Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Aralık '08

 
Kategori
Anılar
 

İki Efsane (Orhan Boran - Halit Kıvanç)

İki Efsane (Orhan Boran - Halit Kıvanç)
 

Bayramın dördüncü gecesi Show Tv’deki Siyaset Meydanını seyrediyorum ve seyrederken bu satırları yazıyorum. Programda Ali Kırca’nın konukları Orhan Boran ile Halit Kıvanç’ı izlerken geçmişe yolculuk ediyorum. Keyfimi anlatmaya kelimeler yetmiyor ama yine de o keyfi satırlara dökmeye çalışıyorum.

Daha program başlarken eşim Orhan Boran’ın hastalığını anlatıyor. Hemen internete bakıp tarihi netleştirmek istiyorum. Sabah Gazetesinde 27 Mayıs 2005 tarihinde “Öleceksem Böyle Ayakta Öleyim” başlığıyla Orhan Boran ile ilgili şu satırlar yazıyor: “Kolon kanserine karşı tedaviyi reddeden ünlü sunucu jübilesine hazırlanıyor. Son haliyle hatırlanmak isteyen 76 yaşındaki Boran kemoterapi yaptırmama kararını şöyle anlattı: "Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak geçirmek istemiyorum." "Bugüne kadar mesleğimde yapmak istediğim her şeyi yaptım. 60 yıla yaklaştım yetmez mi. Benim dinlenme vaktim geldi." Kansere karşı kemoterapiyi reddeden mizah ustası "Öleceksem böyle ayakta öleyim" diyor. Yıllar önce gece kulüplerinde "Ayaküstü Gırgırı" adıyla Türkiye'de ilk stand-up geleneğini başlatan üç yıl önce bedenine musallat olan kansere, "tek başına" meydan okuyor. Hastalığının tedavisi için önerilen kemoterapiyi reddeden Boran nedenini anlatırken de, o çok iyi bilinen muzip tavrını takınıyor; "Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak geçirmek istemiyorum. Öleceksem insan gibi bu halimle öleyim. Şu dünyayı sefil halde terk etmek istemiyorum. Hayranlarım beni hep bu halimle hatırlayacak, saçları dökülmüş olarak değil" diyor. O günlerden bu günlere gelindiğinde sağlığının yerinde olması, bizlerle birlikte, özellikle yeni nesil genç kuşaklarla olması mucizevi bir lütuf. Bilmem bunun farkındalar mı?

O zamanki TRT radyolarında Orhan Boran’ın ve Halit Kıvanç’ın programları vardı. Aslında o zaman televizyonlar olmadığından her şey anlatıyordu, aslında bazı kısımlar da anlatılmıyordu “hepsini anlatma ki, dinleyicinin hayal edebilmeye yeri kalsın” deniyordu.

İşte Halit Kıvanç anlatıyor.. Ben Fenerbahçeliyim, ama maçı anlatırken her zaman tarafsız olarak anlattım maçları… Hatta Rahmetli Metin Oktay’ın şarkılarının ilk satırları da bana aitti. O zamanlar üç Galatasaraylı iki Fenerli li bir Beşiktaşlı maçı izlerdik, Beşiktaş stadından çiçek pasajına giderdik ve yenen tarafın taraftarları biraları ısmarlardı.. Bu zamanlarda böyle taraftarları görmek daha güzel olurdu.

Orhan Boran bir anısını paylaşıyor: "Eşref Abi, güreş müsabakasını anlatacak ama müsabaka anlatacak ama ortalıkta yok, bir kaza geçirdiğini öğreniyorum. Canlı yayında mecburen ben anlatmak zorunda kaldım. Ama güreş bilmiyorum; “Türk güreşçi ayağını tuttu, buradan da tam göremiyorum. Faul muydu, Finli güreşçi geldi çelme taktı, hakem geldi” falan diye anlatıyorum. İki devreyi böyle anlattım ama her tarafım sırıl sıklam. Neyse ki Eşref ağabeyin yerine gelen sunucu geldi de kurtuldum. Tabii ben seyircilerden büyük tepki bekliyorum ama seyirciden bereket fazla tepki gelmedi."

Paranın her şey demek olmadığı o siyah beyaz günlerde yaşam çok daha renkliydi. Metin Oktay’ın parayı reddedip Galatasaray’da kaldığı, İtalya’ya gittiği halde “benim vatanım” deyip geri döndüğü günlerdi. Zeki Müren’in harika şarkıları vardı, para hayatımıza girerken bazı şeylere veda ediyorduk, “veda busesi”ni de tam bunun üzerine onun sesinden dinliyorduk.

Orhan Boran anlatıyor; “BBC de dış röportajlara gidiyordum. BBC haberleri içinde Adnan Menderes’in Londra’ya gideceği bildirilmişti. Uçağın ineceği olası havaalanlarını çıkarmıştık, benim seçtiğim havaalanına gideceği çok zayıf bir ihtimal. Orada beklerken birden kasabanın havaalanında düdükler çaldı. Nedir bu düdük dedik, “Türk uçağı düştü” dediler. Bir arabaya atlayıp hemen kaza yerine gittik. Başbakan kurtulmuş, başka kurtulanlar da var dediler. Köyün postanesinden bu haberi TRT ye geçtik ve tüm Türkiye Julide Gülizar’ın sesinden öğrendi.”

