Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ağustos '10

 
Kategori
Öykü
 

İlahe

Marangozlar ve Mobilyacılar Odası adına Bayram Yenilmez ve Bakkallar ve Bayiler Odası adına Levent Emir Dün Saat 15:00’de Nasrettin Hoca Türbesinde bir araya gelerek tepkilerini ortaya koydular.

Hocanın türbesinde bir araya gelen kurum ve kuruluş temsilcileri Hoca’ya dua ettikten sonra Hoca’ya yapılan iftira ve karalamaları kınayarak bir basın açıklaması yaptılar.

Mübâşir adımı seslediğinde; gecelediğim Hayat Oteli’nde kahvaltımı etmiş; “Melek Girmez Çarşı”sı denilen tarihî virânenin atriumunda bulunan Damızlık Sığır Yetiştiricileri Derneğinin bitişiğindeki Moonlight Café adlı kıraathane görünümlü kumarhanede beş-on bardak çay içerek William L. Randal’ın “Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler” kitabından bir iki bölüm okumuş; sonra ağır adımlarla adliyeye gelmiş; koridorda, 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin duruşma salonu kapısının bitişiğindeki bankın kenarına ilişmiş; Pervasız Gazetesi’ndeki “Yalnız Kadın Evinde Ölü Bulundu” başlıklı haberi okuduktan sonra, bu haberin hemen altındaki İzmir’deki Görmeyenleri Koruma Derneği’nin bastırdığı okul öncesi çocuklara yönelik çocuk dergisinde “Maya” adlı fıkranın değiştirilerek “Hoca eşeği gölün kenarına çekmiş, esrarlı sigarasını sarmış, kafayı buluyor” ifadelerine yer verilmesinin protesto edildiği “Sivil Toplum Kuruluşları Yek Vücut” başlıklı haberi okuyordum.

Mübâşirin adımı seslenmesiyle cep telefonumu aceleyle sessize alırken, saatin Türkiye yerel saatiyle 11: 07 olduğunu fark ediyorum.

Bu saat, yerel adliye saatiyle 10:10’a tekabül ediyor.

Hâkimlik makamını peygamber postu olarak gören, hâkimlikle ilgili algısı Türk filmlerindeki Hulûsi Kentmen yargıçlığı ve avukatlıkla ilgili birikimi John Grisham’dan uyarlama filmlerin yarattığı Hollywood avukatlığı imgesinden, yurttaşlık bilinci kulluktan ibaret bir toplumun formatladığı bir yurttaşın Türkiye yerel saatiyle adliye yerel saati arasındaki fevkalâde otoriter fark hakkında, şaşırmak veya en fazla homurdanmak dışında, hiçbir fikri ve reaksiyonu olmamıştır.

Herkesin bildiği gibi, uluslararası saat sistemine göre Türkiye, 1978 yılından beri enerji tasarrufu sağlamak amacıyla bu mevsimde 3. saat dilimine giren 45 derece Doğu meridyenin yerel saatini ortak saat olarak kabul eder.

Türkiye Yerel Adliye Saati ise, duruşmanın bırakıldığı tutanakta yazılı saat olup, bunun Türkiye yerel saatine göre kaça tekâbül ettiği o gün duruşmaya gireceğiniz mahkemenin hâkiminin biyo-psikolojik zaman algısına, mahkemenin iş yüküne, mevsim ve iklim koşullarına ve en önemlisi mübâşirin merhametine göre değişiklik gösterir.

Bunun pratik sonucu şudur, taraflar, tanıklar ve avukatlar duruşmada hazır bulunma yükümlülüğü bakımından tutanakta yazılı saatte Türkiye Yerel saatine göre hazır olmak zorundadırlar. Ancak mahkeme heyeti davanızı yerel adliye saatine göre alır.

Sonuç olarak 10:10’daki duruşmanıza, pür telaş 10:13’te yetiştiğinizde, görünmez bir metronomla zamanı ölçen yargıç, “geç kaldınız avukat Bey veya Avukat Hanım” davanızı düşürdük diyebilir; ya da aynı duruşma için saat 10:00’da hazır olup beklerken saat çoktan 12:30 olmuştur.

Birazdan mide asit seviyesinin yükselmesinin de tesiriyle mübâşirin biraz öfkeli, oldukça otoriter ve biraz da keyfî güç kullanımını ilân etmenin verdiği pornografik hazzın sindiği yüksek volümlü sesi koridorda yankılanır:

Bundan sonraki duruşmalar öğleden sonra saat 2’de! Boşuna beklemeyin!

