Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mayıs '13

 
Kategori
Siyaset
 

İdam sehpasında bile 'Halkların Kardeşliği' diyen 'Denizlere' kurban olasınız!

İdam sehpasında bile 'Halkların Kardeşliği' diyen 'Denizlere' kurban olasınız!
 

Benim yazılarımı okuyanlar, siyaset yazıları yazan biri olarak adeta yazma sebebimin geçmiş siyasetimizin -ki ben ona geleneksel siyasetimiz diyorum- çirkinliklerini, demagojik söylemlerini, riyakârlıklarını açıklamak ve hatırlatmak olduğunu çok iyi bilirler.

Zira geçmişi bilmeden bugünü yaşamak ve yarına güvenle yürümek mümkün değildir.

Ve ne yazık ki, geleneksel siyasetimizin temsilcileri, onların uzantıları bugün de hâlâ arzı endam etmekteler, kirli varlıklarını devam ettirmek için direnmektedirler.

Onlar, konuştuklarında 'vatan, millet, sakarya' diyerek ulvi değerleri savunduklarını iddia etseler de, esasında bu değerleri maske olarak kullandıkları, gerçek yüzlerinin kişisel ve siyasal çıkarlar olduğu, iktidara geldiklerinde hep anlaşılmıştır.

Fazla uzağa ve derine gitmeye gerek yok, onların gerçek yüzlerini görmek için 1990'lı yılların gazete manşetlerine bakmak yeterlidir.

Birbiri ardı sıra gelen skandallar, yolsuzluklar -ki bunlar aysbergin görünen yüzleridir- esen rüzgara göre bir dönemde üç beş parti değiştiren milletvekilleri ve bütün bunların sonucu olarak krizden krize sürüklenmeler...

Bu konu ile ilgili Aziz Nesin'in 'Zübük' adlı romanını okumak ve aynı adla sinemaya uyarlanan filmi izlemek daha da aydınlatıcı olacaktır. Eminim usta kalem Aziz Nesin bu romanı yazarken hayal gücünü fazla zorlamamış, sadece ve sadece yaşanan olayları romanına yansıtmakla yetinmiştir.

Zaten geçmişte bu kötü tecrübeler yaşanmamış olsaydı, Ak Parti diye bir parti kurulabilir miydi, kurulsa bile 1, 5 yıl sonra iktidara gelebilir miydi, geldikten sonra da 10 yıl ve daha sonu belirsiz bir süre iktidarda kalabilir miydi?

Hiç kuşkunuz olmasın, dünyada örneği olmayan bir şekilde giderek artan bir  oranla halk bu iktidara desteğini sürdürüyorsa; bu, halkın 1990'lı yılları unutmadığındandır.

Ne sıfırdan Ak Parti'yi kuranlar macera avcısıydılar ve ne de onlara oy verenler, bütün kaderlerini bir bilinmeze teslim edecek kadar macera sevdalısıydılar.

Yapılan hizmetler iktidarın normal, olması gereken görevleriydi. Buna olağan iktidar yıpranmasını da eklediğimizde, neden hâlâ daha iyisini yapma iddiasındaki başka bir partinin denenmesi hayal bile edilemiyor?

Çünkü; 'onlar neden yapmadılar, yapamadılar' sorusu hâlâ hafızalarda ve bilinçaltlarında tazeliğini korumaktadır da ondan...

Çünkü; aradan 10 yıl geçmesine rağmen, bugün yaşanan sorunlardan halk hâlâ geçmiş siyasetçileri sorumlu tutmaktadır da ondan...

Çünkü; geçmiş siyasetin maskesi düşmüş ve gerçekler apaçık olarak görülmüştür de ondan...

Çünkü; esas macera eski siyasete geri dönmektir de ondan...

Olaya başka bir açıdan baktığımızda, Ak Parti'nin başarı sırrının altında da Ak Parti'nin geçmiş siyasetten dersler çikararak yepyeni bir siyaset anlayışıyla ortaya çıkmasının yatmakta olduğu görülecektir. Bunun en bariz örneği, Ak Parti'nin tüzüğüne görev süreleri ile ilgili sınırlamaların konması ve partilerdeki çıkar hesaplarına dayalı oligarşik yapıya son verilmiş olmasıdır.

