuşmaya ama yine yanıt yok. Bu kez de Fransızca sormuş, turist kız. Bizimkilerden çıt çıkmayınca da yürüyüp gidiyorlarmış çarşıya doğru. Arkalarından bakakalan İdris, Temel’e dönmüş ve “ Keşke bir yabancı dil bilseydik” demiş. Temel, hemen yanıtlamış İdris’i: “Neye yarayacak? O kız, bir değil üç dil birden biliyor. Ama baksana derdini yine de anlatamıyor.”

“Bu fıkrayı neden anlattığını çok iyi anladım ama bu konuda konuşmayacağım” dedi çocuk ve ekledi “Haydi, var mısın baldıran kökü yemeğe?” Varım dedim. Bindik arabaya. Şimdi de Kalebeleni tarafına gidiyoruz. Çeşmeden sağa saptık. Yol boyu sütleğenler. Onlar da çiçek açmış. Biliyor musun diyorum çocuğa. “Daha sormadın ki nereden bileceğim” yanıtı, güldürüyor beni.

Dinle bak. Çocukluğumda, İncekum tarafında sığır güderdik. Öğleyin de hayvanları Büyükalan’daki Köşk deresinde sulardık. Gelirken bu sütleğenlerden kucak kuçak yolar getirirdik. Onları, sığırlar yukarıda sulanırken biz de derenin denize döküldüğü yerin biraz yukarısına atıverirdik. Biraz sonra kefaller kabak gibi suyun yüzüne çıkardı. Girerdik dereye ve elimizle birer birer toplardık balıkları. Sonra da pişirip yerdik. “Vay sizi gaddarlar vay” dedi çocuk.

Yol sapağına gelmiştik. Toprak yola girdik. Araba hoplaya zıplaya ilerliyordu. Neyse ki çok sürmeden vardık Kalebeleni’ne. Burası, kimi yeni kimi eski birkaç evin bulunduğu bir mahalle. Badem ağaçları bembeyaz olmuş çiçekten. Kale yıkıntısının bulunduğu tepeye doğru ilerliyoruz. Taşların arasında, aynı kökten gelen birkaç dal üzerinde, kalp şeklinde yeşil yapraklarıyla baldıranlar karşılıyor bizi. Sağa sola bakınırken evinin önünü süpüren bir kadın ilişiyor gözüme. Gidip ona baldıran sökeceğimizi ama kazmamızın olmadığını söylüyorum. O da veriyor. Taşları çekiyorum bir kenara ve başlıyorum kazmaya. Bir süre kazdıktan sonra bakıyorum kök hâlâ derine gidiyor. Biraz daha, biraz daha. Sonunda iki elimle tutup asıldım. Kök, kopup geldi. İnce uzundu, üzerindeki kahverengi kabuğu soyup beyaz kısmı yemeye başladık. Baharatlı ve hoş bir tadı vardı. Kadına teşekkür edip kazmayı teslim ettik.

Geri dönüyoruz artık. “Soğalak sökmeye de gidelim mi” dedi çocuk. Daha zamanı değil dedim. Nohutlar şöyle bir karış yükselsin bakalım. Ancak o zaman ortaya çıkar kenger. Nerden aklına geldi şimdi kangal kökü? Ağzımı sulandırdın. “Zamanı gelince beni götürür müsün soğalak yemeye” diye sordu. Söz verdim ve saptık dönüş yoluna.

İniyoruz sahile doğru. “Çok sıcak” dedi çocuk “keşke bir dondurma olsaydı da yeseydik!” Söyle bakalım, dedim ona dondurmanın hammaddesi nedir. “Bunda bilmeyecek ne var? Salep” yanıtını verdi. Salep yumrusu yedin mi hiç? “Hayır, yemedim”

-Denemek ister misin?

-Ciddi misin? Salep çıktı mı, yani?

-Tam zamanı. Şu ileride olacaktı. Haydi, bakalım.

-Aslansın, sen.

Sele Mahallesi, geride kalmıştı. Biraz sonra anayoldan saptık. Geniş ama toprak yolda ilerliyoruz. Kuru dere boyunca gidiyoruz. Çaltılar henüz kış uykusunda. Yol kenarında çirişotları boylanıp beyaz çiçek açmış. Dönemeçte duruyoruz. Çocuk benden önce fırlıyor dışarıya.

-Hani, nerde?

