Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '20

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İkinci Tiflis Kuşatması

Kendime bir kadeh prosecco koyuyor ve bilgisayarımı açıp düşünmeye başlıyorum. Bir gün önce annemi çok üzgün görüyorum, içine içine ağlıyor. Ve ikimize de iyi gelecek ne olabilir diye düşünürken kendimi skyscanner tararken buluyor ve anneme “Anne pasaportunun geçerliliği devam ediyor mu?” diye sorup olumlu yanıt almam üzerine Cuma 21.00 suları gidiş, Pazar 20.00 suları varış olacak şekilde THY’den biletlerimizi alıyorum.
Tabi benim için, en içimi kıpır kıpır eden kısım başlıyor yine. 76 sekmenin açık olduğu ve herbirinden excelime işlediğim mekanların olduğu internet sayfalarım... Haftasonu kaçamağı için harika saatler olmakla birlikte, 600TL gibi bir fiyata gidiş-dönüş bilet aldığımızı düşünürsek potaya 3’lü sayı attığımız nadir anlardan birini yaşıyoruz. 
Daha önce buraya gitmiş olduğum için, planımızı, hem daha önceki plana sığdıramadıklarım, hem de annemin hoşuna gideceğini düşündüğüm yerlerle dolduruyorum. Tabi bu seferlik annemi çok yormamak adına, planı biraz daha konfor odaklı oluşturuyorum.
Konaklama~ Fabrika Hostel’de kalıyoruz ( bir önceki cümlemde konfor dediğimi gayet iyi hatırlıyorum=) ). Normalde bir gecemizi de Stamba’da kalacak şekilde planlamıştık ama hiç vakit geçiremeyeceğimiz bir otel için 1.400TL ödemeyelim istedim. Aklınızdan “Kız annesini hostel’de mi yatırmış?” sorusunun geçtiğini hayal eder gibiyim. Evet hostelde yatırdım ama merak etmeyin 10’lu yatakhanede, donlu adamlar arasında kalmadık =) Burada 2 kişilik özel odalar da var. İçeri girdik; kompakt, konfor anlamında beklentinizi yüksek tutmamanız gereken bir oda. Yatak + yastıkları tam benlik. Yatak sert, yastık da çok yüksek değil. Efso efso uyuduk ama tabi bir otelden konfor beklentiniz yüksekse burası doğru adres değil. Mesela not var odada: “Şayet terlik, havlu vs isterseniz, resepsiyonu arayabilirsiniz, getiririz.” tadında. Ha diyelim ki arayacaksınız. Odada telefon yok. Katta ortak bir alanda tek bir telefon var ve onu kullanmak için bir güzel yol katediyorsun. Terlik istemek için bu harekette bulunmadım ama odada bira içerken biram yere döküldü ve silinmesini istemek için paşalar gibi o telefon noktasına gittim. Herkesin tercih edeceği bir konaklama tarzı olmamakla birlikte bence ortak yaşam alanları açısından çok keyifli ve fiyat olarak uygun bir hostel.   
Ulaşım~ Bu seyahatte Bolt en sevdiğimiz uygulama oldu. Araştırmalarım sonucu hem yandexx, hem Bolt’un (eski adıyla taxify) kullanıldığını hatırlayıp her ikisini de indirdim. Ama bizim yol arkadaşımız Bolt oldu. Taksi bu şehirde dev ucuz! İstanbul’dan da ucuz!
Bütün taksiler çok temiz. Tahmin ediyorum ki 7 kere kullandık, biri hariç hepsi hibrit arabaydı. Bizim “bitaksi” uygulamamızın aynısı. İster nakit, ister kartla ödeme yapabiliyorsunuz.
Havalimanındaki internetle Bolt üzerinden taksi çağırdım ve 18.7GEL’e Fabrika’ya götürdü bizi (yaklaşık 20 km).
Bu sefer hiç metro kullanmadım Tiflis’te. Ama metro da, hem ucuz, hem de birçok noktaya ulaşımı sağlıyor olmasıyla rahatlık sağlayan bir ulaşım yöntemiydi.
 
