Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '13

 
Kategori
İlişkiler
 

İçinizdeki "erkek ve kadını " tanıyor musunuz?

İçinizdeki "erkek ve kadını " tanıyor musunuz?
 

“Kalbim sanki yarılıyor parça, parça ve çok acıyor. Nefesimi   alsam veremeyecek, versem alamayacak kadar bitkin ve yıkılmış bir haldeyim. Galiba ölüyorum.”

Bu cümleleri duyduğumda gerçekten yoğun bir acı duydum. Yüreğimde garip bir sızı hissettim. Bu kadar, açıkça ifade edilen bir ruh haline hiç kimse duyarsız kalamaz, değil mi?

Sanırım, okuduğunuz bu cümleler çoğunuza yabancı gelmemiştir. Zaman, zaman farklı sebeplerle buna benzer sonuçlarla karşılaşıyor olabiliriz.

Bu cümleleri sarf eden, sevdiği kişi (ya da sevdiğini zannettiği) tarafından aldatılan, terk edilen bir bayan danışanım.

Beynimizin, bedenimizde “sevgi” merkezi olan ”kalb” ile ilgili ürettiği zihinsel senaryolar, genellikle “ilişkiler” boyutunda gerçekleşmektedir.

Atalarımızın zihnimize kodladığı,( temelinde çok önemli bir gerçeği barındıran) bir düşünce vardır. “ Yalnızlık Allah’a mahsustur”. Bu cümleden şöyle bir sonuç çıkarabiliriz. Yaratılmış olan “insan, yalnız yaşayamaz”. Çünkü, eksik ve noksan sıfatlarla yaratılmıştır düşüncesi sebebiyle, kendimizi yarım ve eksik hissettiğimiz için   “ilişkileri” doğururuz. Âdem ile Havva’dan bu yana kadınsız bir erkek, erkeksiz bir kadın kendini bütün olarak algılayamaz. Bunun sonucunda da ilişkiler doğar.

KADIN + ERKEK=AİLE (çocuklar )+ ÇEVRE=TOPLUM

İnsanın “kadın ve erkek” birlikteliği ile başlayan yolculuğu koskoca bir topluluğa dönüşür ve iletişim zorunluluğu ilişkileri meydana getirir.

Peki, özü itibarı ile eksiksiz ve tam olarak yaratılmış, yaradan tarafından “eşref-i mahluk” olarak sıfatlandırılmış insan nasıl oluyor da kendini eksik zannederek,tamamlanma güdüsü ile  başka bir beden arayışına giriyor?

Gerçekte insan ruhunun tekâmül süreci olan yaradan ile bütünleşme arzusunun, madde âlemine yansıyan ve zihnimizin ruhumuza galip gelmesi sonucunda ortaya çıkan, bir YANILSAMA halidir.

Bu yanılsama ise çocukluk dönemimizde, anne-çocuk ilişkisinden doğan “erken yaşam koşullanması” ile kazanılmış olur. Hayatta kalabilmek için beslenme, korunma gibi ihtiyaçlarını karşılamak üzere, annenin koşulsuz sevgisine ihtiyaç duyan çocuk, büyümeye başladığında ihtiyacın azalması ile tek başına olabilme durumuna sağlıklı bir geçiş yapamazsa sevginin alınıp- verilen bir değer olduğu yanılsamasını, yetişkin zihnine taşır. Yetişkin zihne yansıyan bu durum mutlu ve sorunsuz birliktelikler yerine, tutsak ve bağımlı ilişkiler meydana getirir.     

 “Ben sevgimi veriyorum, ama o bana vermiyor.”

