Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Haziran '08

 
Kategori
Güncel
 

İçinde sosyoloji, siyaset ve futbol geçen bir yazı

İçinde sosyoloji, siyaset ve futbol geçen bir yazı
 

katıldığım panelden bir görüntü...


2008 Avrupa Futbol Şampiyonası, bir haftadır İsviçre ve Avusturya’da yapılan maçlarla devam ediyor. Her iki ülkenin bu organizasyondan bekledikleri gelir ülke başına yaklaşık 800 milyon Euro. Bu para sadece maçları izlemeye gelen taraftarların bırakacağı miktar olarak hesaplanıyor. Diğer getirilerle bu hesap milyar Euroların üzerine çıkıyor. Oynanan sadece bir oyun mu? Tam da bu şampiyonanın oynandığı günlerde, Toplumsal Araştırma ve Eğitim Merkezi (TAREM)’nin düzenlediği, bir çok sendika ve Roza Luxemburg Vakfının da desteklediği Dünya Genç İşçileri Festivali çerçevesinde Balıkesir’de düzenlenen etkinliklerdeydim. Sevgili Metin Kurt, Radikal’den İbrahim Altınsay, ÖDTÜ’den Berkay Aydın ve Forza Livorno’dan sevgili kardeşim Şafak Sarı ile birlikte:Endüstriyel futbol, milliyetçilik ve sol’un tavrını tartıştık. Kaldığım yerden devem etmek istiyorum.

İşçi sınıfının oyunu olarak ortaya çıkan futbol, süreçle birlikte doğal olarak diğer sporlardan daha fazla kitle topladı. Burjuvazinin, kara Avrupa’sında insanları köle gibi çalıştırdığı, çalışma saatinin on sekizi bulduğu, çocukların berbat koşullarda, daha az ücret ödemek için vahşice sömürüldüğü 19. Yüzyılın sonlarına doğru yaygınlaşmaya başlayan futbolun, hızla popüler olması şaşırtıcı değildi. Çünkü, toplam nüfusun büyük çoğunluğu işçi veya işsizdi. Bunlar, özel alanlarda yapılan kriket, beyzbol, jimnastik, tenis gibi sporları yapamayacaklarına göre çok basit kurallara sahip, her yerde oynanabilen futbola yöneldiler. Birinci dünya savaşı sonrasında gelişen sosyalist mücadele, emperyal duygularla dünyayı fethe soyunan sömürgeci devletleri ürkütmeye başladı. Tam da bu zamanlarda futbol, bu güçler tarafından keşfedildi. Yığınları etkileyen her şey, emperyalist güçlerin ilgisini çeker, onu kendi hizmetinde kullanmanın yollarını arar. Ekonomik bunalımlar, savaşlar bir süre futbolun popüler olmasını engelledi. Fakat soğuk savaş dönemi ve buna paralel gelişen teknolojik imkanlar futbolun pazarlanmasına olanak sağladı. Basketbol kadar heyecanlı olmayan, buz hokeyi kadar enerji sarf ettirmeyen, buz patinajı kadar estetik olmayan futbolun bu kadar ilgi toplamasının altında, çıkışındaki koşullar ve pazarlama yöntemlerini etkin faktörler olarak belirtebiliriz.

Futbol’un hemen öncesinde Karl Marks, Avrupa’daki emekçilerin durumunu şöyle tespit etmişti: “İngiltere ve diğer ülkelerde yaşayan emekçilere kapitalist iktidarların vereceği bir şey yoktur. Emekçiler de başka bir çıkış bulamadıkları için dine sığınıyorlar. Din bu manasıyla emekçileri uyutan bir afyon görevi görüyor.” Bu gün dinle birlikte, belki de ondan kat be kat futbol emekçileri uyuşturan bir afyon durumunda.( Buna benzer sözleri panelde de söyledim. Fakat haberi yayınlayan bir çok gazete ve haber sitesi, dinin afyon olduğunu söylediğimi belirtmişler. Oysa söylediklerim Marks’ın saptamasına benzer şeydi. Dinin afyon olup olmadığı tartışması yerine, dinin mazlumdan yana olma söylemini öne çıkarmaktan yanayım.) Futbol tüm dünyayı etkileyen endüstriyel bir spor dalı olduğu tartışmasız artık. Futbol ‘taraftarlık’ imgesi üzerinde saltanatını sürdürüyor. Bu saltanattan kazançlı çıkanlar kapitalistler. Ürettikleri mallara Pazar bulmakta zorlanan ve tıkanan kapitalist üretim tarzı ölümünü geciktirmek için, arzına talep yaratmaya çalışıyor. Bunun için kullandığı en büyük silah reklam. Hem stadyumlardan, hem de televizyonlardan reklam bombardımanına tutuluyor insanlar. Futbolla yatıp, futbolla kalkan, yaşadığı hayatı sorgulamayan her ülkeden insanlar, futbolun peşinde birer tüketen canavara dönüştüğünün farkında değil.