Halit Kıvanç anlatıyor; “O zamanki yayınlar saniyesi saniyesine geçiyordu. Canlı yayında bir okul yarışması yapıyorduk. Yarışma berabere, yedek sorular yine berabere, sonunda para atalım dedik ama mikrofonun bağlı olduğu kablolar vardı ve para iki kablonun arasında kaldı, yani yine berabereydi. Herhalde bir yarışmada bu kadar beraberlik çok nadir olurdu. Son olarak kablosuz bir yere para attık da birinciyi belirleyebildik.”

Orhan Boran devam ediyor; “1949’da “Ayaküstü gırgır” şimdiki adıyla “stand up” o zamanın gazinolarında yapılıyordu. Günlük 40 lira alıyorduk, aylığımız 100 küsur liraydı. Hemen ertesi gün radyo veya gazino olacak dediler. Ben şarkı söylemeyi bilmem, dans etmeyi bilmem sadece konuşma, 10 dakika ancak konuşuruz derken zamanlar dakikalar arttı. İlk gün önümden birileri geçiyor, arkadan geçebilecğei halde sahnenin önünden geçiyor. Ben de dayanamadım ve adam şöyle dedim “Nereye gittiğinizi biliyorum, soldan çıkın sağa gidin, oradan “gentlemen” diye bir kapı var, aldırmayın girin”

Orhan Boran yine döktürüyor; “Güya benim oturduğum apartmanın alt katında bir hristiyan kalıyor. Beni bir sabah kiliseye çağırıyor vaftiz töreni var diyor. Ama kilisenin nerede olduğunu bilmiyorum diyorum kiliseyi anlatıyor. Peki ama, vaftizde ne yapılacağını bilmiyorum diyorum. Komşu diyor ki Ben size bakıyorum her gün evden çıkarken haç çıkarıyorsunuz? Cevap veriyorum; “Yok canım, Allahım bir şey unuttum mu? Cüzdanım, anahtarlarım yerinde mi diye bakıyordum”…

Ali Kırca’nın hatırlatmasıyla yine Orhan Boran bir anısını aktarıyor; Otobüsteyiz, genç bir bayan; “Kalkarsanız oturacağım” diyor. “Ben senin iki katı yaşındayım ama neden yer vereceğim?” diyorum. Genç kadın “Hamileyim” diye cevap veriyor. “Hiç belli olmuyor, kaç aylık hamilesiniz?” diye soruyorum. Kadın yanıtlıyor; “Valla iki saattir hamileyim ama hala ayaklarım titriyor.”

1960’lı yıllar, askeri darbe, ekonomik krizler… Julide Gülizar’ın sesinden ajans haberleri… Zeki Müren’li Ayhan Işık’lı, Belgin Doruk’lu, Vahi Öz’lü, Göksel Arsoy’lu yıllar… Girerken ağlama mendili dağıtılan “Ayrılık” filmi, Nazım Hikmet’in dizeleri, radyoda Orhan Boran’ın “Doğru mu Yanlış mı?”, Halit Kıvanç’ın “Var mısın yok musun” yarışmaları, o kadar çok şey vardı ki radyo dolu, siyah beyazlı dünyamızda…

Siyaset Meydanı'nda Orhan Boran ve Halit Kıvanç ile Ustalara saygı kuşağı, eğer bir kez daha yayımlanırsa kaçırmayın. Dedim ya, anlatmaya kelimeler yetmiyor.

Not; Faruk Yener’in o zamanları anlatan “Radyo ve Televizyon Günleri Olaylar, İnsanlar, Anılar ”kitabı 1999 basımı ve kitapla ilgili şu bilgi aktarılıyor; “Faruk Yener, Türkiye'deki radyo ve televizyon yayıncılığının ilk günlerinden başlayarak bu kurumlarda bulunmuş bir radyocu. Bu kitabında, Ankara Radyosu'na ilk adımını attığı 1940'lı yıllardan itibaren yaşadıklarını, radyo ve daha sonra televizyon yayıncılığının ilk günlerini, tanıdığı insanları, yaşadığı olayları, başarıları ve başarısızlıkları mizahi bir üslupla okurlarına aktarıyor. Radyo-TV yaklaşık elli yıl emek vermiş bir iletişimci olarak, başlangıçtan günümüze bu alanda varolan sorunlara ilişkin gözlemlerini, görüşlerini dile getiriyor.” Meraklılarına duyurulur.

 
Toplam blog
: 64
: 968
Kayıt tarihi
: 28.10.07
 
 

Mülkiye İşletme mezunuyum ve aynı zamanda Sakarya Üniversitesi Maliye Bömlümünde doktora öğrencis..