1.Gün: Hoops Başlıyoruz.
Sabah çok vakit harcamamak için, geçmişteki deneyimlerimden de faydalanarak kahvaltı için çok efor sarfetmiyoruz.
Kişibaşı 18GEL ödeyerek açık büfe bir kahvaltı yapıyoruz ama “Hostel tarzı açık büfe” de kendini hissetiriyormuş. Çok memnun kalmasak da enerjimizi alıp yola koyulduk.
Fabrika Hostel’e çok yakın olan Alexandre Nevsky Cathedral’ini ziyaret edip sonrasında yürüyerek bizim meyve sebze pazarımızın bir benzeri olan “Dezerter Bazaar”a gidiyoruz. Neticede bu gibi yerlerini görmeden o şehri tanıyamayacağımıza inananlardanız. Pek farklı türde bir meyve ya da sebzeye denk gelmemiş olmakla birlikte, bütün hepsinin eciş bücüş olması sanki hormondan uzak bir milletmiş hissi uyandırdı- ne güzel.
Buranın havasını soluduktan sonra, yolumuzu bir kahve içmek üzere- yürüyerek kesinlikle varılamayacak bir destinasyon olan- Gardenia Shevardnadze’ye çevirdik. Ama malesef internette hiçbir uyarı olmamasına ragmen kış boyunca kapalı olduklarını belirten bir yazıyla karşılandık =( Burayı çok merak ettiğim için biraz üzüldüm ama hayatta çok kötü şeyler oluyor. “En kötü anımız böyle olsun”! “Bunlara üzülmek çok anlamsız” fon müziği ile yine taksiye atlayarak Holy Trinity Cathedral’e gittik.
Yüce ihtişamıyla büyüleniyoruz. Dünyadaki en büyük üçüncü ortodoks katedraliymiş. Zaten, şehrin neredeyse her noktasından bir şekilde göz kırpıyor. Önüne geldiğinizde de sanki saygıyla önünde eğilmek lazım gelirmiş gibi heybetli heybetli duruyor. Buradan yürüye yürüye “Tbilisi Peace Bridge” üzerinden geçerek “Leaning Clock Tower”a geçiyoruz. Şansımıza 12.00’ye birkaç dakika var. Burası Rezo Gabriadze tarafından yapılmış. Saat başlarında, üstte bir pencere açılıyor ve bir melek dışarı çıkarak zile vuruyor. Saatin altında bir ekran açılıyor ve yaşam döngüsünü görüyorsunuz. Oğlan, kız, evlilik, doğum ve cenaze…
Pek tabi ki Hintli kardeşlerimiz burada da buldu beni ve tam çekim yaparken önümüze geçip kulenin videosunu çektiler. Yoo yooo sinirlenmek yok. Seviyorsan git konuş bence.
“Eğik kule nerde var? “ diye sorulsa akla hemen Pisa gelir ama bence bunun yanında Pisa’nın esamesi okunmamalı =) Üşümemizi biraz gidermek için zaten planımızda olan Café Leila’ya giriyoruz. Çok tatlış bir café ve annemle hayatımızda ilk defa lattenin makarnanın pipet formatıyla sunulduğuna şahit oluyoruz. 
Isındıktan sonra Liberty Square’den geçerek Café Linville'e gidiyoruz. “Daha yeni cafe’den çıkmadınız mı?” diye haklı olarak sorabilirsiniz. Ama en optimum rotayı değerlendirdiğimizde ve bu cafe’yi anneme göstermeyi çok çok istediğimden -görülmesi gereken cafe’lerden biri- cafe’den kalkıp ikinci cafe’ye geçiyoruz =) Girişte tırmandığınız merdivenin yamuk oluşu eski binanın yatmaya başladığını hissettiriyor. 
Türk olduğumuzu anlayan kız istediğim şarabı ağzına kadar doldurarak getiriyor. Hatta “Ben masaya koyarsam dökülür, sen bir yudumlayıp öyle koyabilir misin masaya?” diyor =) Bu kadar çok koyduğuna üzülsem mi, sevinsem mi bilemeden hakkını veriyorum. Kızla muhabbetimiz kuvvetli olduğundan yerlilerin tercih edeceği bir restaurant önermesini istiyoruz.
Yönlendirme doğrultusunda Puri Gulliani’ye yönleniyoruz.  Bu rota üzerinde, “Blue House” da mimarisini merak ettiğim binalardan biri olması dolayısıyla ziyaret ettiğimiz bir yer oldu. Kocaman avlusu olan, çok bakımsız, yarısı boyalı yarısı boyasız bir ev. "Dry Bridge Market” ya da diğer adıyla “Flea Market”’tan geçerek restorana varıyoruz. Guliani Kachapuri ve Adjarian Kachapuri söylüyoruz. İlki bizim yumurtalı pidemizin daha sulu versiyonu, diğeri de pidenini kapalı bir versiyonu. İlkinin peynirini çok beğenmedim ama neticede local bir tat denemeye değerdi. Toplamda 38.94GEL ödeyerek kalkıyoruz.
