Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mart '12

 
Kategori
Öykü
 

Ihlamurlar altında

Ihlamurlar altında
 

Evin oldukça geniş bahçesinde, Ihlamur ağaçlarının herhangi birinin önünde çömeldi genç kadın ve bir türlü gelmek bilmeyen kocasını biraz da burada beklemek istedi. Yüzünde yeise benzer bir ifade vardı. Nerdeyse gündoğumuna yaklaşıyordu şehir. Gökyüzündeki yıldızlar seyrekleşmeye başlıyor, havanın rengi flu bir görünüm kazanıyordu.

Ihlamurların o büyüleyenkokusu sarmıştı bedenini ama genç kadın nefes almak bile istemiyordu. Genelde sermest olduğunu söylerdi kocasına, Ihlamur ağaçlarının kokusunda. Tuhaf bir zelzele oluyordu içinde o an, yüreği kabarıktı anlaşılmaz nedenlerle. Sadece üzüntüsü ve kocasının gelmeyen silüetinden esrik hale geliyordu bünyesi o an için. Gözleri bir boşluğa bakar gibi dalgın ve korku doluydu. Kocası olmadan hayatın anlam vermediğini, yitik olduğunu düşünürdü hep.

Nerde olabilirdi bu adam? Sabah işe diye çıkmıştı, önemli de toplantıları olduğunu söylemişti. Yurt dışından hatırı sayılır misafirler şirketi ziyaret edeceklerdi. Bunu söylerken ne de heyecanlıydı Ömer Görkem, büyük bir iş başarmış gibi de gururlu. Dicle’nin ütülediği gömleği beğenmemişti bir türlü, pantolonunda da kusurlar bulup söylenmişti ilkin. Ama sonradan giyinip de sokak kapısına yaklaşınca mutluluğunu okuyabiliyordu, Dicle gözlerinden. Bahçede ıhlamur kokusuyla belinden sarmıştı karısını, birlikte arabaya kadar yürüdüler. Ve anlamlı ama kısa olan busesinden sonra arabasına bindi genç adam.

Dicle her sabah hiç üşenmeden, kocasından önce kalkar sofrayı hazırlar, sonrada tatlı bir buseyle onu uyandırırdı. Evlendiğinden bu yana iki sene geçmişti ama hala o taze sevgileri sürüyordu. Ve Dicle hiç üşenmeden, yerinmeden her sabah görevini ifşa ediyordu. Ev, Dicle’nin genç kızlığında düşlediği evler gibiydi. Küçük bir koru düşlerdi, evi de korunun hemen yanındaydı. Şimdiki evi, biraz büyüktü hayallerindeki imgelerden. Bahçeye ıhlamur ağaçlarını kendi istemişti. Her sabah ıhlamur tazeliğinde uyanmak ve geceleri de ıhlamur sarhoşluğuyla kocasının kollarında uyumak için. Evin hiç olmadık yerine bile sirayet edebiliyordu ıhlamur kokusu. Her odası zevkle döşeliydi. Salonun bir kısmı modern bir kısmı da klasik koltuk takımlarıyla çevriliydi. Kendi deyimi ile yenilikleri pek sevmeyen, geçmişin tozlu izlerinin bulunduğu her şeyi daha kolay benimseyen biriydi. Bu yüzden salonun bir kısmı tamamen eski eşyalarla kaplıydı. Eski bir koltuk takımı, eski çevirmeli bir telefon, eski eşyalar satan bir dükkândan aldığı ve her gün tozunu aldığı gramofon… Eskilere ait ne varsa bu kısımda mevcuttu ve ne zaman annesi gelse, o bölümün yüreğini sıktığını söylerdi. Modern bölümü tercih ederdi bir fincan çay ya da kahve eşliğinde sohbet etmek için. Modern köşe takımına yerleşip, ondan bundan bahsetmek hoşuna giderdi Selvi Hanım’ın. Güzel büyük bir yemek masası, aynı renk bir vitrin ile süslüydü evin bu yanı. Burada da her zaman alışılagelmiş, herkesin kullandığı bir telsiz telefon eşlik ediyordu dekora. Her iki bölümü birbirinden ayıran geniş pencerenin önü de, güzelce yayılmış minderlerin oluşturduğu ufak bir şark köşesine ayrılmıştı. Şömine bugüne kadar hiç yanmamış olsa da güzel bir dekor oluşturuyordu salonun modern bölümünde.