Neyse ki, bugün öyle olmadı ve oldukça erken sayılabilecek bir saatte duruşmama girebiliyorum.

Zaten duruşmadaki replikler önceden belli.

Yaklaşık 400 kilometrelik yolu tek bir bileşik cümleyi söylemek için geldim.

Bu tek bileşik cümleyi söyleyebilmek için bir gece Hayat Otel’indeki odamda deliler gibi bira içip, Odamdaki DVD’de “ Inception” adlı filmi izlemeye ikinci kez teşebbüs ettim. Filmin kötülüğünden değil, insanın canını fena halde yakmasından ikinci kez yarım bıraktım.

Filmin CD’sini yola çıkmadan evvel Kentin göbeğinde polis merkezine 50 metre Orduevine 20 metre mesafede bulunan korsan CD satan bir dükkandan almıştım.

Dükkanda korsan film seçenler arasında benim dışımda bir üniformalı polis, sık sık hukukun üstünlüğünü tartışlığımız emekli asker bir meslektaşım da vardı. Hukuk, ekonomi-politik ve etik felsefesi açısından fevkalade paradoksal bu durumun irdelenmesini herkesin yaptığı gibi başka zamana erteleyip, filmin korsan CD’sini almıştım.

Filmi izlemeyi bıraktığımda Cobb ve Arthur arasına şu diyalog geçiyordu:

Dönecek.

Bu kadar çabuk öğrenen

birini hiç görmemiştim.

Gerçeklik artık ona

yetmeyecek ve dönecek.

Son diyaloğun yarattığı binlerce çağrışımla başa çıkamadığımdan filmi izlemeyi kestim ve bira içip, Kanal Hustler’de porno filmleri izlemeye karar verdim.

Şimdi ise o tek bir bileşik cümleyi söylemek için buradayım.

Meslek hayatımın önemli bir bölümünü bu tek bileşik cümleyi tekrar etmek için harcadım.

Söyleyemediğim; söylesem de dinlenmeyecek; dinlense de anlaşılmayacak; anlaşılsa da değer verilmeyecek; büyük ihtimalle küçümsenecek; değer verilse de uygulanmayacak cümlelerimi hep içimde biriktirdim.

Bu rutin tek bileşik cümle için, yaklaşık 24 saattir yollardayım:

Dava dilekçemi tekrar ediyorum; delillerimi bildirmek için süre verilsin.

Evet, hepsi bu…

Davalının cümlesi ise:

Cevap dilekçemi tekrar ediyorum; delillerimi bildirmek için süre verilsin.

Hâkimin ki:

Gereği düşünüldü. Bir. Taraflara delillerini bildirmek için 10’ar gün süre verilmesine; iki duruşmanın araya adlî tatil girdiğinden 11 Kasım 2008 saat 09:30’ya bırakılmasına…

Bu tek bileşik cümleyi de söylememe bile çoğu kez gerek kalmaz; bu cümleyi hâkim kendiliğinden yazdırır; siz de bakışlarınızla yazılanın sizin sözleriniz olduğunu onaylarsınız.

Son zamanlarda duruşma salonlarının duvarlarında sıkça rastladığım “Cumhuriyeti Biz Böyle Kurduk” tablosundaki âdeta üzerimize yürüyen fakir ve fedâkâr halkın ayıplayan, öfkeli bakışları arasında olacak olanın hepsi üç aşağı beş yukarı bu…

Bu düşüncelerle, bir yandan, salonun kapısından içeri girerken, yolluk olarak hazırladığım William L. Randal’ın “Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler”, Augusto Boal’ın “Ezilenlerin Tiyatrosu”, Marquis de Sade’nin “Yatak Odasında Felsefe” adlı kitapları ve benim gibi az sayıda işi olan bir avukat için hiç de ergonomik olmayan devasa ajandam nedeniyle obezite problemi yaşayan çantamdan alelacele dava dosyasını ve ajandamı çıkarmaya çalışıyorum.

Aslında dosyayı çıkarmam da hiç gerekli değil, ama insanın gerçeğin boşluğuna tahammülsüzlüğü işte…

Yapacak daha anlamlı bir işiniz yoksa, anlamsız da olsa, anlamsızlıklardan bir anlam umarak ritüelik jestlerle zamanı ve mekânı dolduruyorsunuz.