Ak Parti lideri Erdoğan'ın da, hizmet aşkı yanında, halka güven veren en önemli tarafı, samimi olması ve samimiyetine halkı inandırmasıdır. Erdoğan'ın, "Kadayıfın altının kızarmasını bekliyorum", "Demirel'e köşeyi tersine döndüreceğim", "Kanlı mı olacak, kansız mı olacak", "Faso fiso", "Gulu gulu dansı" diyerek geçmiş siyasetimizin alameti farıkası olan demagojinin üstadı Demirel'e bile şapka çıkartan lideri ve siyaset hocası Erbakan'dan çok farklı olduğu apaçık ortadadır. Erdoğan, Erbakan'ın hizmet aşkını almış, siyaset anlayışını terketmiştir. Erbakan siyasette her şeyi mübah görürken, Erdoğan bunun yanlış olduğunu, halkın güvenini kazanmak için siyasette de ciddiyetin önemli olduğunu birebir yaşadığı tecrübelerden öğrenmiştir.

Türkiye Ak Parti ile mumla aradığı yeni iktidarını buldu ama ne yazık ki, CHP'nin tarihsel ipoteği altında bir türlü anamuhalefetini bulamıyor. Oysa demokrasilerde en az iktidar kadar hatta ondan da çok anamuhalefet partisine ihtiyaç vardır. İlk yazılarımdan birinde buna "Topal Demokrasi" demiştim. Ve hâlâ demokrasimiz topal!

Yukarıda belirttiğim gibi anamuhalefetimiz CHP'nin ipoteği altında. CHP'nin de geçmişinden kopması, kendini yenilemesi neredeyse imkânsız. Rahmetli Ecevit 1970'lı yıllarda denemeye kalktı, başına gelmeyen kalmadı. Bu tecrübeyi yaşadığı içindir ki, Ecevit 1980 sonrası, CHP yerine kurulan SHP'ye ve daha sonra yeniden açılan CHP'ye katılmaktan ısrarla kaçınmış, kendi kurduğu DSP ile yoluna devam etmiştir.

CHP'de herkes, iktidar ihtimali için değişimin şart olduğunun farkında ama hiç kimse değişime cesaret bile edemiyor. Kılıçdaroğlu'nun genel başkan seçildiği ilk kurultayda 'Ecevit Kasketi' takması da, tabandan gelen bu değişim isteğine bir karşılıktı.

Kişisel ve etnik temel olarak CHP'yi değiştirebilecek en ideal kişi de Kılıçdaroğlu'ydu. O bile, CHP'nin lider koltuğuna oturur oturmaz, evrilip en tarihi CHP zihniyetine bürünebiliyorsa, bir ümitsiz vakayla karşı karşıyayız demektir.

İlk görüşümdü, son görüşüm olarak söylüyorum; CHP, bir vakıfa dönüştürülüp siyaset sahnesinden çekilmedikçe yada Ak Parti gibi yepyeni bir anamuhalefet partisi kurulup, CHP marjinal bir parti olarak bırakılmadıkça, Türk demokrasisi normal rayına oturmayacaktır.

Öyle Ecevit kasketi takarak değişimin olamıyacağı anlaşılmış olmalıdır. Ecevit kasketiyle İnönü siyaseti yürümemiştir ve yürümesi de mümkün değildir. Bu, zaten geçmiş siyasetimizin göstergesi olan ikiyüzlülüğün de açık bir göstergesidir. CHP'nin bizatihi kendisi ikiyüzlülüktür; Bir taraftan sosyal demokrat bir partiyiz diyeceksiniz, diğer tarftan sosyal demokrasi ile bağdaşmayan değerleri savunarak bir numaralı muhafazakâr olacaksınız. Yani CHP ne deve, ne de kuş.

Demokrasinin bir vekâlet kurumu olduğunu ve vekâlette de güvenin ne kadar önemli olduğunu düşünecek olursak, bu haliyle CHP'nin müstakbel iktidar ihtimalinin ne kadar uzak olduğu anlaşılacaktır.

Bu iki yüzlülüğü saklamaya çalışmanın en önemli yolu demagojidir. Kılıçdaroğlu da alabildiğince demagoji çamuruna saplanmış vaziyette.

Bunu her olayda görebiliyoruz. Örnekler çok ama, birkaç çarpıcı ve güncel örnek vermekle yetineceğim.

Kılıçdaroğlu, CHP'nin tarihsel yoldaşı, sebebi iktidarı Ergenekon sanıklarını, Silivri'yi savunacak; gerçek sebebi söyleyemiyor, bunun yerine, "Yargı siyasallaştı" diyerek hedefi şaşırtıyor...

