Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Temmuz '10

 
Kategori
Öykü
 

İki Yanlış Bir Doğruyu Götürür

İki Yanlış Bir Doğruyu Götürür
 

Hamileliğimin yükseliş dönemlerine girmiştim. Uzaktan görenlerin rahatlıkla "Bu bayan hamile" teşhisi koyabileceği 8'inci aya gelmiştim. Karnım burnuna gün be gün yaklaşıyordu. Sırtım da bir o kadar geriye doğru gidiyordu yürürken..

İkinci kez anne olacağımdan dolayı korkum yoktu. Neticede doğum yaptığım gün benim gibi kimbilir kaç kişi daha anne olacak ve bebeğini göğsüne yaslayıp sütünü verecekti. Cicili bicili hamile elbiselerim, yemekhanedeki "siz iki canlısınız lütfen buyurun" gibi öncelikler, otobüste hemen yer vermeler derken birden bire sıradanlıktan oldukça uzaklaşmıştı hayatım. Hatta "makam sahibi" insanlara gösterilen imtiyaz, "bebek sahibi" olacak bendenize de gösteriliyordu.

Bazen bunalmıyor da değildim hani.. Sadece hamileyim ve bir bebeğim olacak diyordum ama aslında en güzel mertebelik değil miydi annelik! Doğum iznine ayrılmam için kısa bir zamanım kalmıştı. Ağustos ayının sıcağında iki kişilik dolaşmak beni bayağı etkilemeye başlamıştı. Ama amirlerim ve iş arkadaşlarım bana her konuda yardımcı oluyorlardı.

O yıllarda çalışma odamda üç kişiydik. Odamız arka cepheydi ama inanılmaz güzellikte serpilmiş ağaçlar vardı. Camımızı açtımızda neredeyse dallarına uzanırdık. Benim ve İris'in masası birbirine bitişikti. Kafamızı kaldırdığımızda birbirimizi görürdük hemen. Giriş kapısına yakın da Hüseyin'in masası vardı. İris; ufak tefek yapılı ama elinden büyük işler gelen, güleryüzü güneş kadar ısıtan iki çocuklu bir anneydi. Hüseyin ise dört yıllık bir üniversiteyi yeni bitirmiş tabiri caizse çiçeği burnunda memurumuzdu. Hüseyin'in konuşmalarından orta direğin bir hayli üstünde yaşam sürdüğünü anlayabiliyorduk. Marmaris'te tanınmış bir otelin sahibiydi babası ve Ankara'da da bir ev almışlardı. Hüseyin'in annesi sık sık Ankara'ya geliyordu.Biz bunu nereden mi anlıyorduk? Söyleyeyim o zaman. Hüseyin'in her sabah işyerine gelirken kullandığı çantasının içinden folyo kağıda sarılı sandviç ekmeğini çıkarmasından.... Hemen odamızın kapısını kapatır ve büyük bir iştahla yerdi. İris ve ben takılırdık;

- Ne kadar şanslısın böyle. Annen her sabah sana beslenme hazırlıyor diye O da hem yer hem de ağzı dolu bir şekilde;

- Annem çok titiz, dışarıdan alınan gıdaların hijyenik ve taze olmadığını söylüyor. Benim de işime geliyor. Hem param cebimde kalıyor hem de uğraşmıyorum diyordu. İlerleyen günlerde yine Hüseyin kahvaltısını yapmak üzere büyük bir heyecanla paketini açıyordu ki amirimizin telaşlı sesi kulağımıza geldi. Hüseyin'in yediği dürüm değildi ama öyle dürdü büktü çekmecesine koydu ki sandviçini anlatamam.

- Hüseyin hemen odama geliyorsun! Toplantıya katılanlar arasında yurtdışından gelen delegeler de var. Hadi çabuk! Toplantıdan önce elinde olması gereken materyalleri vereceğim. Yolda çalışırsın! Hüseyin çekirge gibi zıpladı. Gerçi çok uzun boyuna çekirge lakabı pek uygun olmadı ama neyse.. İris'le harıl harıl çalışıyoruz. Benim görünmez kahramanım ufak ufak tekmeler atıyordu karnıma. Masayla bir alıp veremediğim yoktu ama kocaman karnım dolayısıyla o kadar mesafeliydik ki birbirimize! Öğle saati geldi. Her zaman olduğu gibi yemekhaneye gittik. Artan zamanımızı da kafetaryada çay içerek doldurduk ve odamıza geldik. Saat 14.00 olmasına rağmen Hüseyin yoktu ortalıkta.. Demek ki toplantı uzun sürdü dedik. Yeniden çalışmaya daldık. Saat 16.00'ya doğru başka bir şubemizin müdürü odamıza girdi. Oldukça babacan, elemanlarını seven, o denli de saygı gören bir kişiydi Mehmet Bey.. Biz ayağı kalktık hemen; - Rahatsız olmayın, oturun.. dedi nazikçe ve konuşmasına devam etti.

- Midem çok kötü kazınıyor. İlaç içeğim için bir şeyler atıştırmam gerekiyor. Kantinde sayım vardı. Bir şey aldıramadım. dedikten sonra yarım aralık çekmecedeki sandviçi gördü ve; - Bu Hüseyin'in herhalde. O nerede sahi? Niye yememiş? diye sordu. Biz "dışarıda toplantıda" dedik cevaben.. Mehmet bey midesini ovuşturdu ve; - O bu saate kadar aç durmamıştır. Vallahi alıyorum diyerek böldü yarısı, kalanı çekmeceye koyuyordu ki.. Başka bir bayan memur arkadaşımız girdi içeri.

