Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '09

 
Kategori
Ramazan
 

İftara haz veren sadece yemekler mi?

İftara haz veren sadece yemekler mi?
 

Ramazanın bizi etkileyen, gözümüzü, gönlümüzü okşayan en önemli ayrıntılarından biri, iftar saatleridir. Hepimizin hayatında oruç tutmaktan daha fazla acıktığımız günlerimiz olmuştur. Ama o zamanlarda hiç “iftar” tadını hissettiğimiz oldu mu? Hayır!...

Demek ki mesele sadece “acıkmış” insanların bir yemek masasına üşüşmesi değil. Belli ki iftar, bütün bunlardan öteye bir boyut taşıyor. Bu aslında tamamen sosyolojik ve folklorik bir hadisedir. Ancak toplum tarafından dinselleştirilmiş ve kutsal bir anlam kazanmıştır.

Peki iftar saatinin dini açıdan bir özelliği yok mudur? Elbette vardır. Oruçlu bir kimsenin iftar anında yapacağı duanın geri çevrilmeyeceği müjdesini verir peygamber efendimiz. Ama itiraf edelim ki, iftar saatinde duyduğumuz heyecanın, yaşadığımız tadın temelinde yatan duygu bu değildir…

Sebebini tam olarak bilemediğimiz ve izah edemediğimiz, bizi sevince, neşeye boğan bu tür olayları “maneviyat” olarak nitelendiriyoruz. Çünkü ne yaparsak yapalım, hiçbir maddî değer, insanda bu hissi yaratamıyor.

*****

Dün akşam değişik bir iftar sofrasında oruç açma imkânı buldum. Her dinden her cemaatten insanın bulunduğu bir “Barış ve Sevgi İftarı”ydı bu…

Müslümanı, Hıristiyanı, Yahudisi, Süryanisi, oruç tutanı, tutmayanı, bir iftar sofrasında, aynı Tanrı’ya inanmanın bilinciyle, el açıp O’na dua ettiler. Ülkemize ve bütün insanlığa “barış, sevgi ve dostluk” dilediler.

Bu üç kelime dillerden, dileklerden ve gönüllerden hiç eksilmedi.

Acaba biz gerçekten bu kadar çok ve samimi şekilde sevgiyi, barışı, dostluğu arzuluyor muyduk? İftar boyunca ve yapılan konuşmalar sırasında hep bunu düşündüm. Hayatımızda bu kadar isteyip de başaramadığımız başka bir şey var mı?

İnsanoğlu kafasına koyduğu şeyi, er geç yerine getirebilecek kadar inatçı ve yaratıcı… Akla hayale gelmedik çareler üretebilen bir potansiyele sahip. O yüzden sürekli insan hayatını kolaylaştıracak buluşlar yapılabiliyor ve hayal bile edemeyeceğimiz yenilikler dünyamıza renk katıyor.

Öyle zannediyorum ki, sevgi, barış ve dostluk dileklerimiz, sözden öze bir türlü inemiyor ve bu yüzden de uygulama alanı bulamıyor.

Oysa bu üç sihirli sözcük, ancak yaşanırsa bir anlam kazanır.

Aslında her şey öyledir. Akşama kadar bal bal diye binlerce kez söylesek ağzımız tatlanır mı? Hayır… Bir biçimde balı bulup temin etmek ve onu yiyebilecek konuma getirmek zorundayız.

*****

İftar sonrası sırasıyla kürsüye gelen konuşmacılar, dinle bilim arasında bir çatışma olamayacağının altını çizdiler. Teknolojik bütün gelişmelere ve sahip olunan bütün maddî imkânlara rağmen, insanın ve toplumun mutlu olamadığını, bunun için manevî değerlerin göz ardı edilmemesi gereğini vurguladılar.


