Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mayıs '16

 
Kategori
Öykü
 

Iğdır'dan Cihangir'e bir "Kırık Hava"

Iğdır'dan Cihangir'e bir "Kırık Hava"
 

Uyandığımda Vladimir Nabokov’un “Maşenka” kitabının yanında duran yeni aldığım Hüsnü Arkan’ın  “Kırık Hava” sı gözüme çarpan ilk eşya oldu. Bu albümü mutsuz olduğum anlarda dinlemek bana bir nebze de olsa huzur veriyordu. O akşam, yani dün akşam Mephisto kitap evinde Sinan’ı görmem bana mazinin tüm sancılarının, ağlamalarının yanında güzel anılarını, gülmelerinin de hatırlatmıştı. Bir an hem dün akşam hem de yirmi beş yıl önceki tüm hayattım gözlerimin önünden tekrar geçti. Birkaç dakika boyunca kasette, kitaba, masa üstündeki telefona, telefonun yanındaki şarj cihazı kablosunun ortasındaki yanığa baktım. Yavaşça yatağımdan doğrulup, yatağın sol tarafındaki terliklere uzandım. Dün akşamın ruhumda meydana getirdiği tahribat ve yorgunluk hala üzerimdeydi. Her yanım ağrıyor, başım fena dönüyordu. Alkol almamama rağmen, tüm gece alkol almışım gibi ayakta duramıyor, evin içinde sendeleye sendeleye hareket ediyordum.

Elime kaseti alıp, geçen senenin ortalarında aldığım Asus markalı bilgisayarıma takıp, biraz ilerletip Hüsnü Arkan’ın ve Cem Adrian’ın düeti olan “Gönül Yarası” nın çalmasını bekledim. Bazı şarkılar şarkıdan çok başka şeyleri de ifade eder aslında. Bu şarkılar yüreğe akar, dilli sevgi yumağında hapseder, bazen gözyaşlarına bazen özlem dolu anlara, sevgilere, hasretlere davetiye çıkarır.

Şarkı çalmaya başladığında, biraz ses verip mutfağa kahve almaya gittim. Kahve makinem yeniydi. Bir gün çarşıda gezerken ansızın bir mağazada gözüme çarpmış, dergide çalışma arkadaşım olan Birgül’dan yardım istemiş, iş çıkışı beraber almaya gitmiştik. Mutfağım biriken çöpler yüzünden kokmaya başlamıştı. İçeri adımı atar atmaz kokuyu duyabiliyordum. Bu evi almam kolay olmamıştı. Bu evi almadan önce kalmadığım semt, yatmadığım bodrum altları kalmamıştı. Hayatımın en kötü zamanlarını babamı Iğdır’da bırakıp İstanbul’a gelip burada iş ve ev ararken yaşamıştım. Yaşım küçüktü, şehir görmemiş, nasıl konuşacağımı, ne konuşacağımı, ne şekilde davranacağımı bilmiyordum. Tek bildiğim; babamı sevmeyen(ki o günden sonra bende babamı sevmiyordum) köylülerin kaldığı Okmeydanı evlerinin bodrum katında olan, gider sularla dolduğu ve kocaman kocaman farelerin ortalıkta cirit attığı bir yerde tam on yıl boyunca yaşadığımdı.

