Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '20

 
Kategori
Edebiyat
 

İlginç Bir Yaşamöyküsü

Memleketimden İnsan Manzaraları: 290

                                                   İLGİNÇ BİR YAŞAMÖYKÜSÜ 

                                             Eğitime ve Bilime Adanmış Bir Ömür

 

                İnternetten yazılarını yararlanarak okuduğum yazarlardan biri de Prof. Dr. Süleyman Bozdemir… Bu isim, bana olduğu gibi birçok okura da hiç yabancı değildir.

                Niçin yabancı değil bana, söyleyivereyim hemen:

                Çünkü bu yazarın, bir yıl önce, “BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ (Eğitime ve Bilime Adanmış Bir Ömür)” adlı 584 sayfalık (*) bir çeşit “özyaşam romanı” sayılabilecek güzel bir eserini okudum. “Yaşamöyküsü sözcüğü başlıkta birleşik, burada ayrı, niçin?” derseniz, ben birleşik yazarım; yazar ayrı yazmış çünkü.

                Yazarımız, Toroslar’ın yarı konargöçerlerinden Yörük bir ailenin çocuğu olarak Mersin’e bağlı Aydıncık ilçesinin Eskiyörük köyünde doğar. Ne zaman mı? İkinci Dünya Savaşı ortaları…

                Okul çağına gelir ama babası okula göndermek istemez O’nu. Kendisi okuryazar ama develeri kim güdecek? Bir Yörük çocuğu okuma yazma bilse ne olur, bilmese ne olur! Ne işine yarar ki! Kâtip olacak değil ya kadıya, kaymakama.

                Haksız sayılmaz baba. Sayılmaz da, inatçı mı inatçı bir çocuk bu Süleyman. “Okul, ille de okul” diye tutturmasın mı? On yaşlarına gelmiş, ama okula gidememiştir hâlâ. “Bütün arkadaşlarım okulda, ben neden gitmiyorum?” diye isyan edince, pes eden baba olur sonunda.

                Baba Demirci Ali Usta, “Âbisi zaten okuyor; bu da okula giderse develeri kim gidecek? Bir eve bir okuyan yetmez mi?” diye düşünmektedir.

                Öğretmen, Süleyman’ın ablasını da okutmak için çok uğraşır ama Ali Usta bir kurnazlık yapıp kızının yaşını mahkeme kararıyla büyütüverir. (Hâkimler neden âlet olurlar ki, bu tür kurnazlıklara?)

                Baba, ne iyi yapmış ama değil mi? Haydi, erkek çocuklar okusun; askerde falan gerekli olur belki. En azından mektup yazmak için muhtaç olmaz başkalarına. Tamam da, kızların ne işine yarar ki okumak? Zaten evlenip gidecekler, birkaç yıl sonra. Yazık olmaz mıydı onca yıla, onca emeğe?

                Her cuma gittiği camide, hangi hoca bir kez olsun hutbede:

                “Ey camaat-i müslümin! Ey beni dinleyen Eskiyörük köylüleri! Okul çağı gelince, çocuklarınızı mutlaka okula gönderin. Kız – erkek ayrımı yapmayın. Bugünün kız çocukları, yarının anneleri olacak. Onların daha çok bilgiye, daha çok eğitime ihtiyacı var. İyi anne, iyi çocuk yetiştirir. Daha çok sevap kazanmak isterseniz, kızlarınızı daha çok okutun!”

                Dedi de, dinlemedi Ali Usta?

                Her cuma verilen hutbelerde Atatürk’ten, Halide Edip Adıvar’dan, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp ve Kara Fatma’dan söz eden oldu mu hiç?

                Varsa yoksa Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali… Varsa yoksa Hatice anamız. Ayşe anamız… Dahası köle Habeşli Bilal yani Bilal-i Habeşi’den bile söz ettiler de ne Oğuz Kağan’dan söz eden oldu, ne de Bilge Kağan’dan… Kaşgarlı Mahmut’tan da söz edilmedi hiç, Alparslan’dan da… Karamanoğlu Mehmet Bey’i de anan olmadı hiç, Nâmık Kemal’i de…

                Demirci Ali Usta ve O’nun gibi düşünen yurttaşlarımızı suçlayamamamın nedeni budur işte. Biz insanlarımızı günde beş kez, ne anlama geldiğini bilmedikleri Arapça duâlar okutarak cennete gideceklerine inandırırsak, bundan daha iyisi olamaz; hiçbir zaman.

                “Seni cennet vaadiyle kandırıp fakirliğe mahkûm edenlerin hayatlarına bir bak: Bu dünyada cenneti yaşadıklarını göreceksin.” diyen Darwin, ya da yazarını bilmediğim, “Zenginler için yatırım araçları: Altın, döviz, gayrimenkul… Fakirler için yatırım araçları: Ahiret, cennet, huriler ve sabır…” diyen yurttaşımız gibi düşünüyorum ben.

