Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '20

 
Kategori
Öykü
 

İkigai

       Kalbimin rafında hiçbir cümleyi artık okuyamıyorum. Kelimelerin karmaşık düzeninde gökyüzünden izin alarak güneşi ve kuşları beklettiğim dakikalarca soğuduğum yazlarım birikiyor hayatıma. Neredeyim, kimim, ne olmak istiyorum, yalnızlığa ne kadar tahammülüm var, bilmiyorum. Manikürünü yapamıyorum bir türlü öz bakımımın; ruhumun ayıba kaçan atmosferinin sisli hezimetlerinden sıyrılamıyorum. Yine uyuyacağım, yatağımla yastığıma mikrofon verip söz haklarının biraz da onlarda olması gerektiğini onlara söylesem eminim bana söyleyecek çok karamsarlı sitemleri olur. Beni tanımıyor, beni istemiyor, beni sevmiyor gibi yastığımla yatağım. Çünkü çok sitemli döşekler değiştirdim ama bir türlü değiştiremedim ruhumu. Uçaklar geçiyor gönlümden, pilot yalnızlığına gark ederek gecelerin, yıldızların hatırşinas ve sevgi dolu göz kırpışlarının hatırına gülümseyen şarkılar söylüyorum tavanıma. Bak, işte yine yattım yatağımın sağ tarafına. Kalbimin ezilmesini istemem ama sağ tarafıma yatmayı hep daha çok sevmişimdir. Dekstrokardili kalbimin göğüs kafesimdeki anomaliye acı biber döküp kimse dokunmasın diye beni sarmaladığı bir düzende gibiyim.

Bu yüzden gidemiyorum bir başkasının sol yanına, sağ yanım kabul etmiyor bu aykırılıkla dolu sevdaları. Adım, kimliğimin pembe tarafından bir ayrıcalıktır kendime dokunuşuma.

Erkeksi yalnızlığımın kadınca tolerans edildiği kaçıncı köprüden atlayışımı izledim, bilmem.

Uyumam gerek, yarın ve sonraki yarınların beni uyandırmalarına bir tahammülüm daha kalmadı. Kaçıncı aynı uyanılışı bu hayatın ve kaçıncı günaydın perdesinin gözüme giren güneş kadar bana sıcak açılışı; bilmiyorum. Yalnızım. Evimde yalnız, düşümde yalnız, rüyamda yalnız, körebemde yalnız, saklambaçımda yalnız ve hayata yalnız...

 

“Sessiz ol!”

“Asıl sen sessiz ol, yavaş. Çok geç şu an, sabah uyandıracağız.”

“Gürültüyü sen yapıyorsun kenafir göz!”

“Bana bak, patlatırım şimdi bir tane suratına. Benimle saygılı konuş. Ne de olsa...”

“Ne de olsa ne... Sen bensin, ben de senim. İkimizin birbirinden ne farkı var ki amacımız aynıyken?”

“O da doğru, haklısın.”

Fısıltılar duyuyorum. Sağ tarafının yatağımın; kulağıma su kaçtığını düşündüğüm paranoyası ile sol tarafıma yatıyorum bu kez. Gözlerimi açmıyorum, karanlık ile yüz yüze gelmek aydınlığa kafa atmaktan daha zor geliyor bana her zaman. Elimle bastırıp acıttığım uzun saçlarımı yastığın soğuk tarafına emanet edip gülümseyerek uyuyorum. Çünkü şu an uyumak, uyanmaktan daha tatlı geliyor.

“Ne kadar da güzelmiş, ne kadar da masum!”

“Yavşama hemen. Buraya gelmek amacımızı unutma.”

“Ne yapacağız peki şimdi? Kafasına çivi çaksak?”

“Saçmalama, cani miyiz biz?”

“Elleri ne kadar da minik, ne kadar da bebeksi. Kaç yaşındaymış?”

“Elimdeki raporda yaşının otuz bir olduğu yazıyor.”

“Tek yaşıyor değil mi?”