Bir yandan da, okumayacağım halde, zaten istesem de bunları okumamın fiilen imkansız olduğunu bile bile bu kadar yükü taşımak için avukat veya bir okur değil; Nasrettin Hocanın eşeği olmak lâzım, deyip kendime en galiz küfürleri ediyorum, içten içe.

Çantadan dosyayı çıkarmak için verdiğim mücâdele, çanta içeriğinin duruşma salonunun ortasına doğru savrulmasıyla sonuçlanıyor.

“Ezilenlerin Tiyatrosu” ayak ucuma düşerken, “Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler”i hemen solumda duran mübâşir havada yakalıyor. Yakalama anında iri, damarlı, esmer ve yaşlı ellerini ve istihza dolu sırıtışını işaret eden birkaç tanesi dökülmüş sarı, iri dişlerini fark edebiliyorum.

En vahimi, “Yatak Odasında Felsefe”nin davalı masasına doğru yönelmiş olan yaklaşık yüz kilo ağırlığındaki elli yaşını aşmış Avukat Hanımın önüne düşmesi oldu.

Panikten kimsenin yüzünü ve dahası duruşma salonunu dahi fark edecek durumda değilim.

Ter içinde davacı vekili masasında yerimi alıyorum, elime tutuşturulan kitapları çantama gerisingeri tıkıştırmaya çalışıyorum.

Bu arada Hâkimânımın bir hâkimden beklenmeyecek denli yumuşak, anlayışlı ve hatta biraz kırılgan sesi duyuluyor:

Davacı vekili… adınız neydi Avukat Bey

Baran… Efendim, diyorum, Baran Işık…

Şaşırtıcı biçimde hemen hiç otorite içermeyen sesin sahibini görmek için başımı kaldırdığımda derin iri mavi gözlerle karşılaşıyorum.

Hayatımın ilk deniz tatilini çağrıştırıyor bu gözler.

Yüzme bilmediğim ve plaj deneyimim olmadığı ve su korkum olduğu için boyumu geçmeyecek derinlikte serinliyerek geçirdiğim bu kısa tatilde, güneşleneyim derken çok fena yanmıştım.

Üstelik yanarken, Didier Anzieu’nun “Deri-Ben” adlı kitabının tarihte deriye uygulanan cezalarla ilgili paragrafını okuyordum.

İlginç bir isim avukat bey, diyor, anlamı ne?

Yağmur, demek efendim. Farsça veya Kürtçe sanırım, diyorum, yüzümün fark edilecek kadar kızardığının ve terlediğimin ayırdına vararak.

Dava bir hukuk davası olduğu halde, Hâkimânım kırmızı yakalı ceza hâkimi cübbesi giymiş. Genç bir hâkim olduğuna göre atamaların yapıldığı kur’a töreni için aldığı cüppesi olmalı.

Cüppenin altında mavi bir elbise var. Dalgalı sarı saçları, cüppenin sırmalarıyla dans ediyor..

Bir hâkimden daha çok masallardaki ürkek, masum prensesleri andırıyor. Hâkimânımın ses rengi, Temmuz sıcağında duruşma salonuna usul usul bir bahar yağmurunun çiselemeye başlaması duygusu uyandırıyor.

Davacı vekili Avukat Baran Işık ve davalı Şirket vekili… İsminiz Avukat Hanım?

Emine Kök, efendim.

Avukat Emine Kök geldi. Diğer davalı yok. Açık yargılamaya başlandı, diyor uzun düzgün ince parmaklarıyla bulunduğum konumdan görünmeyen dosyayı karıştırırken.

Dava dilekçesi ve davalı şirketin verdiği cevap dilekçesi okundu. Cevap dilekçesinin bir örneği davacı vekiline verildi, diyor kürsüden dilekçeyi bana verilmek üzere mübâşire uzatırken.

Davacı vekili dava dilekçemizi aldık, gerekirse cevaba cevap dilekçemizi sunacağız, delillerimizi bildirmek için süre verilsin diyor; kâtibe önündeki bilgisayarda hâkimin söylediklerini yazarken.

Ekleyeceğiniz var mı avukat bey?



Ekleyeceğiniz var mı avukat bey, diyor biraz daha yüksek sesle.

Ve ben bir uykudan sıçrayıp uyanırcasına kendime geliyorum, Adalet Tanrıçasının huzurunda.

Var, var Hâkimânım, diyorum.

