Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Eylül '15

 
Kategori
Deneme
 

İçimi ortalığa döktüm, eski bir iskemle çıktı

İçimi ortalığa döktüm, eski bir iskemle çıktı
 

Yaşadığım yer hiç cennet olmadı. Çocukken de savaş haberlerini ve öldürülen askerleri izlerdik kumandasız televizyonumuzda. Eğer bir yerlerde öldürülüyorsa insanlar, öyle başka kanala geçince magazin ya da evlilik programlarına atlayıp dünya değiştiremezdik de aslında. Ama çocuktuk işte. Kravatlı ceketli sıkıcı adamların anlattıkları olağanüstülükler bize pek olağanüstü gelmediğinden olsa gerek kendi eğlencemize bakar, varsa ödevlerimizi yapıp sokağa fırlardık ve oyun kardeşliğinde eğlenceli bile gelirdi hayat. O siyah beyaz adamlar konuşmaya başladığında odalar anlaşılmaz bir sessizliğe bürünürdü ve çocuklar ağızlarını açacak ya da mızmızlanacak olsalar kuvvetli bir “şişşştt” le uyarılırlardı. Büyüklerin neden bu kadar sıkıcı şeyler izlediğini anlamaz ve sobanın sıcaklığından nasibini alan tek odada öylece beklerdik televizyonda daha eğlenceli şeyler çıksın diye.

Gençlik başımıza duman sardığından olsa gerek yine pek görünür değildi ülkenin ahval ve şeraiti. Daha bir renklenen televizyonlarda sabırsızlıkla beklediğimiz çizgi filmlerin yerini arkası yarın latin dizileri almıştı artık. Akşam olup bütün aile üzerinde demlik tıslayan sobanın başına geçtiğimiz kış günlerinde, büyükler yine ajans saatini bekler ve içinde Demirel, Çiller, Özal falan geçen o sıkıcı haberleri izlerdi. Bolca milletvelili, meclis, başbakan, Ankara, güneydoğu, terör, şehit kelimeleri duyar , biraz sessiz kalır ve sonra günlük olaylarımıza geri dönerdik. Arada balkona çıkıp 1 dakika için ışıkları yakıp söndürerek tencere tava çalar, haklı tarafta olmanın gururuyla başı dik tutardık.

Zamanla ekranlar daha da renklendi. Neredeyse 10 kanalı birden gösterebiliyordu televizyonlarımız. Çay demleyip pazar gecesi sinemalarını heyecanla bekler, şansımıza ne çıkarsa hevesle izlerdik. Haber programları bile değişmişti artık. O sıkıcı adamlar hala olsa da daha az sıkıcı olan kadınlar da görünür olmuştu bazı kanallarda. Çok ciddi dururlar ve hiç takılmadan konuşurlardı. Ülke çeşitli siyasi ve ekonomik krizlere girip çıkardı ama bize verilen harçlık sabit kaldığından pek de anlamazdık biz kriz miriz. Bi de başımızda kavak yelleri vardı tabi. Görünce kalbimizi yerinden çıkacakmış gibi çarptıran ilk, ikinci ya da üçüncü aşklarımız vardı. Dünya yansa bize ne olurdu ki ?

Üniversite dediğin, çoğu yerde liseden hallice, serbest kıyafetli ve zilin çalmadığı, hoca girince ayağa kalkmadığın ve arada derslerinin olmayıp kantinde çene çalabildiğin az daha havalı bir yerdi. Artık biz de büyükler gibi haberleri izliyor ve az çok gündemi takip ediyorduk. Bakkal, kasap ve güvenlik görevlisi gibi biz de siyaset konuşabiliyor ve tarafımızı belli ediyorduk. O zamanlarda başını örten kızları kampüse sokmadıklarından çiş kokulu alt geçitte ya da danışmanın önünde kızlar başlarını açıyor ya da bazıları örtü yerine peruk takıyorlardı. Biz ise rahatça girip çıkıyorduk. Haberlerde görüyordum o kızları. Bazı üniversitelerin kapılarında toplanıp protesto gösterileri yapıyorlar ve güvenlik görevlileri de onları tartaklıyordu. Muhakkak ki canları yanıyordu ama daha çok ruhları yaralanıyordu böyle anlarda. O mahallede hiç yaşamadığımdan, o mahalleden arkadaşlarım olmadığından bu pek benim duyumsayacağım bir şey değildi. Kızların başındaki örtü her gün masum onlarca insanın öldüğü ve halkının büyük çoğunluğu yoksulluk sınırında yaşayan bu ülkenin en önemli sorunuydu. Şimdilerde bu durum çözümlendi. Siyasal irade bu engeli ortadan kaldırdı. Kızlar özgürce her yerdeler ve çok şükür(!)  ülke tarümar olmadı ama başörtülü bacı argümanları hala manşetleri dolduruyor. Yine ülkenin gündeminde zaman zaman diğer meseleleri sollayabiliyor. Ve biz kamplara ayrılıyoruz. Taraflar tutundukları sembolleri kılıç yapıp birbirlerine sallarken  dini inançlarımız, devlet ve millet sembollerimiz, geleneğimizden gelen tüm değerler yozlaşıp çürüyor.

