Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mayıs '08

 
Kategori
Anılar
 

İçimdeki çocuk yine kıpır kıpır

İçimdeki çocuk yine kıpır kıpır
 

İçimdeki çocuk yine kıpır kıpır… Her şeyden önce o çocuğun oluştuğu, şekillendiği yıllara doğru hızlı ve gelişigüzel uçuşlar yapıyorum, bir martının havadan denize anlık iniş kalkışları gibi, hafızada sabitlenmiş hatırlanmayı bekleyen noktalara dalışlar yapıyorum…

Yedi yaş… Babamın uzun dönem savcılık yaptığı Samsun’da, tepelik bir mahallede, yüksek blokların birinde, deniz manzaralı evimizde oturuyoruz. Annem çok alımlı ve daima bakımlı bir kadın, ama babamın meslektaşlarının eşleri gibi günlerde ve konken partilerinde zaman geçirmiyor, evde dikiş dikiyor akranlarına ve aile bütçesine katkıda bulunuyor. O dikiş dikerken ev ve çocuk işlerine yardımcı olsun diye bir de Sema Abla var hatırladığım, sevimli ama biraz safça bir kızcağız…

Kahvaltıda yemek istemediğim yumurtayı ona yedirip, tok numarası yapabiliyorum. Yaşı kaç olursa olsun biraz saf biri varsa çevremde, muzip ve masum oyunlarıma alet edebiliyorum. Cimcime… Durduğu yerde durmayan, sevimli ve her gittiği ortamda ne yapıp edip gönülleri fetheden bir çocuk var orada, görüyorum, bütün şanslı çocuklar gibi hayatın gerçeklerinden soyutlanmış, mutlu ve dünyanın merkezinde olduğunu hisseden o küçük, lüle saçlı, kısa etekli kızı…

Evde ağabeyimle çeşitli oyunlar oynuyoruz, yastık fırlatma savaşı. Ama elbette abi benden fizik olarak daha güçlü ve üzerime gelip pes dedirtecekken, divana kendimi geri devirip, ayaklarımla pedal çevirme hareketi yapıyorum ve yaklaşmasına engel oluyorum… O da zaten kıyamıyor ve birlikte pes ediyoruz. Kardeşini çok seviyor ve daima koruyor sokaktaki diğer yaramaz çocuklardan… Ben hepsinden daha yaramazım ama. Diğerlerini bir merdiven altında karşıma diziyorum ve onlara hayal dünyamdan bulup çıkardığım bir dolu hikâye anlatıyorum, hepsinin gözleri fal taşı misali açık, soluk almadan beni dinliyor, izliyorlar.

Şimdilerin futbolcu Tanju’su o zamanlar bizim mahallenin yine çok top oynayan afacan başka bir çocuğu ve bana güya aşık, aklı fikri etek kaldırmak. Abim bir gün yine beni ondan korumak için evde babaannemin “oğlum bu tereyağlı ekmeği ye, tüm oğlanları bir çırpıda dövebilir, yere devirebilirsin …” lafı üzerine söz dinleyip ekmeğini yedikten sonra, He-Man pozlarında Tanju’nun karşısına çıkıyor “gel ulan kardeşimin eteğini kaldırmak neymiş sana göstereyim“ diyor; ama Tanju kendi yaptığı sopa ve kalın ipten oluşan kırbacı ile ağabeyimin kırmızı şortundan arta kalan çıplak bacaklarına yaralar, izler bırakan darbeler savuruyor… Emre çaresiz eve dönüyor, önce babaanneme, onu kandırdığı için, sonra da bana kısa etek giydiğim için kızıyor.

Ailece yeni bir yere gittiğimizde ben önce ortamı keşfeder ve oradaki insanların bir bir yüzlerinin gülmesini sağlardım ve ailenin diğerleri, İlke’nin annesi, İlke’nin babası, İlke’nin ağabeyi olarak anılırdı… Eve gelen misafirlere konser verir, Türk filmlerinden küçük sahneler oynardım, ağabeyim de taklitler yapardı... Elime kibrit kutusunu alır, eteğimin bir ucunu tutup sallayarak ve sağa sola salınarak söylerdim gülen şımarık çocuk yüzümle “Buruk Acı “ şarkısını…