Duruşma hiç bitmesin istiyorum. Teamülü, terbiyeyi bir yana bırakarak sözü uzatacak bir şeyler arıyorum, dosyayı karıştırarak.

Efendim, diyorum. Müvekkilemin kayden mâliki olduğu arsa üzerinde O’nun muvafakatiyle inşâ edilen Câmi’nin minâresinin ilk şerefesi üzerine davalı idare ile davalı şirket arasında akdedilen müvekkili bağlamayan kira sözleşmesine dayanılarak SMS baz istasyonu kurulmuş olmasını kabul etmiyoruz, diyorum.

SMS Baz istasyonunun kal’ini talep ediyoruz diyorum; “SMS Baz istasyonu” ve “kâl’” sözlerinin yüz yıllarca yaş farkına karşın nasıl bir araya geldiğinin şaşkınlığıyla.

Avukat Bey bunları zaten dava dilekçesinde yazmışsınız, ayrıca cevaba cevap verme imkânınız da var. Lütfen Mahkemeyi meşgul etmeyin diyor, mavi gözleri ışıl ışıl.

Efendim, diyorum mahcubiyetle.

Göz… (Aman Allahım. Ben ne diyorum. Yargıca duruşmada ‘gözleriniz çok güzel’ diyecektim az kalsın) … lemlerimize, yani bilimsel gözlemlere göre, SMS Baz istasyonu kurulmasının sıhhî sakıncaları bir yana, müvekkilem dindar bir insan olup, İslâmî literatürde minâre adı verilen bu mukaddes kulenin insanları felâha , yani kurtuluşa davet etmek amacı dışında, SMS baz istasyonu gibi muhteviyatı dinen ve ahlâken sakıncalı milyarlarca mesajın iletişimine aracılık edecek şekilde kullanımı da müvekkilimi ayrıca rahatsız etmektedir, diyorum.

Takdir edersiniz ki, Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan SMS sahipleri de, telefon görüşmelerinin Allah’a oldukça yakın bir yerden muhataplarına tevziini arzu etmezler, ve hatta yerine göre biraz da mahcup olabilirler diyorum.

Doğrusu, bunları söylediğime ben de inanamıyorum.

Tek derdim, duruşmayı biracık uzatıp, o gözlerden yansıyan mavi ve serin ışıktan bir iki dakika daha fazla istifade etmek, o kadar.

Ne diyorsunuz avukat bey diyor, gülerek.

Kâtibe, mübâşir ve karşı taraf avukatı, salonun arka tarafındaki bankta oturmuş duruşma sırasını bekleyen avukatlar da gülüşüyorlar.

Ama konuşmamın herkesin ilgisini çektiği anlaşılıyor.

Afedersiniz efendim diyorum. Siz de haklısınız, ama davacı vekili olarak görevimi yapmaya çalışıyorum.

Öte yandan psikanalitik açıdan bakıldığında, şerefesine içinden bilinçaltı atıkları neşrolunan SMS baz istasyonu takılmış bir minâre, bir mü’min için mistik çağrışımlarını yitirir ve âdeta onun gözüne bu mukaddes kule, af buyurun fallik bir nesneye dönüşür.

Câminin en mühim ve mukaddes bileşenlerinden biri olan mihrapla ilgili halk arasında geliştirilen o mâlum edepsiz metafor da buna eklenince câmi ve minâresinin metafizik anlamları tümden dejenere olur ve oluşan bu yeni sapkın mâna âleminde namaz filân kılınmaz efendim.

Baz istasyonlarının neşrettiği elektromanyetik kirlilik bir yana, bu elektro manyetik dalgalara biz günahkârlar tarafından yüklenen, riyâ, yalan, tabasbus, dalavere ve her türlü sapkın duygunun SMS Baz İstasyonu vasıtasıyla yoğunlaştığı bir mekânın kutsallığından söz edilebilir mi efendim?

Bu ses ve mânâ bataklığının içinde bir mü’min nasıl ibadet edebilir?

Bu câmide nasıl cem olunur?

Kuantum fiziğindeki gelişmelerin, asıl kanserojen olanın elektromanyetik dalgalar değil; bu dalgalara yüklenen negatif beşerî duyguların olduğunun kanıtlaması an meselesidir. Eminim CERN, bu konudaki görüşümüzü teyit eden son gelişmeleri www.cern.gov’da çok yakında duyurur efendim, diyorum.

Hâkimânım kahkakaha atmaya başlıyor.