Geçtiğimiz günlerde 35. yaşıma bastım. Bu nesil için hala genç sayılabilecek bir yaşta olsam da kendimi, her yeri gıcırdayan, her an bir bacağı kırılacakmış gibi yaylanan yıllanmış bir iskemleye benzetiyorum. Düşen omuzlarım ve fibromiyalji belasından yangın yerine dönen sırtım, gergin boyun kaslarım, menüsküs teşhisi konan dizlerimle 84 yaşındaki anneannemden halliceyim ve 1.5 yaşındaki enerji bombası bir çocuğun insafına muhtacım. Ruhum desen… O uzun zamandır vücudumdan daha ağrılı bir halde. Dünyada neler oluyor diye bakınayım dediğin gazete haberlerinde , ailesiyle kaçarken  bir sebepten boğulup sahile vurmuş bir çocuk cesedini ve onun hemen yanında yıllarca okuduktan sonra emeline ulaşıp doktor olmuş tazecik bir gencin terör örgütünce öldürüldüğü haberini gördüğünde içim ölüyor. Güneşte fazla kalıp suyunu kaybederek yavaşça ölen çiçek gibi…

Evet mutlu değilim. Evet agrasifim. Evet tolerayonum yok. Evet burası bir bataklı çünkü. Evet seratonin hormonum büyük olasılıkla dibe vurdu . Evet kızgınım; haberler hiç iyi değil çünkü. Evet Polyanna’dan nefret ediyorum. Kendi küçük hayatımda mutlu olamıyorum evet. Evet yüzüm gülmüyor; siyah beyaz giyen adamlar yalan söylüyor çünkü. Yalan söyleyenler değil, masumlar ölüyor ve acı çekiyor çünkü. Evet depresyona meyilliyim; çünkü bu bataklık beni içine çekiyor.

Bencil büyümeli insan bu coğrafyada. Öyle “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” gibi beylik lafları öğrenmemeli. Her koyun kendi bacağından gibi dünyevi gerçekliğe uygun şeyleri ilke edinmeli. Okullarımızdan yüz bin tane zayıfla yığınlar halinde mezun edip hayata saldığımız şu güzide(!) çocuklar gibi mesela. Ne kadar da şenler ve umarsızlar kendileri dışındaki şeylere. Aslında hiçbir şey onların dışında değil. Onlar her şeyin içindeler aslında ama neyin kafasıysa artık geniş genişler, pür cahiller ama akıllı telefonları var ne gam! Biz “yok artık !”derken onlar “oha! Çüş artık!” deyip mutlu mesut  hayatlarını yaşıyorlar. Diyeceğim o ki serseri ol hayatı salla gitsin!

Yukarıdakileri gerçekten ben mi yazdım?

Vallahi yazdım.

Okudum, sorguladım, farkına vardım ve geldiğim şu noktaya bakarsak hem zahmet çekmiş hem de hüsrana varmışım.

Başarının tanımı insanına göre değişir. Benimki kısa ve anlaşılır: başarmak, mutlu olmaktır. Mutluysan başarmışsındır. Çıktığın kariyer basamakları, biriktirdiğin bilgi, görgü ve oluşturduğun kişi ancak mutlu biriysen değerlidir. Değilsen, cahilin gülen ağzına gıpta edersin.

Tabi biz şükürperest bir milletizdir. Canımıza ot tıkasalar “çok şükür daha beterleri var “ der kapatırız meseleyi. Haneye düşmeyen ateş çok dokunmaz böğrümüze çünkü aşılıyızdır derdine memleketin. Üstümüze düşerse de yıldırım “vatan sağ olsun” a dayarız acımızı. Cenazelere idmanlıdır bizim yüreklerimiz. Başka dünyaların insanlarıymış gibi hissizce izleriz. Fonda anneler feryat ederken komşuyla akşam çayı bile içebiliriz. Öyleyiz. Çünkü yaşamak gerek. Bitmeyen bir kabusun içine hapsolduysak  istemeden, alışmak gerek .

Alıştık biz. Kabusa öyle alıştık ki olaysız ve ölümsüz, yalansız ve dolansız 1 günümüz geçse ayarlarımız bozulur. Olmaz zaten. Bu bataklıkta ölen de öldüren de, öldürmeye sebep de bitmez. Kan ve ağıttan beslenir bu topraklar; yüzyıllardır değişmeyen kötü kader.

Çok uzattım lafı. Anladığım şey dünden bugüne değişen tek şeyin yaşım ve rollerim olduğu gerçeği. Artık o haberleri izleyen büyük(!) benim ve önünde mızmızlanan da benim çocuğum. Ülke, aktörleri değişen ve onun da büyüyüp yetişkin olacağı aynı rezil ülke. Coğrafya bir milletin ya talihini belirleyen şeymiş. Talihime…………….!!!!!!!!

 
Toplam blog
: 42
: 305
Kayıt tarihi
: 16.11.08
 
 

Eğitimci ve tiyatro oyuncusu. Yaşadığım Dünya'ya saygım vardır benim.  Ağacına, suyuna, havasına ..