İdeal olarak baktığımızda bütün dinlerin amacı, insanın ve toplumun mutluluğudur… Siyasal ve sosyal ideolojilerin de gayesi aynı değil mi? Örneğin ülkemizde insanların mevcut partilerle müreffeh ve mutlu bir hayat yaşayamadığını görenler ne yapıyor? Yeni bir parti kurup onların mutluluğunu sağlayacağını iddia ediyor.

Ne gariptir ki, “daha iyi” olmak, “daha mutlu” yaşatmak amacıyla ortaya çıkan bütün dinler, mezhepler, cemaatler, dernekler, partiler, kısacası, birleşmek bütünleşmek adına ayırımcılık yaratan bütün klikler, “ben daha çok mutlu ederim” iddiasıyla birilerini mutsuz ediyor.

Eğer hepimiz bütün içtenliğimizle sevgiden, barıştan, dostluktan yanaysak, bunu sadece sözle ifade etmek yerine bizzat yaşamalı ve yaşatmalı değil miyiz? Bunun herhalde birinci şartı, dini, inancı, ırkı, dili, cinsiyeti, felsefî görüşü ne olursa olsun, birbirimizin varlığını kabullenmemiz ve herkesi olduğu gibi kabul etmemizdir.

İnsan elbette kendi fikri doğrultusunda kamuoyu yaratmak, kendi gibi düşünenlerden oluşan bir çevre oluşturmaya gayret gösterecektir. Bunun için kavgaya, gürültüye, tehdide, zorbalığa, baskıya, kaba kuvvete, dalga geçmeye, alay etmeye, aşağılamaya gerek yok ki…

Kendini samimiyetle anlatabilirsen, sevdirebilirsen, inandırabilirsen, sempati kazanır ve taraftar toplarsın. Yoksa içindeki zehri akıtmaktan, sahip olduğun vahşet duygusuyla etrafına zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazsın. Bu mu senin idolun ve yapmak istediğin şey?

*****

“Evet” diye cevaplayacakların sayısı eminim çok azdır. Ancak hayatı hakimiyeti altına alanlar, toplumu ve hatta dünyayı kendi diledikleri gibi yönetenler, ne yazık ki onlar… Kötüler, kötülüğü benimseyenler… Sadece kırmayı, dökmeyi, yakmayı, yıkmayı bilenler…

Hayat boyu bütün zamanımız onlara karşı önlem alabilmek için uğraşmakla geçmiyor mu?

Bir ağaç kaç yılda yeşerir, bir orman kaç yılda yetişir? Ama onu yakmak bir dakikalık iş..

İnsan da öyle… Kolay mı büyüyor, yetişiyor bir delikanlı? 20 yıl boyunca besliyorsun, büyütüyorsun, eğitiyorsun, okutuyorsun, gözünün bebeği gibi bakıyorsun. “Tak…!” Bir kurşun, bir anda her şeyi bitiriyor.

Sevgiyi, barışı, dostluğu dilimize pelesenk etmek, ya da sakız gibi durmadan çiğnemek, yetmiyor işte… Dostlukları pekiştirip, el ele, omuz omuza, gönül gönüle kenetlenerek, sevgiyle örülmüş çelik gibi bir duvar oluşturmak gerekiyor.

İyilerin gücü, kötüleri korkutacak ve caydıracak nitelikte olmalı ki, onlar hareket alanı bulamasınlar…

*****

Konuşmalar devam ediyor… Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi bu konuya değiniyor ve diyor ki:

“Biz sürekli sevgi barış dostluk söylemleriyle, uzaklarda sevebileceğimiz insanlar arıyoruz. Ve hemen yanıbaşımızda duran, bizden ilgi bekleyen kimseleri göremiyoruz. Hepimiz Âdem’in soyundan geldiğimizi ve sonunda aynı yere gideceğimizi, rabbimizin huzurunda toplanıp hesap vereceğimizi unutuyoruz.”

Olay bu, sorun bu, sonuç bu…

*****

Oruç tutan tutmayan herkese hayırlı iftarlar…

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..