Salondakiler de Hâkimânımın ses şiddetinin bir miktar altında olmak kaydıyla koro halinde ve onunkinden daha kısa süreli oldukça ölçülü riyakâr kahkahalar atıyorlar.

Tamam avukat bey de, bu söylediklerinizin davanın hukuksal yönüyle ne ilgisi var. İstiyorsanız bunları cevaba cevap dilekçesinde yazarsınız, diyor, işaret parmağını o güzel burnunun ucunda tutup, kahkahalarına hâkim olmaya çalışarak.

Mavi gözleri öylesine derin ki…

Davalı vekiline soruldu, diyor. Cevaba cevaplarımızı bildirmek ve delilerimizi ibraz etmek üzere süre isteriz dedi, diyor.

Bana sorduğu gibi davalı vekiline de ekleyecek bir şeyiniz var mı diyor.

Kâtibe, parmakları dışında tüm bedeni katatonik bir halde söyleneni yazıyor. Bir tek parmaklarında canlılık emaresi var.

Bilgisayardan gelen ses, yağmur tanelerinin ceviz ağacının yapraklarına değdiği anda çıkardığı sesleri çağrıştırıyor.

Davalı avukatı, benim uzun konuşmamın absürd olmasına rağmen, yarattığı sempatik havadan rahatsız olarak söz istiyor.

Mekanik, katı, merhametsiz, kıskanç, dik, olumsuz, kavgacı ve oldukça şiddetli bir ses öbeği saniyede ortalama 340 ilâ 370 kilometre hızla kulak zarıma çarpıyor:

Var efendim!

Bir defa, davacının husumet ehliyeti bulunmamaktadır.

Her ne kadar, câmi ve minârenin bulunduğu arsa kayden davacıya ait ise de, davacı intifa hakkını diğer davalı idareye devretmiştir. Kaldı ki Din İşleri Teşkilatı Kanununa göre câmilerin hüküm ve tasarrufu diğer davalı idareye bırakılmıştır diyor; Bu nedenle, dava esasa girilmeden husumet yönünden reddedilmelidir.

Davalı vekilinin bu sert çıkışı bana bir kez daha söz isteme imkânı yaratıyor.

Ama Hâkimânım bana izin vermiyor.

Gereği düşünüldü, İki nokta üst üste, diyerek tartışmayı kesiyor.

İki nokta üst üste demesiyle birlikte kürsünün arkasındaki makam odasına açılan kapıdan cep telefonu sesi geliyor:

Nihânsın dîdeden ey mest-i nâzım

Telefon çağrı sesi olarak bir klasik Türk müziği eserini yeğleyen genç bir insana ilk defa rastlıyorum. Bu benim en sevdiğim eser.

Bana sensiz cihânda can ne lâzım

Telefonu kapatıver Emrûya Efendi demesiyle, mübâşir kürsünün yanındaki kapının boşluğunda kayboluyor.

Sezâd-ı mâtemim tutsa felekler

Kusura bakmayın diyor, Hâkimânım, hafif yanakları pembeleşerek.

Tuhaf bir duruşma oldu, bu çok tuhaf… diyor, utangaç bir gülümseme ve bilemediğim bir nedenle hüzün içinde başını öne eğerek.

Bana insan değil ağlar melek…

Telefon susuyor, melodi göğüs kafesimde tınlamaya devam ediyor.

Duruşma 21 Ekim 2008’e bırakıldı.

Bu benim doğum günüm.

Duruşma tutanağını veriyor mübâşir.

Çıkarken kimseyle göz göze gelmemek için, tutanağı inceleyerek salonun kapısına yöneliyorum.

Duruşma Salonunun atmosferinde beklentimin aksine, istihza değil; zarif bir hüznün kokusunu alıyorum.

Tutanakta koyu mavi gözlü Tanrıçanın ismini arıyorum:

Hâkim: Hayal Enginsoy 124086

Dışarıdayım. Adliyenin önündeki çay bahçesinin hoparlöründen Fransızca bir şarkı yükseliyor:

Non, rien de rien,

Non, je ne regrette rien,

Ni le bien qu'on m'a fait,

Ni le mal, tout ça m'est bien égal
 
Toplam blog
: 4
: 566
Kayıt tarihi
: 23.08.10
 
 

Otodidakt Eğitim Bilimleri Okur-yazarlık bölümünün, okurluk kısmından 46 yılda zar- zor orta derecey..