“Hayır, ailesi ile birlikte.”

“Onların neden sesleri hiç çıkmıyor peki?”

“Saatin farkında değilsin herhalde, gecenin bir yarısı. Uyuyorlar.”

“Ah doğru...”

“Yarım akıllısın gerçekten, bazen aşırı, o kadar aşırı ki hatta aklını iki kere iki ile çarpsak dörde yazık olur.”

“Terbiyesiz.”

“Sus! Sok o dilini içeri. Neyse haydi sessiz ol, sabahı bekleyelim.”

“Ne yapacağız sabah olunca, bizi görünce korkmaz mı?”

“Yapacak bir şey yok. Hepsinin verdiği tepkinin aynısını verecek muhtemelen. Daha önce de gittiğimiz insanlar oldu, biliyorsun.”

“Ama bu, diğerleri gibi değil. Bu, bu çok güzel...”

“Âşık mı oldun? Topla o ağzını, amacımızı unutma.”

“Kalbi sağdaymış.”

“Evet, karşılaştığımız en ilginç vakalardan biri.”

“Neden bulamamış?”

“Bilmiyorum.”

“Bulması için ne yapacağız? Yine terapi yöntemi mi? Ben bu yöntemden çok sıkıldım. Bilirsin rutinden hoşlanmam, vakamız bu kadar enteresanken yöntemimizi de değiştirmeliyiz bence.”

“Nasıl yapalım? Düşün o zaman.”

“Aynı rutine uyanan insanların derin kederlerinden birini yaşıyor. Ona, rutinlerin bile bir amacı olduğunu göstermemiz gerek peki ama nasıl? Daha öncekilerle sadece konuşmuştuk. Bu ilginç vakalı insanın konuşarak değil bizzat deneyimlerek anlamasını sağlamalıyız.”

“Buldum!”

“Ne yapacağız?”

“En sevdiği şeyin yazmak olduğu yazıyor ya raporumuzda, onu, en sevdiği şeyin içerisine yerleştireceğiz. Yemeğini orada yiyecek, televizyonunu orada seyredecek müziğini orada dinleyecek ve hatta orada uyuyacak.”

“Kitapta mı yani?”

“Hayır, of hiç dinlemiyorsun beni doğru düzgün! En sevdiği şey yazmak ve evet, kitaplar... Ama ona yazdıran nesne ne? Kalem! Onu bir kalemin içerisine yerleştireceğiz. Her an her salise orada yaşayınca anlayacak.”

“Anlar mı dersin?”

“Diğerleri anlamıştı, baksana herkes nasıl da mutlu.”

“Neyse, haydi biz de uyuyalım biraz. Sabah çok işimiz olacak.”

Yorgun yüzüm ve uyanır uyanmaz kızardığını düşündüğüm gözlerimle her zamanki uyku tembelliğimle “Yine aynı hayata uyandık” senfonisini çalıyor kalbim. Yastığım neden bu kadar küçük? Neden yatağımın sol tarafına dönemiyorum? Hatta yatağım nerede? Ben neredeyim?

“Anne, Baba!”

Sesim duyulmuyor gibi geliyor. Hatta iç sesimin dış sesime kafa tutarak sesini kıstığını düşünmeye başlıyorum.

“Ne oluyor, neredeyim ben? Nerede uyandım, hâlâ rüya mı görüyorum yoksa? İmdat! Kimse duymuyor mu?”

“Kalk kalk! Uyanmış. Güünaydıın!”

“Bu sesler de nereden geliyor, siz de kimsiniz? Ben neredeyim, çıkarın beni buradan!”

“Hiç yakıştıramadım. İnsan, en sevdiği nesnede olduğunu anlamaz mı, onu fark etmez mi? Bu da yalan çıktı, demek ki aldığımız bilgiler yanlış. Kalemi o kadar da sevmiyormuş.”

“Kalem! Beni bir kalemin içine mi hapsettiniz? Siz de kimsiniz?”

“Tanışacağız tabii, ben İki.”