“Bu ilişki için her şeyimi verdim, o ise en küçük bir fedakârlık yapmadı.” Gibi söylemler gerçekten de sevgiyi maddeleştirip, alınıp –verilecek bir malmış gibi algılamamıza sebep olur. Oysa sevgi, lâtif ve soyut bir olgudur. Fakat holografik düzende yaratılmış evren ve holografik düzende işleyen insan beyni, soyut kavramlara bile boyut kazandırarak maddeleştirmeye çalışıyor. İşte bu da “ zihin yanılsaması “ olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple, hakikatten uzaklaşarak büyük bir yanılsama ile yaşıyoruz. Bu yanılsamayla hayalimizde yarattığımız ve arzuladığımız sevgiye sahip olamayınca da  ( ki sevginin kazanılacak, sahip olunacak bir değer olduğu zannı ile hareket ederek) zihnimizin bize yaşattığı, aslında gerçek dışı acılar içinde kıvranıyor, beklentilerimizi bir ilişkimizde bulamıyorsak, başka ilişkilerde arıyoruz. Bu arayış, taaki Sevginin dışarıdan değil, içeriden geldiğini, zaten hep orada olduğunu, sadece bunu fark edecek zihne sahip olmak gerektiğini anlayana kadar sürer.

Sevgi, insanın özündeki pınardan fışkıran su gibi hayat, doğan güneş gibi can vererek, yaşamın temelini oluşturan koşulsuz  yaşanan bir olgudur. Bu koşulsuz sevgi uyanıklık ve aydınlanma süreci sonucunda gerçekleşebilen bir durumdur. Koşullu ve sınırlı sevgi ise ancak ve ancak acı, keder ve ıstırap verir.

O zaman “koşulsuz sevgiyi” nasıl doğuracağız? Doğuracağız diyorum, nasıl ki bir çocuk dünyaya gelmeden önce bizde gizli ise ve belli aşamalar sonunda dünyaya gelebilme özelliği kazanması gerekiyorsa, gerçek ve koşulsuz sevgi de zaten bizde mevcuttur ve görünür hale gelmeyi beklemektedir.

Tabiiki “ha “deyince olacak bir şey de değildir. Bu bir süreçtir. İnsan bu süreçte, kendine dönmesi ve tanıma aşamalarını geçmesi gerekmektedir. İnsan, zihnine hizmet eden beş duyusunu susturup, altıncı duyusu ile kendine dönme sürecini asırlardır, çok çeşitli yollara başvurmuş, kendine yakın bulduğu metodolojilerle özdeşleşip bütünleşerek gerçekleştirmiştir. 

Bu metodolojilerden biri de sufi öğretisi olan, sufi nefes ve sufi meditasyon ile kişi, kendi özünde tam ve eksiksiz yaratılmış, “kadın ve erkeği” keşfedebilir.

Diğer kişinin varlığında, mutlu ve özgür, saygılı, sevgi dolu birliktelikler kurar. Diğerinin yokluğunda  ise “ tek başına bütün olabilme” halini yaşayarak mutlu, sağlıklı ve sevgi dolu olup, kendi kendine yetebilen duygu durumunda kalıp acılardan özgürleşebilir. Dünya arenasında, bireyin ruhu, zihnini ancak nefes ve meditasyon ile nakavt ederek galip gelebilir.

Ruhu, zihnine galip gelen insan ise “olmazsa olmazlarını”, olursa güzel olur, ama olmazsa da olur, düşüncesine taşıdığı için, zihninin ürettiği ve gerçekle en ufak ilişkisi olmayan “ihtiyaç “durumundan çıkabilir.

Hayali sevgi ve aşk arayışı, gerçek sevginin bulunması sonucunda bitmiş olur. O kişi artık sevgili Mevlananın dediği gibi, güneş olup her yere doğar, yağmur olup her yere yağar, yüreği öyle bir genişler ki tüm alem içine sığar.

Sevgilerimle.

Hicran İpekbağlar

Nlp Uzmanı

 
Toplam blog
: 57
: 4512
Kayıt tarihi
: 19.12.12
 
 

Kainatta nokta, nokta da kainat olan "İNSAN" İnsanı keşfetmek için cıkılan yolda bir yolcu sadece. ..