Mutlu bir yuva yaratmışlardı kendilerine. Tek eksikleri olduğunu söylerdi hep kocası. Evin en güzel odası, çocuk odası olarak hazırlanmıştı. O odanın hazırlanması ile bizzat Ömer Görkem ilgilenmişti. Her sabah karısına ‘geceleri çocuğun sesine uyanmak, hatta en güzel uykumda belki de söverek onun yanına gitmek, sana hevesle dokunduğum anlarda viyaklamasını işitmek’ istiyorum derdi. Dicle’de ‘hımm anlıyorum, sen artık benden bıktın; benim yerime başka bebekler isteyip duruyorsun’ diyerek dudaklarını büzerdi. Öyle ya Ömer Görkem hep bebeğim diye hitap ederdi karısına. Hemen ardından sarılarak, kısa bir öpüşme evresinden sonra gülerek kahvaltı sofrasına inerlerdi. Alışılmış bir yaşam stilleri vardı evet ama bir gün olsun şikâyet etmemişti Dicle. Çocuğu olmasın diye ilk aylarda hap kullanırdı kocasından gizli. Ama bu derece çocuk sevgisinin olduğu, hatta çocuk odasını büyük bir keyifle hazırlamaya çalışan kocasına bu kötülüğü yapamazdı. Artık o da istiyordu bir çocuğun viyaklamasını. Ve kesmişti ilaç içmeyi. Kocasının her sinesine yatarken de en büyük duası olurdu, çocuk…

Şimdi bir Ihlamur ağacının altında, çaresiz ve korku içinde bekliyordu kocasının bahçe kapısından girmesini. Sabahtan beri ne çok özlemişti onu. Bir an olsun aklının ucundan bile geçirmezdi aldatılma duygusunu. Bunu yapmazdı kocası, adı gibi biliyordu. Basit davranışları hiçbir zaman yakıştıramamıştı yüreğinin sahibine. En kötü anları da en mutlu günleri de birlikte yaşamışlardı. Ne büyük bir aşkla evliliğe karar vermişlerdi ama. Kendinden önce ufak çapkınlıkları olmuştu kocasının, bunu da büyük bir rahatlıkla anlatırdı, çünkü karısına olan sevgisi her şeyin önüne geçmişti, Dicle’yi tanıdıktan sonra. Ne sevgili oldukları dönemde, ne nişanlılık evresinde ne de evliliği boyunca bir gün olsun başka kadına bakmamıştı. Şimdi Dicle sadece başına bir şey gelmiş olacağından dolayı korkuyu yaşıyordu içinde.

Her gün işlerini hallettikten sonra büyük bir özenle hazırlanırdı kocasına güzel görünmek için. En süslü giysilerini seçerdi akşam yemeklerinde. Erkeğinin gözlerini kamaştırmasını ve ona güzel göründüğünde, güzel iltifatlarla karşılaşacağını biliyordu. Erkeğin kalbine giden yolun midesinden geçtiğinin de farkındaydı. Her akşam güzel yemeklerle donatırdı sofrayı. O gün de yine kocasının en sevdiği yemekleri yapmış ve geri kalan zamanında da hazırlanmıştı. Banyo yapmış, saçlarını özenle tarayıp kurutmuştu. Her zaman hafif bir makyajı olurdu yüzünde. Gerçi kocası daima bir bebek gibi olduğunu ve makyaja gerek olmadığını söylerdi. Dicle de zaten çok hafif yapardı makyajı. Makyaj ürünlerini çok aşırı kullanan kadınların erkenden yüzlerinin buruştuğuna şahit oluyordu ve çok fazla yapmamaya özen gösteriyordu. Önce hafif bir göz makyajı ve gözlerini, kirpiklerini ortaya çıkarak olan rimeli sürerdi. Göz kalemi ve diğer şeyleri hiç kullanmazdı. Sade olmayı severdi. Aynı, bir bebek gibi. Ardından hafif bir allık yanaklarına ve en son da dudaklarına çok uçuk olmayan, makyajına ve yüzüne giden hafif tonlarda bir ruj ile bitirdi makyajını. Saçlarını seksi görünmek için açık bırakırdı.