“Ben de Gai.”

Kalem ucundan zorlukla görmeye çalıştığım bu küçük fosforlu yaratıklar bana el sallıyorlar.

Gözlerimi ovuşturuyorum, rüyada olduğumu düşünerek. Uyumayı severim elbet; uyumayı seven her insan gibi. Yolunu kaybetmiş ve uykunun ilaç olduğunu düşünen diğer insanlar gibi. Sonra bazen uykunun da yetemediğini düşünürüm ve uyumak bile istemem.

Rüyalarım görsel şölen sunup uyandığım anda unutuluyorken uykunun da faydasız olduğunu düşünürüm, kalbim ve ruhum dinlenemezken ama bu kez rüyada değilim. Bu kez gerçekten de bir kalemin içindeyim.

“Anneee!”

“Bak sen şuna, 31 yaşında koca insan. Böyle bas bas bağırmak yakışıyor mu hiç? Hem biz seni evinden aldık, başka yere getirdik. Malum, kalemin içindesin zaten, taşımamız da kolay oldu. 45 kiloluk bir kızı da taşıyamayacaksak yuh olsun bize! Gerçi biz de ufak tefek fosforlu yaratıklarız gücümüzün yettiğince ama idare et işte.”

“Neden beni buraya hapsettiniz?”

“Hapsetmedik canım. Öyle düşünme. Seni en sevdiğin nesneye, en sevdiğin şeyin ta kendisine sen yolunu buluncaya dek taşıdık diyelim.”

“Yolunu bulmak derken?”

“Az önce söylediğimiz gibi, bizim adlarımız İki ve Gai. Yani ben İki; hayat, Gai ise hedef, amaç, gaye anlamına geliyor. Cinsiyetimiz yok ama seni görür görmez yaratık kalbimin pır pır ettiğini hissettim. Erkek olabilme ihtimalimin daha fazla olduğunu düşünüyorum güzel kız!”

“İki! Saçmalamayı keser misin? Amacımıza odaklanalım lütfen.”

“İki ve Gai, peki benden ne istiyorsunuz?”

“Biz senden bir şey istemiyoruz. Senin hayattan bir şeyler istemeni istiyoruz.”

“Pardon?”

“Biz, dönem dönem tükenmişlik sendromu yaşayıp hayatının ve gününün bir anlamının kalmadığını düşünen, uyanmak istemeyen, sürekli tekrarlarla dolu bir hayatının olduğunu düşünen amaçsız insanların amaçlarının ne olduklarını bulmalarını sağlayan bir hizmetiz. Hiçbir ek ücret yok, tamamen gönüllü. Elimize raporlarınız geliyor, biz de kendi dünyamızdan sizin yanınıza ışınlanıyoruz. Senin raporunda çok ilginç bilgiler edindik. Kalbin sağdaymış, çok güzel yazılar yazıyormuşsun ve yazmak en büyük tutkunmuş. Madem, yazmak en büyük tutkun, neden uyandığın her gün mutsuz ve bitap hissediyorsun? Eklem ağrıların falan mı var? Bizde çok iyi kremler var, verebiliriz sana. Baksana, kalemin içinden bile yüzün nasıl da asık görünüyor. Gülmeyi bilmez misin hiç sen?”

“Bilirim elbet ama...”

“Ama ne?”

“Yorgunum. Ruhum yorgun, ruhumun yorgunluğu bedenime eklenince iki katı yorgun hissediyorum.”

“Neden yorgunsun? Bekârsın öğrendiğimiz kadarıyla.”

“Evet.”

“Eee? Çocuk mu pışpışlıyorsun, kocana yemek mi yapıyorsun, hayatın yükünü mü sırtladın? Sokakta mı kaldın? Ne yaşadın, ne gördün ki yoruldun?”

“Yaşayamamaktan yoruldum. Yaşayamamanın yorgunluğu, yaşamanın yorgunluğundan daha zor.”