Komilikle başladım para kazanmaya. Tüm gün çalıştığım halde akşam ekmek alabilecek, ay sonunda payıma düşen kirayı ödeyebilecek kadar para kazanıyordum. İş yerinde dayak yemediğim gün, hakaret işitmediğim saat yoktu. Uzun süre orada sadece karın tokluğuna çalıştım. Bir gün Okmeydanı Anadolu parkında bir tane Çorumlu ile tanıştım. Koyu solculardandı. Bizim derneğe gelip gidiyordu. Kısa bir sürede muhabbeti ilerletmiş, birbirimize numaralarımızı vermiş, çoğu hafta sonlarını beraber Taksim'de, Eminö'nünde, Aksaray da, Kadıköy de geçirmeye başlamıştık. Onun kız arkadaşı vardı, bazen beni evine çağırır, üçümüz beraber Tarlabaşın’da korsan film satan Mehmet abiden aldığımız filmleri izlerdik. O gün o filmi izledikten sonra Cihangir'de bir mekana girdiğimizde hayatımın o saatten sonra değişeceğini hissettim. Yemekler söylenmiş, yanında mezelerimiz ve içeceklerimiz gelmeden hayatımı değiştirecek konuşmanın açılışını Oktay’ın sevgili Eda yapmıştı. Bu kadar samimi olan iki arkadaşın beraber çalışması gerektiğini, beraber çok şeyler başaracağımızı söylemiş, edebiyatla aramın nasıl olduğunu sormuştu. Oktay’ın gözleri fal taşı gibi açılmış “ Abiii!  biz bunu daha önce neden düşünemedik ya!” diyip şaşkınlığını konuşmasıyla, el kol hareketleriyle, mimikleriyle belirtmişti. Benim ondan aşağı kalır yanım yoktu. Çünkü buna çok ihtiyacım vardı. İşimden zaten memnun değildim ,hislerim beni yine yanılmamıştı. O gün o filmden ve o yemekten sonra hayattım gerçekten değişmişti. Bir ay içinde Oktay’ın Cihangirdeki evine taşınmış, dergide önce ayak işlerinde çalışmakla yeni hayatıma başlamıştım. Aradan geçen üç yıl içinde de kendi evimi tutmuştum. Kazancım iyiydi, hem kendime hem de annemden bana kalan tek emanet olan, o köydeki sevdiğim tek insan olan teyzeme ara sıra gönderecek kadar para kazanıyordum. Biriktirdiklerimi de bankada yeni açtığımı hesabıma yatırıyordum. İstanbul’un en lüks semtlerinden biri olan Cihangir’de kalmamıza rağmen yine korsan film ve korsan kitap almaktan vazgeçmiyorduk.

Hüsnü Arkan’ın o muhteşem sesinin verdiği yoğun hislerin altında banyoya gidip yüzümü yıkadım. Akşamki dergi toplantısının saatini, yerini, tartışılacak konuları bir kağıda yazmış, aynanın hemen yanındaki bantlarla yapıştırdığım, el emeği göz nuru olan tahtanın kenarına sıkıştırdım. O notları tekrar okuduktan sonra yüzümü yıkayıp, hala çalan müziğin sesini biraz daha açmak için yatak odama döndüm. Bilgisayarı yatak odasında bırakıp solana geçtim. Sesi çok rahat geliyordu şimdi. Elime aldığım kağıt ve kalemle o gün yapacaklarımı yazmaya başladım tekrar. Elimde kullandığım kalem Oktay’ın hediyesiydi. Geçen doğum günümde Eda ile beraber almışlardı. Tüm yazılarımı hala kağıtlara elle yazıyor, zaman buldukça bilgisayara geçiriyordum. Ama çoğu zaman üstünde biraz çalıştıktan sonra o şekilde dergiye gönderir, oradaki arkadaşlar tekrar gerekli düzenlemeleri yapar, dosya haline getirir, ertesi hafta basarlardı.

Odamdaki müziğin sesi şimdi daha da iyi geliyordu. Parça değişmiş Dark Soul 3 müziğinin sesi yankılanıyordu odamda şimdide. Yazı yazarken çoğu zaman klasik müzik dinlerdim ama bu oyun müzikleri de hoşuma gitmişti, yazı yazarken onları da dinlemeye başlamıştım. Kahveyi fincana koyup salona tam döndüğüm sırada telefonumun ışığının yanıp sönüşünü gördüm. Yatmadan önce telefonu sessize aldığımı hatırladım o an. Arayan Oktay’dı. Yazımın hazır olup olmadığını, akşamki toplantıyı unutmamam gerektiğini, Eda ile beraber bu hafta sonu Adalara gideceğini söyleyip telefonu kapattı. Akşamki toplantıya gitmeden önce yine Mephisto kitap evine gitmeye karar verdim ve hazırlanmak için odama doğru yürüdüm. Akşam ne zaman çıkardığımı hatırlamadığım gömlek ve çoraplarım yatağımın ayakucu tarafında yerdeydi. Kahvemi masanın üzerine bırakıp, hızlıca giyinmeye başladım. Cüzdanı arka cebime koyup, telefonu elime alıp, müziği durdurup, kağıdı ve kalemi alıp evden çıktım.