Annem evde temizlik-düzen işleri ile yoğunlaştığı için akşam kapıdan baba girince başka şenlik başlar ve uçsuz bucaksız oyunlar, masallar bizim olurdu. Evde saklambaç oynayıp üçümüz ortalığı talan ettiğimiz zamanlar annem çıldıracak gibi olur ama onu da oyuna katar hep beraber yemek masasının etrafında dönerdik ve sonunda o da pes eder ve gülerdi halimize… Babam işten gelirken iki tane farklı çikolata getirir ama oyunsuz ve kolay yoldan vermek istemezdi. Evin en bulunmadık yerlerine onları saklar, “hadi bakalım cücüklerim, çikolata bulanındır“ derdi. Ağabeyim aranır taranır ortalıkta koşturur dururdu, ben de önce biraz bakınır sonra babamın etrafında çeşitli şaklabanlıklar yapar, annemle mutfakta yalnız kalmalarına engel olurdum. Babam da hem anneyle koklaşmaya bir an önce devam edebilmek hem de bana sevimliliğime dayanamayarak, “geh bili bili…” ile başlayan bir hareket yapar, kulağıma eğilir, söylerdi yerini… Hemen bulur yerdim çikolatamı, başarmış bir eda ile bacak bacak üstüne atıp. Emre ağzının suları akarak bana bakardı, ucundan azıcık verirdim ona ve kalanı bitirirdim. Emre, sonunda çikolatasını bulduğunda ben onun karşısına geçip yalandıkça ve kurnazlık edip işin kolayına kaçmış olduğum gerçeğini kendimde unutarak “neyse olsun ben zaten yedim, tabi bu senin hakkın“ dedikçe, garibim yarısını kopartır verirdi bana…

Babam ve annem çok kardeşli ailelerden geliyorlardı ve ailelerinin en büyük abla ve ağabey kardeşleri olan Necati ve Ayla’nın çocuklarını hepsi seviyorlardı. Onlar, renkli ve sıra dışı insanlardı; kendi abla ve ağabeylerini örnek alarak büyümüşlerdi. Oğuz Amca denizcidir, son derece ince ruhlu, centilmen, bakımlı ve güleç bir adam. Samsun’a gelen gemileri penceremizden izlerdik ve ne zaman amcamız gelecek diye beklerdik. Amca, sabahın çok erken saatlerinde biz uykudayken gelirdi, bir elinde çikolata, kitap dolu bir torba diğer elinde balık dolu başka bir torba ile… Uykudan gözlerimizi açıp denizci amcamızı görünce güne çığlıklar içinde ve düğün havasında başlardık... Oğuz Amca bir yaz tatilinde beni İstanbul’da yaşayan diğer akrabalarımızın (babaanne, dede, amcalar ve hala) yanına götürmek için bir gemi yolculuğuna çıkarttı... Muazzam bir yolculuktur, hayatımın içinde, mutluluğa dair derin izleri vardır bu derin denizlerden geçtiğim yolculuğun. Kaptan yardımcısı olan amcamın kamarası çok güzeldi, orada uzanıp ayak parmaklarımızı seyrederdik. Amcam ayak parmaklarını üst üste getirir küs gibi bir hareket yapardı, ben beceremezdim ama denerdim, sonra gözlerimizi kapar burnumuzu havaya kaldırır, sevdiklerimizin kokusunu canlandırırdık. Gemideki herkesle dost olmuştum, kaptan köşkü, makine dairesi, mutfak, girmediğim yer kalmamıştı. Amcam başlarda bir gemi yolculuğunun bende sürekli bir bulantı ve baş dönmesi hali yapmasından endişeleniyordu; ilk gün kısa bir süre bunu yaşayıp atlamama sevindi. Bir akşamüzeri güvertede denizi izleyen amcamın yanına gittim, Richard Gere’i andıran yakışıklı amcam uzaklara dalmış, sessizce manzarayı izlerken, ben sessizliği bozan olmak istedim:

“Gökyüzü ve deniz ne kadar mavi ve bulutların pembeleri sanki fırça sürmüş gibi. İnsan ressam olup resim yapmak istiyor dimi, amcacım…“

Amcamın kafasındaki bulutlar o an dağıldı ve gülmeye başladı, başımı okşayıp öptü beni, sonradan da o anı anlatır durur, bu 8 yaşındaki sanat ruhlu kızın şirin ve baştan çıkaran küçük anısını.

Babaannem, gençliği çok hareketli geçmiş bir Yörük kızıdır. Bize eskiye dair kendi masallarını anlatıyor ve bir yandan da içli köfte yapıyor, orada olamayanların hakkını da buzluğa kaldırıp saklıyor. Masamız hep kalabalık, dedem tahinli turplu mezesi ile rakısını içiyor akşamları… Yurtdışında yüksek yapmış bir başka amca var o da soframızda. Ümit Amca masaya şarap getiriyor ve ben dâhil herkese koyuyor. Avrupa’da çocukların da az miktarda içebildiğini, bunun zararlı olmadığını, hatta şarabın dozunda içilirse faydalı bile olduğunu söylüyor. Hayran hayran bakıyorum amcaya ve bayılıyorum bu fikrine.