“İki, bu senin ilgi alanına giriyor. Bak, yaşam diyor. Sen de hayatsın, üfle de bir kendine gelsin garibim.”

“Saçmalama Gai!”

“Bak canım, milyarlarca insan var. Herkesin kendine göre yaşadıkları ve yaşayamadıkları.

Saniyeler içerisinde depremler, seller oluyor, insanlar sevdiklerini kaybediyor. Bir gün öleceksin. Belirsiz. Peki yaşadığın her şey belirsizken neden yaşayamadıkların için hayıflanıyorsun? Yaşayabildiklerini yaşayıp onlarla mutlu olmaya çalışsan, bakış açını değiştirsen... Amacını hatırlasan. Çok iyi yazıyormuşsun. Bizim amacımız, insanların amaçlarını, uyanmak nedenlerini ortaya çıkarmak. Her yeni günün bir amacı olduğunu onlara hatırlatmak. Küçük şeylerle de mutlu olabileceklerini onlara yeniden hatırlatmak.”

Kalemin içerisinden derin bir nefes alıyorum.

0.7'nin içerisine hapsetmişler beni, ağzımdan uç fırlıyor.

Öksürüyorum.

“Bak! Yaşıyorsun. Yaşamayan, yaşayamayan insan öksürür mü?”

Her zamanki eblek suratımla onlara bakıyorum.

Çoğu zaman aptal bir yüz ifadesi takınırım. Saflığımdan mı, yaşamın neden olduğunu bir türlü çözemeyişimden mi, insanların bana aptalmışım gibi baktıklarını düşündüğümden mi bilmem. Çok şeyi bilmem. Kimim, neden benim; bunu da hiç bilmem.

Benim yerime annemin rahminden saksı da doğabilirdi. Mümkün kılınabilirdi yaradan bunu isteseydi eğer. Onun için imkânsız yokken. Saksı değil, ben doğdum. Diş hediğimde tuttuğum ilk şey kalem olmuşken çaresiz bekleyişlerimle kalemimi en çok ağlatan oldum.

“Beni ne zaman buradan çıkaracaksınız?”

“Çıkacaksın, merak etme! Dört sayfa oldu zaten, yakında hikaye biter.”

“Pardon?”

“Espriden de hiç anlamıyor. Hep ciddi bakıyor hayata, çok da alıngan. Şu tipe bak, tipe! Ağladı, ağlayacak. Ne oldu, emziğin mi kayıp?”

Yeşil gözlerim doluyor. Dudak büksem dalga geçerler. Başımı çevirip kızgın bir tavır yükleniyorum.

Hayatın yükünü sırtladım desem kendime yalan söylemiş olurum. Hayatın H harfini terk ederek Bayat bir zaman istirham ettim günlerimden. Bu yüzden tadı hep yavandı yenilen mutluluklarla yenilen acılarımın.

“Amacının ne olduğunu buldun mu güzel kız?”

“Yazmak.”

“Sadece bu kadar mı? Faydan, becerin, var olmak sihrin ne peki?”

“Yazmak.”

“Kızım, sen yazmaktan başka bir amaç edinmedin mi şu hayatında? Tükenirsin tabii. Git evlen, çoluk çocuğa, torun torbaya karış, bir adamı sev, bir adam tarafından gerçekten sevil. Kahkaha at, yoga yap, pilatese git, yerlerde yuvarlan gerekirse; spor bilmiyorsan bile. Ama yazmaktan başka şeyler de yap. Bir amaç, tüm bir hayatı sıkar. Başka amaçlar da edin.”

“Bu kadar insafsızca konuşmasaydın Gai!”

“Haklıyım ama İki, öyle değil mi? Bak, ikimizi birleştir İkigai. Bizi Japonlar düşünüp düşünüp kişisel gelişim çukurundan çıkarmışlar. Fosforlu oluşumuzun nedeni de insanların yaşam amaçlarını ortaya çıkarıp onları aydınlatmaktan geliyor. Yemek yapmayı biliyor musun bari?”