Apartmanın giriş kapısının hemen yanında üst komşum Fatma teyzeyle karşılaştım. Ne zaman karşılaşsak muhakkak yalnızlığından, oğlunun hayırsızlığından, gelinin kendisine ettiği hakaretten, şuan okuduğu kitaptan ve dinlediği müzikten, son zamanlarda hasta olan Pusar adlı köpeğinden bahsederdi. Bu aralar okuduğu kitaptan bahsedince dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Bu aralar Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinden Aşk” kitabını okuduğunu, ağır dilenden dolayı biraz zorlandığından bahsetti. Geç kaldığımı belirtip, dergide beni beklediklerini, acilen gitmem gerektiğini, bir ara beraber kitap okuyacağımızı hatta bir ara zaman ayırıp ona kitap okuyacağımı da söyleyip oradan Mephisto'nun yolunun tuttum.

Mephisto’ya girdiğimde içeride inanılmaz bir kalabalık vardı. Hafta sonu kitap severlerin en çok uğradığı yerdir burası. Direkt üst kattın yan bölümüne geçip, toplantıya kadar bitirmem gereken yazıyı yazmaya başladım. Bir ara kafamı kaldırıp tam çayımı almaya yeltendiğim anda tam karşıda Sinan’ın bana baktığını gördüm. Evet! Oydu ve gözlerimin taa içine bakıyordu şimdi. İstesem de gözlerimi kaçıramazdım. “Acaba beni tanıdı mı?” diye sordum kendime. Evet! tanımıştı yoksa bu kadar uzun süre gözlerimin içine bakmasının başka bir açıklaması yoktu. Eski defterleri açıp, uzun bir süre unutmaya çalıştığım anıları tekrar hatırlatmasından korkuyordum. Bana doğru gelmeye başladı.

 “ Merhaba” dedi Sinan.

“ Merhaba. Buyurun?”

“ Tanımadın mı? Ben Sinan. Okul arkadaşın, köylün Sinan”

“ Aaaa! Sinan merhaba. Kusura bakma biran tanıyamadım. Buyur otur. Çok şaşırdım benim için sürpriz oldu kusura bakam tanıyamadım ilk başta Nasılsın neler yapıyorsun?” yalan söylemek zorundaydım. Her şeye rağmen ayıp olacağını düşünmüştüm.

“İyiyim ya ne olsun. Bir an tanımayacaksın diye korktum biliyor musun?”

“Olur mu öyle şey! uzaktan insanı tanımak zordur biliyorsun. Ne içersin? Çok uzun zaman oldu değil mi?”

“ Yok! Ben bir şey almayayım yeni içtim. Evet! çok uzun zaman oldu.”

“ Eee ne yapıyorsun burada? Sık sık takılıyor musun buralara?”

 “ Yok ya benim kız tam bir kitap manyağı o geliyor iki gündür. Beni de peşinden sürüklüyor böyle.”

“Burada mı oturuyorsun yani İstanbul da?”

“Ha! Yok. Birkaç günlüğüne geldim. İstanbul bana göre değil. İzmir de oturuyoruz Karşıyaka'da. Elif benim nişanlım benim kız dediğime bakma sen. Yakında evleneceğiz. Sen neler yapıyorsun? Köyden haberin var mı?”

“ Ben burada oturuyorum Cihangir de. Hemen aşağıda. Dergide çalışıyorum yazarlık yapıyorum yani.” Köyden haberin var mı sorusunu duymamazlıktan gelmek istiyordum.

“ Köyden, babandan haberin var mı? Duyduğuma göre hiç gitmiyor muşsun?”

“Evet gitmiyorum. Haberim pek yok babamdan. En son evlendiğini duydum”

“Anladım. Pınar da evlenmiş o da Adana’da yaşıyor bir de iki çocuğu var. Seninle kavga etmemize sebep olan Pınar’ı hatırladın mı?”