Ümit Amca her sabah uyandığında ilk iş banyoya giren, duşunu alıp ve mis gibi kokular sürdükten sonra öylece güler yüzüyle kahvaltıya gelen bir adam. Onun çıktığı banyo buharlı, parfümlü ve sıcak kokardı. Evde amcaların ve en küçük kardeş halanın kitapları ve plakları var, genellikle Joan Baez ve Bob Dylan çalıyor. Okuyor, sinemaya gidiyor ve birbirlerini çok seviyor bu büyük ailenin kardeşleri… Onların bu entelektüel hayatından ben de payıma düşeni alıyor, sık sık sinemaya götürülüyordum. Bendeki sinema sevdasının ilk tohumları o zamanlarda atılmıştı demek.

Babam, o yıllarda ülkemizde ve dünyada yaşanan yoğun ve çalkantılı siyasi-sosyal olayları yakından izliyor, ama bizim çocuk dünyamıza bunu yansıtmamaya çalışıyordu. Radyo haberlerini kaçırmadığını anımsıyorum ve de çok okuduğunu… Zaman zaman dostlarıyla benim hiç anlamadığım bir dilden koyu sohbetlere dalarlardı. İçinde “sosyalizm, hümanizm, Mao, Lenin, propaganda, proleter” gibi sözcükler geçerdi, galiba önemli şeylerdi ama ben bunlardan hiç anlamıyordum. Genelde çok konuşmayan babam, ona soru sorduğumuzda da anlatmayı ve bilgisini de paylaşmayı severdi. Sonra da sırtımıza hafifçe vurarak “hadi şimdi sofraya” der derinleşen konuyu dağıtırdı. Yemekte, Emre ile bana şaşırtmacalı sorular sorardı:

“söyleyin bakalım,

(cılız bir sesle) 999999 mu büyüüüüük,

Yoksa (kükreyen bir ses tonu ile) 1010 mu?”

İlkokul üçüncü sınıftayız, Ankara’ya gelmişiz. Anne ve baba arasında hissettiğimiz bir gerilim ve huzursuzluk var. O yıl ayrılıyorlar ve biz annem ile Ankara’da kalıyoruz. Babam çeşitli illere sürgün gidiyor ve hasretler, dolu dolu yazışmalar, kavuşunca masallardaki kadar güzel lunapark maceraları yaşanıyor. Anne bizimle yeni bir hayat mücadelesi veriyor. Resim dersleri almaya başlıyor, bir devlet dairesinde teknik ressam kadrosu ile çalışmaya başlıyor. O dönemde de daha çok annemin Ankara’da yaşayan akrabaları ile yakınlaşmışız.

Anneannem dominant bir kadın modeli. Güzel, bakımlı, daima lükse ve saltanata düşkün bir keyif kadınıdır. Evi, çeşitli süslü eşyalarla dolu, renkli ışıklar ve renkli duvarları ile bir çeşit saray yavrusu mu demeli yoksa pavyon mu belli değil. Anneannem sürekli radyo dinler, konuşurken dahi ağzından sigarayı bırakmadığı gibi, onu düşürmemekle de büyük bir yetenek sergilerdi. Kitsch desenli kimonoları ve sabahlıkları ile evde salınır, güzel balkonunda beyaz masa örtüsünü yaydığı sofrasında porselen tabak ve bardaklarda çaylar içilirdi. Annemler beş kardeşlerdi, küçük teyzem ise o dönem Hacettepe Kimya’da okuyor ve zamanın devrimci gençlerinden. Anneannenin kürküne inat, üzerinden parkayı çıkarmıyor. Elinde sazını ve kitaplarını sık gördüğüm solcu bir de yoldaş aşkı var, Ali… Genç teyzem Leyla’nın odasının duvarlarında Che‘nin posterleri, radyosunda anneannemin baskın çıkan radyosundan gelen Müzeyyen Senar şarkılarına kontrast “tütünsüz uykusuz kaldım, terk etmedi sevdan beni...“ çalıyor.

Anneannemin ailesi ise Ohri’den göçmüş ve Bursa civarlarına yerleşmiş bir geçmişe sahip. Bir tatilde de anneannem beni alıp Bursa’ya götürmüş gezdirmişti. Sonradan öğrendim ki oraya evlenmeden önce aşık olduğu sevgilisini görmeye gitmiş ve beni de bahane etmişti. Ne aşkmış ve ne bocalamış bir dönem, şimdilerde duyuyorum beş çocuğu varken neredeyse evi terk edip ona gitmek istediğini… Belli belirsiz hatırladığım yeşil gözlü yakışıklı bir adam. Şair ruhlu ince bir adamdı, sevmiştim onu da. Dedem ise hiç dünya insanı değildi, sağlık memuruydu ve çalışkandı. Daima temiz takım elbisesiyle, elinde çanta koşturur durur, eve gelir, ev işlerine de yardımcı olur, az konuşur ama hep yüzünde huzur ve tebessümle salınırdı. Bağnaz değildi, dindardı ve eşi dâhil kimseye karışmazdı. Sesi de güzeldi, bir şeyler söylerdi sanki… “sordum sarıçiçeğe…” Hoşuma giderdi o da, mavi gözlü güzel bir dedeydi.