                Neyse!.. Biz gelelim yine, 1950’lerdeki Aydıncık’ın Eskiyörük köyüne. 1948’de Adana/Düziçi Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen gelir bu köye; Rahmi Kerem… O’nun gelişiyle Eskiyörük’ün kör talihi de değişiverir birden. İlk yılında üç öğrenciyi Düziçi Köy Enstitüsü’ne göndermeyi başarır. İkinci yılında 7 öğrenci daha… Bir süre sonra, Rahmi Bey’den başka bir öğretmen daha atanır köye.

                Rahmi Öğretmen, dışarıdan, Ankara/Gazi Eğitim Enstitüsü İngilizce Bölümü’nü bitirir. Amerika’ya gidip İngilizce’sini geliştirir. Dönünce ortaokullarda İngilizce öğretmeni olarak çalışır yıllarca. Emekli olduktan sonra da boş duramaz; bu Köy Enstitülü öğretmen. Mersin’de Lisan-Fen Dershanesi’ni açıp yıllarca öğretmen ve yönetici olarak çalışır.

                Bu Köy Enstitülüler, ne biçim insanlar böyle? Onca yıl çalışıp emekli olmuşsun. Otur evinde, al emekli maaşını rahat rahat ye. Birçok riski göze alarak dershane açmaya ne gerek var? Elden ayaktan kesilinceye kadar çalışmaya mecbur musun; ey Düziçi Köy Enstitüsü mezunu, sevgili öğretmenimİz!

                Yalnızca Rahmi Kerem değil, neredeyse tanıdığım tüm Köy Enstitüler böyleydi. Çalışmaktan, üretmekten zevk duyarlardı hep. Söz üretmeyi değil, iş yapmayı severlerdi.

                Ancak bu başarılı öğretmen 4. ve 5. sınıfların dersine girmektedir. İlk üç sınıfa, sonra gelen öğretmen… İlk karneyi alan Süleyman’ın bütün dersleri pekiyidir ama O memnun değildir; öğretmeninden. “Hiçbir şey öğretmiyor bize!” diye şikâyet etmesin mi babasına! O güne kadar Süleyman’ın okul durumuyla hiç ilgilenmeyen baba, o günden sonra her akşam çalıştırıroğlunu.

                Keyfine diyecek yoktur; bilgiye susamış Süleyman’ın. Kısa zamanda söker okumayı, yazmayı. Baba eliyle öyle sağlam bir temel atılır ki!.. Ne verilirse, yutarcasına alır.

                İlkokul son sınıfa kadar böyle gider bu. 1957’de okul biter. Haziran ayında ilçe merkezinde yapılan Aksu Öğretmen Okulu sınavına girer. “Kazandın” haberini aldığı gün, dünyalar O’nun olur.

                Aynı köyden Aksu’da 5. sınıfta okuyan Hasan Tuncer’le birlikte hazırlanır; sözlü sınava. Dahası, babasının rızasıyla Hasan Abisi’yle gider Aksu’ya. Sözlü sınavda, kendisi gibi Korkuteli ilçesindenbir Yörük çocuğu olan öğretmen Mustafa Şanlı’nın yumuşak ve sevecen yaklaşımı, sözlü sınavı kazanmasında çok etkili olur.

                Sonra derslerine de giren, kendisinden çok yararlandığı bu öğretmeni pek çok sever. Okul bittikten sonra da; “doktor, doçent” ve “profesör” olunca da hep arayıp sorar; fırsat buldukça ziyaret edip elini öper.

                Aksu’dan benim de öğretmenim olan Mustafa Şanlı da Süleyman Bozdemir’i çok severdi. Sık sık bu öğrencisinin başarısından gurur duyduğunu, ilgi, sevgi ve saygısını göstermesinden mutlu olduğunu söylerdi.

                1957–1958 ve 1958–1959 ders yıllarında, aynı havayı solumuşuz Aksu’da; sevgili Bozdemir’le. Arada dört sınıf fark olduğu için birbirimizi tanıyamadık elbette. O’nu bana, beni O’na tanıtan, 2019’da  bu dünyaya veda eden sevgili Şanlı öğretmenimiz oldu.

                Hangi kafasız demiş, “Meyvenin kötüsü erik, insanın kötüsü Yörük!” diye… Kesinlikle kabul etmiyorum bu sözü. Her çeşit eriği de çok severim ben, her türlü Yörük’ü de…

                Var mı diyeceğiniz?

                                                                                                                               

                                                                                                                             Hüseyin Erkan                                                                                                                                               huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 

---------------------------------------------------------------------

(*) Bir Yaşam Öyküsü – Eğitime ve Bilime Adanmış Bir Ömür, Prof. Dr. Süleyman Bozdemir,

 Karahan Kitabevi, 2018 Adana, 584 sayfa.

 

 
Toplam blog
: 100
: 88
Kayıt tarihi
: 19.02.20
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..