Çözüm süreciyle ilgili Kılıçdaroğlu çıkıp, CHP'nin 1924'den sonraki ulus temelinde üniter devlet anlayışına sadakatle bağlı olduğunu, kendi etnik temeline rağmen, CHP liderliği için 'Beyaz Zenci' rolünü oynamak zorunda olduğunu söyleyemiyor, yine bunun yerine, milletin hassasiyetlerini tahrik ederek, 'TC' diyor, 'masanın bir tarafında Öcalan, diğer tarafında Erdoğan var' diyor. Bunlar demagojinin kralı değil de nedir?

Çözüm sürecine olan desteğin giderek artmasından anlaşılıyor ki, halk artık palavraları yemiyor ve korku tacirlerine prim vermiyor. Ayrıca bir atasözümüzde dendiği gibi, yalancının mumu da yatsıya kadar yanıyor!

Kılıçdaroğlu, vesayet rejimini savunma adına, vesayet rejimini tümüyle tarihe gömecek olan 12 Eylül referandumu öncesinde de, "Bu iktidar 12 Eylül'ü ve 28 Şubat'ı yargılayamaz, çünkü bu iktidarı onlar getirdi" demişti.

Kılıçdaroğlu'nun bu açıklamasının üzerinden belki çok yatsılar geçti ama, bazen yatsıya bile ulaşmayan açıklamaları oldu. Kılıçdaroğlu sabahleyin, ekonomimiz çok kötü durumda, bu iktidar her şeyin en kötüsünü yaptı, battık, yıkıldık dedi; öğleden sonra uluslararası bir derecelendirme kuruluşu Türkiye'nin notunu yükseltti.

Yine Kılıçdaroğlu, dış siyasetimiz çok kötü, dostumuz kalmadı, herkesi kendimize düşman ettik açıklamasını her yapmasının ardından, bir ülkenin daha Türkiye'ye vizeyi kaldırdığı haberi manşetlere yansıdı. Oysa geleneksel siyasetimizin hüküm sürdüğü 1990'lı yıllarda ülkeler Türkiye'ye vize koymak için sıraya girmişlerdi.

Bütün bunları neden anlattım, neden yeniden bu konulara girdim?

Malum, 6 Mayıs 2013, benim de uzaktan akrabam olan (*) Deniz Gezmiş ve arkadaşları Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edilişlerinin 31. yıldönümü.

Tabii ki her yıl olduğu gibi bu yıl da Denizleri anma, daha doğru bir ifadeyle siyasi istismar adına, CHP ve Kılıçdaroğlu kanadında yine ikiyüzlülükler sergilendi.

Kılıçdaroğlu, twitter'daki sayfasından, "Bugün 6 Mayıs, bugün tek suçları vatanlarını sevmek olan Deniz'in, Hüseyin'in, Yusuf'un ölüm yıldönümü. Saygıyla anıyorum" mesajını yayınlamış.

Oysa Denizlerin idamına 144 CHP milletvekilinden 97'si 'evet' demişti!

Ayrıca bu yılki yıldönümü Denizler için çok anlamlı bir tesadüfü de içeriyordu. Çözüm sürecinden bahsediyorum.

Deniz Gezmiş, içi-dışı bir, dürüst, inandığı değerler uğruna ölüme bile meydan okuyan yiğit bir Anadolu delikanlısıydı. Arkadaşları da öyle.

O, idam sehpasına giderken, "Halklara özgürlük, Yaşasın Türk-Kürt kardeşliği" diyerek gök kubbeyi inletmişti.

İktidar, tam da Deniz Gezmiş'in istediklerini, gecikmeli de olsa, yapıyor.

Siz ise olabildiğince engellemeye çalışıyorsunuz. Ramak kalan Türk-Kürt çatışması ebediyyen sonlanacak diye ödünüz kopuyor.

Riyakârlık adına, artık bırakın 'Denizler' istismarını...

Bırakın ki, hiç değilse mezarlarında rahat uyusunlar.

Denizlere kurban olasınız!!!

(*) Google Vikipedi sayfasında: "...Dedeleri Rize'nin İkizdere ilçesine bağlı Cimil köyündendir." yazmaktadır. Deniz Gezmiş'in büyük dedeleri yaklaşık 150 yıl önce, evlerini ve arazilerini bizim aileye satarak, Cimil köyünden Erzurum'a göç etmişlerdir. Benim dedemin dedesinin kızkardeşi Deniz Gezmiş'in büyük büyük babaannesidir. 

Hasan Basri Özgen

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..