Sinan’ın yüzündeki hınzırca ifadeyi görebiliyordum. Martı kaşlarıyla, iki koca bok delikleri gibi gözleriyle, yüzündeki zift gibi siyah lekelerle öylece karşımda duruyor ve hınzırca gülmeye devam ediyordu. Köyden onun yüzünden kaçtığımı, küçük bile olsak o günün üzerimdeki ağır yükünün, babamdan nefret etmemin nedeni kendisi olduğunu yüzüne tükürerek söylemeliydim. Sinirden dişlerimi dudağıma batırıyordum. Sinan yine eski Sinan’dı. Aynı anlayışsız, aynı geveze, aynı çirkin yani aynı b.ktu. Biran tüm geçmiş gözlerimin önünde canlandı tekrar. Tam da tüm anıları unutmuşken bu adamın bana tekrar maziyi hatırlatması çok zoruma gidiyordu şimdi. Şuan ki hayatımı, konumumu düşündüğümde Sinan’a cevap vermem anlamsız olacak diye düşündüm ve kendi kendime moral verdim. Uzun bir süre yüzüne bakmış olacağım ki bana “ iyi misin ?” diye sordu. O sıra yeni aldığım kırmızı kurdeleli, üstünde Kafka resmi olan saatime baktığımda baya geç olduğunu, yazıyı bu gidişle yetiştiremeyeceğimi, biran önce bu yazıyı yazıp akşam ki toplantıya hazırlanmam gerektiğini hatırladım ve yerimden hızlıca kalktım.

“Sinan kusura bakma gitmem lazım. Dergide işim var, akşam bir toplantım var ona hazırlanmam lazım seni gördüğüme çok memnun oldum. İzninle”

“ Tabi tabi. Ben de çok sevindim seni gördüğüme. Görüşmek üzere. İzmir’e beklerim” dedi Sinan.

Kağıt kalemimi alıp giriş kapısına doğru hızlıca yürüdüm. Hemen İstiklal Caddesi'ndeki kalabalığa karışıp, Sinan’dan olabildiğince uzaklaşmak istiyordum. “ Yüzsüz herif! Hala unutmamış. Bir de pişkin pişkin gülüyor or..pu çocuğu. B.k görüşürüm seninle bir daha” yüksek sesle, içimin nefret kuytularından gelen hırs ile bir süre bu cümleleri tekrar ettim. İstiklalden ayrılıp evime doğru adımlarımı hızlı hızlı attım. Eve girdiğimde üzerimde hem geçmişin hem bu anın hem de geleceğin tüm yorgunluğu vardı. Tüm gece inşatta moloz taşımış gibiydim, her yanım beton parçalarının izleriyle doluydu sanki her yanım ağrıyordu, sızlıyordu. Yazıyı yazmak için tekrar masanın başına geçtim. Yazıya başlamadan önce bir kahve yapsam iyi olur düşüncesiyle mutfağa geçtim tekrar. Bugün çok kahve içtiğimin farkındaydım. Kafamın bir köşesinde hem Pınar hem de Sinan tepiniyordu o an. Onlar kendi hayatlarında memnundu. Bunu tahmin etmek zor değildi; çünkü kimsenin benim gibi geçmişin derin, karanlık, pis kokan dehlizlerinde kıvrınıp durmayı bir yaşam biçimi olarak seçmediğini biliyordum. Babam da çoktan kendine yepyeni bir hayat kurduğunu da tahmin edebiliyordum. Benim de hayattım buydu işte; Cihangir'deki evim, kağıdım, kalemim, ve dergideki köşem. Ara sıra gittiğim Bebek'teki sevgilimi saymıyordum; çünkü aslında ikimizin arasında kendi kişisel zevklerimizi tatmin etmenin dışında pek bir bağ olmadığını ikimiz de biliyorduk. Evet! tüm hayatım buydu ve ölünceye kadar böyle devam edecekti. Mutluydum aslında bir yerde, yalnızlığı seviyordum; tıpkı çocukluğum şehri olan, her zaman kalbimin bir köşesinde duran şehrimi ve güzel anılarımı sevdiğim gibi. Belki bir gün “Kırık Hava” yı şehrin girişinde bulunan Leylek heykelinin yanından geçerken, yemyeşil çağla, kıpkırmızı elma bahçelerin arasında gezerken, yaz akşamların vazgeçilmezi Vali yolunu turlarken, Haydar Aliyev Parkında otururken dinlemek bana da nasip olurdu kim bilir. Her şeye rağmen o şehirde çocukluğum vardı. Iğdır’dan Cihangire uzanan bir çocukluk ve Sinan bugün o çocukluğu o anıları ve o şehri bana tekrar hatırlattı.

 
Toplam blog
: 6
: 125
Kayıt tarihi
: 26.11.15
 
 

 Edebiyata olan ilgim yaklaşık sekiz sene önce başladı. Bu zaman zarfı içerisinde önce Dünya Klas..