En çok da taraftar yaratma derdinde yeryüzünün egemenleri. Taraftar olmadan, sadece seyir bakımından çok sıkıcı olan futbolun sihrinin kalkabileceğinden korkuyorlar. Taraftar kavramının Türkiye ayağı ise başlı başına trajediler taşıyor. İnsanlar, gündelik hayatlarında hep kaybediyorlar. Emeğinin karşılığını alamıyor, sokakta, işyerinde şiddete maruz kalıyor, sevgilisi terk ediyor, sistem karşısında böcekleşiyor. Ve futbolun çok önemli olduğu bu bireylere pompalanıyor, adeta ‘tuttuğun takımın yoksa sen bir hiçsin’ sloganının etkisiyle taraftar olması gerektiği bilinç altına sokuluyor. Peki bireyimiz hangi takımı tutmalı, tabi ki sürekli kazananı veya kazanması muhtemel olanı. Hayatta hep kaybeden bireyimiz, bir kez olsun tuttuğu takımla kazanmanın tadına varmak istiyor. Hayatın her alanında çıtı çıkmayan taraftarımız, stadyumda polise tekme tokat girecek kadar cesaretleniyor. Çünkü orası son kale, takım yenilince sığınacak son sığınak da yerle bir olacak. Takım yenilince, eve gittiğinde, yatağa başını koyduğunda, kira parası aklına gelecek, işsizliği, yenilmişliği, sevgilisinin terk edişi aklına gelecek. Hiçbir şeyle hesaplaşacak gücünün olmadığının da farkında, stadyumdaki bütün gözü karalığı, son kalenin yok olması durumunda, gerçekliği ile karşı karşıya kalacağı korkusu. Bunun için eşini sevgilisini bırakabilir ama tuttuğu takımı asla bırakamaz. İşte sistem bunun için taraftar olmayı pompalıyor. Gerçekler ile yüzleşmek yerine, futbolla bireyi hipnoz ederek halüsinasyonlarla uyutmak için. Halüsinasyonlarla uyutulan kişileri istedikleri gibi yönlendirebilirler.

Kapitalizmin şımarık çocuğu olan faşizm gerektiğinde, bu uyutulan bireyler faşizmin ayaktakımı olarak rahatlıkla kullanırlar. Örneğin sahalarımızda sürekli savaşı kutsayan, Kürt düşmanlığını tetikleyen sloganlar, kaç zamandır koro halinde söylenmekte. Atılan goller bir yerlere hediye edilmekte, golden sonra asker selamları verilmekte. En son Sakarya’da DTP’nin düzenlediği geceyi, Sakarya’nın üst kademe maçını izlemekten dönen futbolseverlerin(!) bastığını belirtmekte fayda var. Futbol faşizmi besledikçe, bundan en çok ötekiler zarar görüyor. Futbol bir realite, Kürtler de futbol izliyor ama futbolla uyutulan bireylerden en çok zararı da Kürtler görüyor.(Bu sözlerim de medyaya ‘Kürtlerde de fanatizm var’ olarak yansıdı. Doğrusu yukarıdaki sözlerim olacaktı.) Futbol’u izleyen değil ama taraftar olan Kürtlerde de apolitizasyon hızla yükseliyor, bir başka tehlikeli nokta da bu.

Bu nedenle hem sosyalist hem de Kürt medyası genelde spora, özel de futbola daha çok önem vermeli. Futbol kendi başına bu kadar kötülüğün nedeni değil, hatta hiç nedeni değil. Tek suçu çıkışından itibaren kitleselleşmiş olması. Bundan dolayı, sosyalistler ve Kürtler futbolda mevcut durum itibarıyla, taraftarlığı değil, oyunun izleyiciliğini öne çıkaran, buna vurgu yapan, önem veren spor sayfaları hazırlamalı. Egemen güçlerin elindeki medya, ısrarla bir takım taraftarı olmayı yüceltiyor, bu takımları da İstanbul’un üç takımı olarak listeliyor. Biliyorlar ki bu takımların taraftarı olmak, endüstriyel futbola bir katkıdır, biliyorlar ki bu taraftarlık arttıkça, saltanatını sürdürenler kapitalistler yani kendileri olacaklardır. Bu anlamda bu tür paneller, tartışma ortamları çok faydalı oluyor. Bunları da çoğaltmalı. Sol ve Kürtler futbolu keşfetmeli ve egemenlerin amaçlarına şimdiden az da olsa bir darbe vuracak şekilde, kendilerine uygun bir yol haritası çizmeli.

Son olarak: Türkiye Milli Takımının kazandığı maçlardan sonra, rakiplere karşı maç sonunda ne kadar centilmen olduğunu görüyoruz, ya kaybedince? Futbol şampiyonası Türkiye’de yapılsaydı, İsviçre bizi yenmiş olsaydı, yaşanacakları gözümün önüne getirmek bile dehşet veriyor bana.

 
Toplam blog
: 67
: 1679
Kayıt tarihi
: 11.08.07
 
 

Adıyaman'da doğdu. ilk ve ortaöğrenimimi yatılı bölge okullarında okudu. İzmir 9 Eylül İktisat Fa..