-Bekle, yavrum. Arayacağız. Ben geçen yıl burada görmüştüm. Salep, kalkerli topraklarda, pırnal, çobançırası ve çaltı diplerinde yetişir. Bazen aynı özelliği taşıyan açık arazide de olur. Geç yolun karşısına. Çıkıp bakalım.

-Nasıl tanıyacağım onu?

-İri, uzun, ucu sivri, üzeri lekeli, dört ya da beş yaprağın arasından, iki yaprağa sarılı mor ya da yeşil bir sürgün çıkar. Mor sürgünün çiçeği mor; yeşil gövdenin çiçekleri beyazdır. 20 ya da 25 cm boyundaki bu ince, silindirik gövde belirli aralıklarla çok küçük, yapraksız sekiz civarında dala ayrılır ve çiçekler bunların ucunda açar. Salep çiçeği üç parçadan oluşur: İkisi kulak şeklinde yandadır. Ortadaki parçadan bir dudakçık sarkar. Çiçeğin bu parçası, lekeli olup diğer bölümlerden büyüktür. Dudakçığın arka kısmından bir parça da ters yönde uzar ve mahmuz denilen uzun bir çıkıntı meydana getirir.

-Botanikçi kesildin, başımıza.

-Yok, oğlum. Ben bunları kitaptan okumadım. Çocukluğumda oğlak güderken öğrendim. Ha, istiyorsan, sana biraz da bilimsel bir şeyler söylerim.

-Haydi, salebi ararken konuştur bakalım bilimselliğini.

-Aradığımız salep, ülkemize özgüdür. Bu nedenle adı da “Anadolu orkidesi”dir.

-Vay, be! Demek Anadolu orkidesi ha?

-Bak, bak; şu mu?

-Evet, ta kendisi.

-Çiçeğine iyi bak. Bakalım hangi hayvana benzeteceksin?

-Kurt başı gibi ama tavşana da benziyor.

-Tavşana benzetenler fazla olmuş ki bitkinin yöresel adı “tavşan topuğu”dur.

-Çok güzeller. Ama neden az? Baksan sadece üç tane.

-Yumruları çok para ediyor diye bir zamanlar çok kazdılar. Şimdi ise nesli tükenmek üzere.

-Ah, şu para yok mu? Onun uğruna yok ediyorlar doğayı.

-Ben bunu sana gösteriyorum ama bilmiyorum sen yarın onu çocuğuna gösterebilecek misin?

-Fotoğrafını çekelim. Ölümsüzleştirelim onu. İleride bulamazsam, ben de çocuklarıma fotoğrafını gösteririm.

-Al, çek bakalım. Sadece birini kazacağız. Yumrularını göreceksin. Sonra da yıkayacağız. İster haşlanmış istersen çiğ yiyebilirsin.

-Sen çocukluğunda nasıl yapardın?

-Salep yumrular sökülüp yıkandık. Bez torbaya konmuş, taze çökelekten sızan sarı suyla da pişirir ve serip kuruturduk. Babam götürüp satardı. Yemezdik çünkü iyi para ederdi. Ama ben sökerken çiğ yerdim, çaktırmadan.

Kazdık. İki yumrusu vardı. Çocuk, yumrulu, çiçekli salebi eline aldı. Evirdi çevirdi inceledi. “Yemeyelim de götürüp evin önüne dikelim” dedi, hüzünlü bir ses tonuyla.

Döndük arabaya. Konsoldaki bardağı aldı, içine biraz su koydu. Salebi de bıraktı içine. Çalıştırdım arabayı. Geri dönüp anayola çıktık.

Çocuğun neşesi kuş olup uçmuştu sanki. Konuşmuyordu nedense. İnişe geçeceğimiz sırada, bak karşıda adalar, masmavi Akdeniz. Kristal kent Aydıncık, bizi bekliyor dedim. Omzunu silkti. “Bana ne” dedi “varınca beni yine içine tıkacaksın. Tanrı bilir bir daha ne zaman özgür olacağım.”

Senin kanında var Yörüklük. Dağların özgür çocuğusun sen. Biliyorum, sen de Adonis gibi hep yeryüzünde, açık havada olmayı seversin. Söz veriyorum sana, kapatmayacağım seni içime.

Bunun üzerine çocuk başladı Livaneli’nden bir şarkı mırıldamaya:

Geri gelen sağlığa

Geçen her tehlikeye

Yazarım ben adını, yazarım

Bir sözün coşkusuyla

Dönüyorum hayata

Senin için doğmuşum haykırmaya

Ey özgürlük!

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..