Okuduklarımdan yerlilerin yeraltı çarşısı olarak düşündüğüm ama tamamen turistik bir kafa olup, Gürcistan’a özgü ürünlerin satıldığı bir alt geçit pazarı olan “Meidan bazaar”dan geçerek “Gallery 27”ye gidiyoruz. Burası, renkli camları için gittiğimiz bir yer =) Başka birşey bulmayı beklemeyin.
İçerik anlamında çok zengin yerler olmasa da bu sokaklar gezilmeden “Tiflis’i gezdim” diyemezsiniz. Blue House, Gallery27 gibi farklı yapıları görünce de sanki üstüne baklavayı yemiş gbi oluyorsunuz. 
Old Tbilisi’den uzaklaşarak Narikala Saint George Church’e gitmek üzere Bolt çağırıyoruz. Şansımıza kilise ayin dolayısıyla kapalı =( Ama Tiflis’e tepeden bakma şansını yakalamak için gayet uygun bir nokta. “Yokuş adamıyım, yokuş beni yormaz” diyenlerdenseniz, buraya bence yaya olarak da gelinebilir. Annemi yormak istemediğimden taksiyle geldik ki bence çok da uygun bir karar olmuş- yokuşlar 90derece tadında =)
Akşam yemeği için Barbarestan’ı tercih ettik. Normalde farklı yerleri denemeyi sevmeme rağmen annemin de buranın keyfini çıkarmasını istediğim için önden rezervasyon yaptırmıştım. Burası rezervasyon olmadan gidilebilecek bir yer değil. 
Geçen seferkinin aksine bu sefer alt kattaydı masamız, haliyle üst kattaki kafes içerisineki kanarya sesleri yoktu fonda. Alt katın üst kata göre daha sempatik olduğunu düşünüyorum. Sanki bir mahzenin içinde eski zamanlarda yemek yiyormuşsun gibi hissettiriyor. Burası eskiden bir kasapmış ki zaten hala duvarlarda etlerin asıldığı kancaları görebiliyorsunuz. Menü, 19. yüzyılın şefi Barbare Jorjadze tarafından tüm Gürcistan gezilerek yazılmış yemek tarifleri kitabından oluşturuluyor. Belli aralıklarla menü yenileniyor ve her yenilendiğinde orjinal tarif kitabındaki numara her ne ise, menü basılırken de o tarif kitabına sadık kalarak onun numarası yansıtılıyor menüye. 
Burada otellerdeki gibi geçmişte gelmişseniz kaydınız oluyor ve bize “Daha önce gelmişsiniz, size hikayemizi  tekrar anlatmamızı ister misiniz?” sorusunu yöneltiyorlar. Aile tarafından işletilen bir restoran için bana pek şık bir hareket gibi geldi. Ve her ilk gelene de hikayeyi anlatmak üzere tarif kitabını bir kutu içinde getirip gayet düzgün İngilizceyle anlatıyorlar.
Yine arkamızdaki bir masada üç yaşlı tontiko müzik yapıyordu. Annemin ifadesiyle “biraz sonra kahvelerin kapatıp birbirlerine kahve falı bakacakmış” gibi bir edaları vardı =). 
Annem tavuklu, ben de ördekli bir ana yemek tercihinde bulunduk. Yemeklerimizden çok memnun kaldık ve 2 ana yemek, 1 kadeh şarap ve su için 120 GEL ödedik. Gürcistan normlarına göre bir tık fiyat skalasının üzerinde ama zaten genel olarak uygun bir ülke olması dolayısıyla da bir akşamı böyle bir yerde geçirmenin çok yerinde olduğunu düşünüyorum.
Özellikle garsonların sunumlarındaki harmoni de çok tatlış. Mesela 8 kişilik bir masa olduğunu hayal edin. Ana yemekler hazır olup, tabaklar servis edileceği zaman 4 garson gelip hepsi tabaklar masaya aynı anda temas edecek şekilde servisi yapıyorlar. Çok hoş =)
Pek tabi  yemekten sonra çok çok yorulmuş olduğumuz için odamıza yürüyerek gidip fosur fosur uyuyoruz.
 