Omuzlarından aşağı dökülen sarıya yakın saçları ile o da kendini güzel hissetmişti bir an. Tüm hazırlığı kocası içindi. O beğenmeliydi, hayatında ne varsa hepsi kocası içindi. Bir süre gar dolabının önünde durdu. Hangisini giyeceğini kestirmeye çalıştı kıyafetlerinden. Gar dolabı iki bölümden oluşuyordu. Bir bölümünde etek, pantolon askıları, bir yanda gömleklerin askıları ve raflar. Raflarda günlük kıyafetleri ve iç çamaşırları olurdu. Etek bluz mu giysem acaba diye düşünüp tüm eteklerine elini attı. Sonra pantolon ve gömlek mi giysem dedi ve bu sefer de tüm pantolonlarını şöyle göz ucuyla inceledi. En sonunda da sadece düz bir siyah elbiseyi geçirdi vücudunun çıplaklığına. Siyahı severdi geceyi anımsattığı için. Şimdi güzel bir gece için de, o gece yaşanacak olan güzel anlara gidecek olan bu kıyafetti. Ayak bileklerinden daha da aşağı süzülüyordu elbisenin etekleri. Omuz kısmındaki askısında küçük bir yaprak deseni vardı. Sağ yanından dizin çok az yukarısına çıkan yırtmacına baktı. Güzeldi. Her şey ıhlamur kokusuyla da bütünleşince, daha da güzel görüyordu aynadan kendisini. Evet, her şeyiyle hazırdı artık. Kocası gelince yine o muhteşem karşılanma ve itaatkâr olan karısının yaşatacaklarıyla karşılaşacaktı. İtaatkâr sadece sözün gelimi. Dicle her şeyi yerinde yapmayı severdi. Yeri gelir cazibeli bir melek, yeri gelir küçük bir çocuk, yeri gelir asi bir kısrak oluverirdi. Yeri gelince kölesi yeri gelince efendisi olmayı başarırdı hep kocasının. Bir bakıma damara göre şerbet vermekti elbet yaptığı.

Sabahın ilk ışıklarının bahçeye düştüğü anda da hala o güzelliği kaybolmamış, üzerindeki giysisiyle ıhlamur ağacının altındaki taş kütleye çömelmişti. Hafif titriyordu da vücudu esen rüzgârla. Gece yarısından itibaren bilmem kaç kere çevirmişti kocasının cep telefonunu. Çalıyor ama bir türlü açılmıyordu telefon.

Hafifçe kapı açıldığını gördü hemen akabinde, büyük bir heyecanla hemen doğruldu. Kocasıydı bu. Bahçe kapısını aralayıp içeri süzülüvermişti. ‘Ömer’ diye seslendi, ve tekrar yineledi ismini kocasının. Anlam veremedi ama. Arabası nerdeydi, neden yürüyerek gelmişti? Sabah giydiği kıyafet biraz buruşmuş gibiydi sanki. Yüzü öylesine sıcak, öylesine aşk dolu idi ki kocasının. Bir melek rolü verilmişti sanki kendisine. Zaten hep melek gibi olmuştu karısına karşı ama bu sefer garip bir hal vardı üzerinde. Hiç konuşmuyordu. Tek bir çıt çıkmadı ağzından. Bahçede ilerleyip birbirlerini buldu elleri. Sarıldılar. ‘Ömer’im’ diyordu hafif titreyen dudakları. Hiç bırakmamacasına sarılıyordu Ömer’i. İstediği de bu değil miydi işte Dicle’nin. Gelip sarsaydı kendisini. Ama huzurlu değildi nedense genç kadın. Elleri o bebeksi yüzüne dokundu kocasının. ‘Neden konuşmuyorsun Ömer’im?’ ama bu soruları hep havada kalıyordu. Büyük bir sükunet hakimdi aşk yuvalarında. Sevgi dolu ve sanki yarım kalmışçasına büyük bir özlemle bakıyordu genç kadına. Ihlamur kokusunu hissetmiyordu. Duyu organları işe yaramıyordu sanki. Son bir defa daha sarıldı karısına. O hep mutlu oldukları aşk yuvalarına da son kez baktı. Bir daha göremeyeceğini biliyordu sanki. Ellerini yavaşça çekti, karısıyla bağını kopardı ve bahçe kapısına doğru tekrar yürümeye başladı. Her şey sahte gibiydi. Gelişi, gülüşü, sarılışı. Bir boşluğu sarmıştı sanki, karısı yerine. Hala sessizlik devam ediyordu. Bu sefer Dicle’de sessizdi. Arkasından seslenmek istedi ama yapamadı. Sadece peşin sıra gitti bahçe kapısına kadar ve bir anda yok oldu genç adam. Ellerini uzattığı kapıda artık tek başınaydı. Kocası gibi o da yalnızdı artık bundan sonraki yaşamında. Bir an hayal olduğunu düşündü bu birkaç dakika bile sürmeyen olayın.