Yanaklarım kızarıyor.

“Youtube sağ olsun, tariflere bakar yaparız eveallah...”

“Yumurta da kırabiliyor musun kız? Karnım çok acıktı.”

“Haydi, zevzekliği bırakalım. Yersin yemeğini. Şu kızın durumuna son kez bir el atalım. Bundan sonra ne yapacaksın?”

“Bilmem.”

“Bak, hikâye bitmek üzere. Çabuk kararını ver.”

“Uyanmayı severim herhalde.”

“İki, biz niye buraya geldik be kardeşim? Böyle belirsiz vakaların arasına katmasın bizi patron, söyleyelim. Çok yoruldum, tükendim. Ben tükeneceğim şimdi.”

“Dur Gai, sakin ol. Sıkıştır onu kaleme iyice.”

“Hayır, lütfen, bunu yapmayın!”

0.7 uçun silgisini bastırıyorlar üstüme.

Popom acıyor.

“Hissettin mi?”

“Evet.”

“Demek ki yaşıyorsun. Kıymetini bil.”

“Neyin, yaşamın mı?”

“Hayır, poponun.”

“Ne diyorsun?”

“Şimdi seni ayağa kaldıracağız.”

“Kalemin içinden nasıl kalkacağım?”

“Biz buluruz formül. Haydi Gai, bir, iki, üç!”

Beni kalemin içinden çıkarıyorlar, eskisi gibiyim.

Derin bir nefes alarak ellerime bakıyorum, popom uyuşmuş.

Ayaktayım.

Şükrediyorum.

Halbuki her zaman oturmayı daha çok severim.

Ayakta olmanın güzelliğini hissediyorum, yürüyemeyen insanlar varken.

Gülümsüyorum.

“Teşekkür ederim İki, teşekkür ederim Gai.”

“Niçin? Poponu acıttığımız için mi?”

“Hayır, gönül gözümü açtığınız için.”

“Yok, az önce kurşıun kalemini açtım kalemtıraşla. Onun sesiydi.”

Şaşkın bakıyorum, İki, çok esprili.

“Fark ettin değil mi? Amacın varsa her gün ne olursa olsun mutlu uyan.”

Sarılmaya çalışıyorum ikisine. Minik fosforlu yaratıklar fosforlarından bulaştırıyorlar.

“Son cümlemi söylerken...”

“İkiii! Haydi, geç kalıyoruz. Hikaye bitiyor, patron bizi öldürür geç kalırsak.”

“Çok güzel kızdı beee...”

“İkiii!”

“Peki Gai, geliyorum, ne yapalım... Evlenmeyi unutma güzel kız.”

“Kısmet.”

“Kısmeti de unutma elbet, her şey kısmeet ama gerçekten sevmeyi unutma güzel kız.

Her ne olursa olsun. İnsanların kusurlarını, sana yaşattıklarını değil; bütünlerini gör.

Başka insanlara nasıl davrandıklarını, hayata nasıl yaklaştıklarını. Senin üzerinden değerlendirme kimseyi. Yanıltır.”

“Peki İki... Hoşça kalın.”

Güneşin içine giriyorlar.

Yanmadan.

Kavrulmadan.

Güneşten mi geldiler?

Bulutların amacı ne?

Sadece yağmurun mutsuzluğunu gözyaşlarıyla kanıtlamak mı?

Sorgulayarak fırçalıyorum yaşamı.

“Anneee, Babaaa!”

“Ne oldu kızım?”

“Kahvaltı hazır!”

“Aaa sen kahvaltı mı hazırladın?”

“İkigai çok önemli. En önemli amaç, sevdiklerini mutlu etmek. Sonrası bir uçlu kalem hatırası...”

Elimdeki uçlu kalemle atıyorum imzamı kâğıda...

 

Dilara AKSOY

 
Toplam blog
: 196
: 226
Kayıt tarihi
: 03.01.13
 
 

     1989 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Felsefe mezunu. 10 yaşında şiir yazarak başladığı kalem ..