2. Gün: Şımartılmaya Geldik=)
Bir önceki gelişimde Rooms Hotel’de kaldığım için kahvaltısının sevimliliğini biliyorum. Annemle 2-3 saat oturup hem midemizi şenlendireceğimiz, hem de bol bol konuşup keyif yapacağımız bir kahvaltı keyfi hayaliyle Rooms Hotel’in açık büfe brunch’ına gidiyoruz.
Tatillerimde kahvaltı benim için çok vakit harcadığım bir öğün olmuyor. Gürcistan’da nerede kahvaltı edilir sorusuna aradığım yanıtlar da beni pek tatmin etmedi. O nedenle Gürcü kahvaltısı konseptinden uzak, daha uluslararası konspetli brunch’ta omletimizden, brie peynirimize, pancake’imizden güzel kahveye, Gürcü prosecco’sundan mimozaya kadar kendimizi şımartmanın doruğunu yaşadık. Toplam 96,76GEL ödeyerek kalkıyoruz ve Stamba Café’ye girerek kendi yaptıkları çikolataların olduğu standa doğru yöneliyoruz. Ecuador, Venezuela gibi farklı farklı yerlerin çikolatalarından alıp çıkıyoruz. Bir daha Tiflis’e gelecek olsam kalacağım yerlerden biri Stamba olur. Buradan çıkıp Rustaveli Caddesi’nin nabzını yoklayıp bir taksiye atlayarak kükürt banyolarının olduğu bölgeye gidiyoruz. Annem de, ben de Gürcü halkın burayı tercih edeceğini düşünerek halktipi olana gitmek istiyoruz. Bir gece öncesinden yaptığım araştırmada No5 olanın halk tipi olduğunu öğrenmiştim. İçeri girmemizle çıkmamız bir oldu. İçerisi malesef sidik kokuyordu. Keyiften çok eziyete dönüşecek bir aktiviteyi, civarda başka halktipi public banyo olmaması dolayısıyla askıya alıp, Tbilisi Mosque’u da ziyaret ettikten sonra otelimize geri döndük. Üzülerek, girdiğimiz her klisede “ne güzel özen göstermişler ve korumuşlar” şeklinde kurduğumuz cümle girdiğimiz bu cami için geçerli olamadı. Hiçbir özelliği olmadığını gördüğümüz bu caminin biraz özensiz olması da üzdü.
Otele dönmeden önce İstanbul’a getirmek üzere 2 şarap, bir köpüklü şarap alıyor ve hepsine toplamda 73TL ödüyorum. İnanılır gibi değil. Üstelik iki şişe benim gibi tatlı severler için birebir. Tiflis’te tatlı şaraba rastlamak hep mümkün.
 
Sonuç:
Ben Tiflis’i sevdim. Sanki bir daha haftasonluğuna kaçarmışım gibi hissediyorum. Hatta belki iki =) Bir keresinde Stamba’yı, diğerinde de Kazbegi Rooms Hotels kafasını deneyimlemek üzere sevgiyle kalın.
 
 
Toplam blog
: 7
: 103
Kayıt tarihi
: 08.11.18
 
 

Kübra, nam-ı diğer “Cube”, “Küb”. Tipik İkizler, bir anı diğerini tutmayan bir karakter. Sanatçı ..