Dedem 65 yaşında iken vefat etti ve anneannem saltanatlı yaşamını asla terk etmedi, evinde daima güzel müzikler, yemekler ve şık kıyafetleri, ojeli tırnakları ile Valide Sultan edasında saygı görür, gezdirilir ve bakılırdı. Beni nedense o da çok severdi. Ölümüne yakın dönemde akşamüzerleri evine çağırır, balkona sefa sofrasını kurar “yak bakalım bir sigara torun“ der keyif içinde anlatırdı, bazı kişiler için dili eşekarısı gibi sert olan anneannem bana güzel şeyler anlatır ve beni de keyifle izlerdi. “bu renk sana çok yakışmış, şu ayakkabını nereden aldın, şu eski elbisemi giy de bir de senin üzerinde göreyim “ derdi. Ben de onu kırmaz, dileklerini yerine getirirdim. Gülerdi ve beni ellerini çırparak izlerdi ağzında yine sigarası dururken.

…Yıllar sonra, yani çocukluk yıllarını geride bırakıp, fotoğraf üretimine gönül vermiş bir kadın olduğum günlerdi, çok değil, bundan 7-8 yıl kadar önce….Yine bir gün bana modellik yapan bir arkadaşımla evde fotoğraf çalışıyordum. Salonumda aydınlatmalar, birçok kostüm, açık müzik ve darmadağın bir haldeyiz. Kapı çaldı ve anneannem habersiz geldi “siz hiç bozmayın keyfinizi, ben çayımı alır bir kenarda oturur, sizi seyrederim“ dedi… Bir an çağrışımlar içinde baktım ve onu da çalışmalara katmaya karar verdim. Koyu ve abartılı bir makyaj yaptım, yaşlılıktan kırışmış yüzüne, hiç ses etmedi, poz poz çektim fotoğraflarını onun da. Mercimek köftesi yapmıştım ve çayımızla birlikte yedik.

Aradan zaman geçiyor o, evinin banyo fayanslarını değiştirmeye karar veriyor ve modeller seçiyor. Evde ustalar varken kendisi mutfakta her zamanki gibi ağzında sigarası ile. Bir anda yere yığılıyor ve ustalar bize kötü haberi veriyor. O günden sonra hastanede altı ay yatıyor, felç olmuş… Felçli hastaların kısa dönem açılmaları olurmuş, öyle bir gününde hastanedeki bakıcılara telefonumu tuşlatarak arıyor beni, yamuk ağzı ve zor çıkan sesi ile “İlke şimdi beni iyi dinle, radyomu, yeşil tabakları, yeşil bardakları ve çatalları evimden al, cola getir ve baklava yaptır, hepsinin parasını ben vereceğim sen bir tek mercimek köftesi yap, tanıdıklara, ustalar dahil herkese haber ver, yarın hastanede odamda iyilik partisi yapalım, ben iyi oluyorum, İlke’nin iyilik partisi olsun adı” dedi. Telefonu kapattım, şaşırmış mı yoksa ciddi mi anlayamadım ama ben son günlerini yaşayan bu kadın için önceden de dileklerini yerine getirdiğim gibi sırayla hepsini yaptım ve gerçekleştirdik iyilik partisini. Hatta misafirlerimizden sesi güzel olan Mehmet Ağabey, onun yanına oturup sevdiği şarkıları söylemeye başladı “İçimdeki özlemi uyutamıyorum ya, gözlerimdeki nemi kurutamıyorum ya, o siyah gözlerini o şirin sözlerini…” Bir ara gözler yaşardı şarkının duygusal etkisi ile, sonra anneannem havayı dağıttı yamuk ağzı ile “İlke beni Müjde Ar’ın annesi gibi boyadı, fotoğraflarımı çekti, çok film bu kız yahu…”

Bu kız çocuğu daha ne filmler çekecek ah anneannem… Ama sen göremeyeceksin…

 
Toplam blog
: 25
: 1059
Kayıt tarihi
: 16.01.08
 
 

İşletmecilik eğitimi ve sonrasında finans sektöründe bir dönem profesyönel çalışmanın dışında, 19..