Eve girmek bile istemedi belki o anda, ama kocasını getirdi aklına bir an. Ömer Görkem asla onun dışarıda üşüyerek beklemesini istemezdi. O evinde beklemeliydi kocasını, sıcacık ve huzur bulduğu evinde. Bu düşüncelerle salona kadar ilerledi. Bu sessizlik daha da kötüydü, bu yüzden radyoyu açtı. Çalmakta olan parçayı duymuyordu bile. Dinlemek için de açmamıştı zaten, tek istediği evde bir ses olmasıydı. Derken bir anons duydu radyoda. ‘Evet sevgili dinleyiciler, önemli bir duyuru yapmak için programıma ara vermek zorundayım. Cerrahpaşa’da yatmakta olan kanamalı bir hasta için acilen 0 rh negatif kana ihtiyaç vardır, duyarlı dinleyicilerimizin…’ Gerisini dinlemedi bile genç kadın. Kan gurubu kocasınınkiyle aynı idi. Bir an buz gibi oldu bedeni. Derken yeniden bir anons duydu. Bu sefer haberleri duyurmaktı radyonun içinden gelen sesin amacı. ‘Bir son dakika haberini sizlere bildirmek için kesiyorum yayınımı’ diyordu sesi nezleli gibi çıkan kadın. ‘Gece yarısı saatlerinde meydana gelen bir trafik kazası haberini size bildirmek istedim’ diyordu genç kadın. Dicle umursamaz halde, gece kim bilir kim yine canice arabayı kullanıp da insanların canını aldı diye düşündü. Duyduğu plaka hayal meyal geldi beyin dalgasına. Tüm dikkatini anonsa verdi Dicle, çaresizlikle. Radyodan gelen ses, 34 UR 1524 plaka’lı araç sahibinin gece yarısı Etiler istikameti’ne giderken frenlerinin boşalması sonucu yoldan çıktığı ve iki kişiye çarparak uçuruma sürüklendiği, çarptığı iki kişinin Cerrahpaşa’ya kaldırıldığı ve hayati tehlikelerinin olduğu; fakat talihsiz şoför’ün olay yerinde ölmüş olduğu haberini verdi. Ve ‘şimdi elime ulaşan Cerrahpaşa’da yatmakta olan hastaların isimleri’ni bildiriyorum. Bir hastanın isminin Fulya Erbaş olduğunu ve hayat kadını olduğunu diğer yatmakta olan hastanın ise isminin İsmet Kaya olduğunu öğrenmiş bulunmaktayız. Olay yerinde can veren şahsın ise Ömer Görkem Duyan olduğu tespit edilmiştir. Hastalarımıza şifa ölen şahsın yakınlarına da başsağlığı diliyoruz. Allah geride kalanlara sabır versin. Kaza bu sevgili dinleyiciler, geliyorum demez ve birçok masumun canını alır’ diye devam etti yayın.

Donup kalmıştı Dicle. Nasıl da acımasızca söyleyivermişti Ömer’inin ismini radyodaki kadın. Hiçbir önemi yokmuş gibi yayına devam etmesi kızdırdı genç kadını.

Hiçbir şey yapamıyordu. Hiçbir şey diyemiyordu. Hıçkıramıyordu, küçücük bir gözyaşı bile akmıyordu gözlerinden. Biliyordu ki içine akıyordu yaşları. Öylece kalakalmıştı ortada, öylece kimsesiz. Dakikalar önce yaşadığı sahneyi getirdi aklına. Kocası gelmişti yanına, sarılmıştı ona. Şimdi ise bir daha yaşama geri dönemeyeceği yolda karısından habersiz izlemekteydi olayları Ömer’i. Kendi yaşadığı garip durumun farkında olamayarak hem de…

25.04.2007 k.k

 
Toplam blog
: 74
: 546
Kayıt tarihi
: 21.04.07
 
 

1980 doğumluyum. Kamu Yön. Bölümünde okumaktayım.. Kelimelerle oynamak en büyük zevkimdir. Kelimele..