- Aa ne yiyorsunuz. İçim çok kötü birazcık ben de alabilir miyim? Müdür Bey; benim değil zaten Hüseyin'inmiş dedi çıkarken. Arkadaş "yabancı değilmiş" dedi o da kopardı bir parça. Derken bir kişi daha küçücük bir parça kopardı. İris ve ben şaşkın bir şekilde birbirimize baktık. Sonra İris yandan yandan gülerek:

- Aysel! Bu Hüseyin'in annesi de doldurmuş içine kaşarları, salamları, domatesi ne de güzel koktu! Hem de sen hamilesin canın çekmiştir. Ne kaldı ki ekmekten geriye! Kalanı da biz yiyelim. Hem gelmeyecek galiba. Bozulur dedi. Masadan kalktı ve son kalan küçük parçanın yarısını bana verdi, diğer yarısını da kendi aldı. Mesai bitimine yakın Hüseyin "Merhabalar" diyerek içeri girdi. Biz gülümseyerek;

- "Hoşgeldin. Özlettin kendini. Ne toplantıymış akşama kadar yoktun" dedik. Hüseyin'in elinde bir kutu kola vardı. Hemen masasına oturdu ve bize dönerek;

- İnanır mısınız? Kurtlar gibi açım! Akşamı zor ettim. Sandviçimi hayal ede ede geldim. Şimdi yiyeceğim büyük bir iştahla derken; Benim içinden ılık ılık bir şeyler indi. Sanki elim ayağım çekilmişti. Yüzüm pancar gibiydi. İris ise kaskatı kesilmişti. Hüseyin bir hızla açtı çekmecesini ve bağırmaya başladı;

- Olamaz buradaydı! Kim aldı benim yemeği! Sonra çöpte folyo kağıdını görmüştü buruşturulup atılmış bir şekilde. Birden kalktı ve masaya yumruğunu geçirerek; - Ya! Bu ne büyük terbiyesizlik böyle? Kim yedi benim sandviçimi? Böyle görgüsüzlük olur mu? diye söylenip duruyordu. Ben içimden nasıl kızıyordum kendime. Neden yedim? diye. Dudaklarım titriyor konuşamıyordum. İris kaşlarını çattı ve;

- "Hüseyin sakin ol! Anlatalım sana" diyor Hüseyin hala sağa sola saldırıyordu. Şaşırmıştık iyice.. İris ayağa kalktı ve Hüseyin'in yanına gelerek; - Dinler misin lütfen! diye bağırdı. Mehmet Bey geldi ve gördü yiyeceğini. İlaç içecekmiş. Hüseyin dışarıda yemiştir diyerek yedi. Sonra diğer arkadaşlar aldılar bir parça. En son kalan parçayı da bozulmasın diye biz yedik. Kusura bakma yanlış yapmışız dedi ve oturdu yerine. Benim gözlerim sulandı birden acayip suçlu hissettim kendimi ve;

- Hüseyin tamam haklısın ama inan küçücük bir lokmaydı yediğimiz. Ben gideyim sana dışarıdan yaptırayım dedim utana sıkıla. - Hayır. Ben dışarıdan yemem biliyorsunuz! dedi. İris:

- Yazık oda arkadaşımızsın ama tanıyamamışız seni dedi. Akşam mesai bitmiş her birimiz dağılmıştık. Ben sabaha kadar uyuyamıştım. Keşke almasaydım. Aptal kafam! diyordum kendi kendime. Eşim hemen anladı durumumu ve;

- Ne oldu canını sıkan bir şey mi oldu? diye sordu. Boşver senin de canını sıkmayayım diye anlatmak istemedim. Sabah İris'le koridorda karşılaştık ve beraber odamıza doğru ilerliyorduk. Ne onun ne de benim yüzüm gülüyordu. İster istemez asabımız çok bozulmuştu. Odaya girdiğimizde ikimizin de masasında paket vardı. Birbirimizin gözünün içine baktık. Anlamıştık ki bu paketler Hüseyin'in annesi tarafından hazırlanmış ve Hüseyin tarafından da konmuştu. Ben de İris de elimizi dahi uzatmadık. Önce bilgisayarlarımızı sonra da evrak dolaplarımızı açtık. Birden Hüseyin'in sesi geldi "Günaydın arkadaşlar" diyen.. Sonra başladı konuşmaya;

- Sizden çok özür dilerim. Dün açlıktan başım dönmüştü. Yaptığım çirkindi kabul ediyorum. Ama siz de beni anlayın. Çekmeceyi boş görünce kan beynime hücum etti. Üstelik akşam anneme de anlattım bu olayı. Bir sürü fırça yedim. Ne olur affedin ve hatırım için yiyin. İris ve ben şokta gidiydik. Hüseyin acı bir hayat dersi vermişti bize.. Kolay unutulmayan..

Sonra bu olayı içimde çok masaya yatırdım ben. Aslında Hüseyin'in samimiyetine güvenilerek yenilmişti o sandviç ama neticede onun özeliydi. Bu bir suçsa; herkes aldıktan sonra biz de bir parça aldığımız için suça ortaklıktı.

Ama benim bir arkadaşım yiyeceğimi yeseydi inanın o gün de bugün de tepkim aynı olurdu "Helal-i hoş olsun arkadaşım afiyet olsun" derdim. Şu da var renk renk çiçek gibiyiz biz insanlar. Herkesin her olaya bakışı ve tepkisi farklı. Ama ben hala pişmanım "keşke yemeseydim". Aslında bizim yaptığımız da, arkadaşımızın yaptığı da yanlıştı belki.. Ama doğru olan hoşgörü neredeydi acaba?

Aysel AKSÜMER

 
Toplam blog
: 334
: 482
Kayıt tarihi
: 22.03.10
 
 

Halkla İlişkiler bölümü mezunuyum. Iki çocuk annesiyim. "Bir Öykü Kadar Kısa Bir Roman Kadar D..